Yazdır

Adam Aron: Ekolojik ve iklim krizine odaklanma yolundaki kişisel yolculuğunuz neydi?

Brian Tokar: New York'ta, şehrin her yerinden çocukların sınavla girebilecekleri bir liseye gidecek kadar şanslıydım. Bu lisenin çok kültürlü ve politik bir ortamı vardı. Sonra 70'lerin başında Boston'da üniversiteye gittim ve çeşitli hareketlere aktif olarak katıldım. Savaş ve militarizm karşıtlığı ile nükleere karşı konular ana odak noktalarımızdı. Nükleer güce karşı ABD aktivizmi, gerçekten burada, New England'da, başladı ve bütün ülkeye yayıldı.

ABD hükümetinin Arap petrol ambargosuna karşı tepkisi, yüzlerce nükleer santral inşa edeceklerini söylemek oldu ve Bunların çoğu kırsal alanlarda planlanmaktaydı. Ve burada, New England'da, 1970'lerde topraklarına geri dönen insanların, geleneksel kır sakinleri ve şehirlerden gelen destekçilerle birlikte inanılmaz bir ittifak oluşturduğunu gördük. Ve bu sonunda, ABD tarihindeki en büyük sivil itaatsizlik eylemlerinden bazılarıyla birlikte devasa bir harekete dönüştü. Bu hareket merkezi olmayan örgütlenme biçimini benimsedi; bu toplumsal ekoloji üzerine okumaya başlayan bir genç olarak benim giderek çözümün büyük bir parçası olarak gördüğüm bir örgütlenme biçimiydi -hem halihazırdaki sorunlarla yüzleşmenin hem de mutlaka gerekli olacak bir toplumsal dönüşüm açısından bakıldığında. Ve o zaman enerji ile ilgili konuları çok yakından takip etmeye başladım.

Biyofizikte yüksek lisans öğrencisiydim ve bilimsel basını ve erken dönem iklim araştırmalarını takip ediyordum. O zaman bile nereye gittiğimize yönelik tahminler gerçekten şaşırtıcıydı, ancak bilim dünyası dışında bunu pek kimse bilmiyordu, tabii ki bu 10 yıl sonrasına, 1980'lerin sonlarına kadar böyleydi. Ama bu beni iklim çıkmazı, bunun enerji sorunlarıyla ilişkisi ve daha geniş toplumsal ve politik sonuçları hakkında düşündürmüştü.

Sonra uzun yıllar başka şeylere odaklandım. Örneğin, 1980'lerin ortalarında çevresel adaletin henüz formüle edildiği yıllarda zehirli kimyasallar sorunu üzerine çalıştım. 2005 civarında, iklim adaletinin ortaya çıkan paradigmasını ve insanların, iklim politikasının bir uzantısı olarak tüm sistemin çok daha geniş bir eleştirisiyle nasıl önemli bağlantılar kurduklarını öğrenmeye başladım. Ve o zamandan beri odak noktam gerçekten bu oldu.

AA: İklim adaleti kavramını özetleyebilir misiniz?

BT: En temel düzeyde iklim adaleti, iklim krizinin, aşırı CO2 salınımı ve diğer tüm sera gazları sorununa kesinlikle en az katkısı olan dünyanın en savunmasız insanları üzerindeki orantısız etkilerine odaklanır. Bu nedenle, iklim krizi anlayışımıza bir toplumsal adalet merceğinden bakmaktadır. Bu da bizi bu orantısız etkilere odaklanmaya ve bunların değişik seviyelerdeki sonuçlarını anlamaya zorluyor.


Yıllar boyunca çeşitli kitaplarımda ve makalelerimde yazdığım gibi, iklim adaleti bir dizi farklı hareketi bir araya getiriyor. Muhtemelen dünya çapında en yaygın olanı, bu orantısız etkileri en fazla temsil eden ve iklim bozulmalarına karşı tepkileri dünya çapında inanılmaz derecede önemli ve ilham verici olan yerli ve diğer toprak temelli halkların hareketlerinden geliyor. Burada, Kuzey Amerika'da, iklim adaletinin en belirgin seslerinin çoğu, uzun soluklu çevre adaleti hareketinden çıkmaktadır; bu hareket, esas olarak, geç dönem 1970'ler ve erken dönem 1980’lerden başlayarak çevresel tehditlerden orantısız bir şekilde etkilenen renkli topluluklardaki insanların bir hareketidir. Çoğunlukla terk edilmiş haldeki zehirli kimyasal kirlenme ve zehirli atık tesislerine maruz kalma sorunları ile başladı, ancak sorumlu şirketler topluluk topraklarını terk ettikten çok sonra bile insanlar bunun etkileriyle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu hareket yıllar içinde genişlemeye devam etti ve bizim, insanların iklimle ilgili olanlar da dahil olmak üzere tüm çevresel tehditlere orantısız şekilde maruz kalmasında ırk ilişkilerinin oynadığı merkezi rolü anlamamızı sağladı.

AA: İklim adaleti, bir hareketlerin hareketini inşa etmek için stratejik olarak faydalı bir çerçeve oluşturuyor mu?

BT: Evet. İki neden söyleyeceğim. Birincisi, insanların yaşamlarını doğrudan nasıl etkilediğine odaklandığınız zaman, bunun iklim krizini evimize daha da yaklaştırdığını düşünüyorum. 2000'lerin ortalarında iklim politikalarına ilk kez dahil olduğumda, çoğu insanın bahsettiği iklim krizinden kaynaklı sorunlar çok uzaklardaki ve herkesin tanımlayamadığı türden etkilerdi. Kutup ayısı, 15 yıl önce iklim hareketinin ana sembolüydü ve insanlar genellikle kutup ayılarını severler. Ancak aciliyet duygusu, insanların öncelikleri ve insanların yaşamları üzerindeki doğrudan etkisi açısından bakıldığında, kutup ayısı görüntüleri oldukça uzaklardadır. Ve toplumsal adalet boyutlarına odaklanmak onu gerçekten evimize yaklaştırıyor.

Harekete faydalı olduğunu düşündüğüm ikinci neden, insanların dikkatini altta yatan sistemik meselelere yoğunlaştırmasıdır. Ve bu, iklim adaletine katkıda bulunan üçüncü ana akım olarak gördüğüm 1990'ların sonundaki küresel adalet hareketine kadar uzanabilir. Bu hareket iklim adaleti merceklerini güçlendirerek bizi sorunun altında yatan nedenlere, içinde yaşadığımız toplumsal ve ekonomik sistemin en kötü tezahürleri sürdürme biçimlerine, iklim sisteminde hızlanan bozulmaların altında yatan nedenlere yoğunlaştırmaya çağırır. Ve bence sistemik nedenlere odaklanan hareketler, doğası gereği daha etkilidir ve yalnızca salınımları azaltmakla kalmayıp aynı zamanda daha az kirlilik, daha az tüketim ve kesinlikle çok daha düşük fosil yakıt kullanımı koşulları içinde iyi yaşamaya olanak sağlayacak bir yaşam biçimi oluşturacaksak, kesinlikle gerekli türden bir temel değişikliği getirme potansiyeline sahiptir.

AA: Piyasa mekanizmalarıyla ilgili sorun nedir ve bu neden bir iklim adaleti sorunudur?

BT: Bu yaklaşımın savunucuları için, insan davranışını değiştirmenin tek yolu piyasadır. Gerçek şu ki, kapitalist piyasa her zaman çok yüksek oranda manipüle edilmiştir. En güçlü oyuncular, yani en büyük şirketler ve finansal kurumlar, finansal sistemin kısıtlamaları dahilinde faaliyet gösterirken gerçekten tüm kartları elinde tutmaktadır. Alışılmışın dışında düşünmeli ve neoliberal dönüşümün nasıl her yere yayıldığını görmeliyiz. Kamu politikasına alternatif olarak piyasa mekanizmalarını kullanmamız gerektiği fikri, denendiği her yerde başarısız olan bir yaklaşımdır. Ve bu, iklim politikasında olduğu kadar daha geniş bir anlamda da doğrudur.

1997'de Kyoto Protokolü'nün hazırlanmasından bu yana, iklim politikasına aracılık etmek için pazar mekanizmasını kullanma girişimleri oldu ve kesin bir başarısızlıkla sonuçlandı. Arka kapılar yarattı ve en güçlü oyuncuların her zamanki gibi işlerine devam etmelerini mümkün kıldı ve bir yandan da sorumluluklarını bulanıklaştırdı. Bu, dikkatle tasarlanmış ve denetlenen bazı koşullar altında, karbon salınımının bir fiyatının olmasının bazı uygulamaları doğru yöne yönlendirmeye yardımcı olmayacağı anlamına gelmiyor. İklim adaleti hareketi içinde bununla ilgili çok fazla tartışma var. Bazıları, sınırlı bir şekilde işe yarayabileceğini düşünüyor. Diğerleri, karbonun fiyatlandırmasını tamamen reddetmek istiyor.

Ancak kirletme izinlerinin alım satımı kesinlikle sorunludur. Aslında bu karbon ticaretinden önce de mevcuttu, Environmental Protection Agency (Çevre Koruma Ajansı) tarafından 1970'lerin sonlarına kadar uygulanan politikalara kadar uzanmaktadır. Ve 90'ların başındaki Baba George Bush yönetimi altındaki Temiz Hava Yasası değişiklikleriyle, asit yağmurunu kontrol etmenin bir yolu olarak kamu kuruluşlarının kükürt dioksit salınımı için izinler alıp satmasını onaylamakla federal politikada gerçekten kutsallaştırıldı. Ve ABD asit yağmuru programını, örneğin Avrupa'daki asit yağmuruna karşı önlemlerle karşılaştırdığınızda, onların emisyon ticaretini kullanmadıkları, sıkı düzenlemeler ve diğer kamu politikası biçimleriyle kükürt salınımlarını çok çok daha hızlı azalttıkları görülmektedir. Ve ticaret sisteminin doğal manipülasyonlarından kaynaklanan daha az yan etkileri ve çarpıtmaları vardı.

AA: İklim krizinde teknolojinin uygun rolü hakkında ne söylersin?

BT: Enerji politikasını takip ettiğim 40 küsur yıl boyunca teknolojide muazzam değişiklikler oldu. 1970'lerin sonlarında güneş enerjisi, öncelikle çok küçük ölçekte çalışan hobicilerin ve mucitlerin ilgi alanıydı. Yenilenebilir enerji için yapılan ilk kamu baskısının sonucu olarak, Carter yönetimi döneminde küçük güneş enerjisi şirketleri oluştu. Sonra General Electric gibi büyük şirketler onları satın almaya başladı ve yeterince kârlı olmadıkları için onları atıl bıraktı. Geçen bir buçuk yüzyıldaki fosil yakıt üretiminin abartılı kârlılık standartları yarattığını biliyoruz.

Her şey sadece son 5-10 yıl içinde dramatik bir şekilde değişti. Artık güneş ve rüzgardan yeni elektrik üretiminin marjinal maliyeti, diğer tüm kaynaklardan daha düşük ve yeni güneş ve rüzgar santralleri inşa etmenin mevcut fosil yakıt üretim kapasitesini işletmeye devam etmekten bile daha ucuz olduğu bir noktaya yaklaşıyoruz. Pil teknolojisi, elektrikli araçlar ve daha büyük ölçekli enerji depolama hedefinde olağanüstü bir hızla ilerliyor ve tüm bu teknolojiler çözümün bir parçasını oluşturmaktadır.

Ama bunlar çözümün tamamını oluşturmamaktadır. Yenilenebilir enerjinin gelişiminin büyük yatırımcıların ve büyük teknoloji şirketlerinin çıkarlarını destekleyen, ve devasalaşmayı tercih eden bir şekilde çarpıtıldığını görüyoruz. Ve bu bir sorundur. Daha fazla güneş ve rüzgar enerjisinin geliştirilmesi, fosil yakıtların kullanımını azaltmadı bunlar mevcut enerji üretimine ilave edildi, muhtemelen çoğu örnekte bu böyleydi. Bu nedenle, ekonomik sistemin içinde tekrardan üretilen bu sorunları ele almak için çok daha geniş bir eleştiriye ihtiyacımız var. Teknolojilerin nasıl geliştirildiğini ve kontrol edildiğini, onlara kimin sahip olduğunu, kimin çıkarları doğrultusunda geliştirildiğini tartışmamız gerekiyor. Şu anda büyük bir kısmı büyük şirketlerin elinde olan teknolojik karar alma süreçlerinin tümünü demokratikleştirmemiz gerekiyor. Bu aktörler, yalnızca kârlı olduğu ölçüde yenilenebilir enerji geliştirmeye devam edecekler ve dünyadaki yaşamın geleceği için bu denli derin etkileri olan bir karar için bu doğru bir kriter değildir.

AA: ABD’de yukarıdan aşağıya devletçi bir tepkinin taban gruplarının yerel katılımına karşı göreceli önemi nedir?

BT: Bu önemli bir soru çünkü ABD hükümetinin uzun süredir büyük paranın ve büyük endüstrinin elinde olduğunu biliyoruz. Elbette başarmamız gereken ilk şeylerden biri bu politikaları tersine çevirmektir. Dünya Bankası, fosil yakıt endüstrisine dünya çapında yılda üç veya dört trilyon dolarlık sübvansiyon verildiğini tahmin ediyor. ABD burada en büyük suçlulardan biridir. Bu yüzden bu kötü politikaları tersine çevirmemiz gerekiyor. Öte yandan, ABD hükümeti aynı zamanda büyük bir mal ve hizmet alıcısıdır. Önceliklerini, teşviklerini ve satın almalarını yenilenebilir teknolojiye doğru ne kadar çok değiştirebilirse, zaman içinde bu teknolojilerin maliyeti çok önemli ölçüde düşecektir ve daha yaygın hale geleceklerdir. Ancak nihayetinde, ihtiyacımız olan daha temel değişikliklerin her zaman yerel düzeyde başlatıldığını ve bunun ABD hükümetinin bu değişiklikleri yapma veya yapmama kararından bağımsız olarak gerçekleştiğini düşünüyorum. Şu anda ABD'de önemli bir ilerici tabanı olan ve dinlemek için ciddi çaba sarf eden bir yönetim var. Doğru yönde atılmış, önemli adımlar olan politikaları uyguluyorlar ve bu harika, ancak bu kesinlikle 2021'den öncesi için geçerli değildi ve bundan üç yıl sonra ya da bundan beş yıl sonra doğru olabilir de olmayabilir de.

Ciddi değişim yerel düzeyden geliyor. Antropolog Arturo Escobar buna dünyanın farklı yerlerinde çok farklı şekillerde meydana gelen değişikliklerin dışarıya doğru yayılması diyor ve toplumsal ekoloji bunun önemli bir parçası olarak özgürleştirilmiş toplulukların konfederasyonlarının geliştirilmesini öneriyor. Ayrıca yerel düzeydeki değişikliklerin ABD ulusal politikası üzerinde bile inanılmaz bir katalizör etkisi olduğunu biliyoruz. 15 dolarlık asgari ücret mücadelesinin Seattle'da yerel bir girişimle başladığını biliyoruz. Ve diğer şehirler, George W. Bush'a kadar uzanan çeşitli yönetimlere karşı çıkarak kendi iklim politikalarını oluşturuyorlar.

Burada, ABD'de hazır bulduğumuz temel çevre yasalarının birdenbire ortaya çıkmadığını biliyoruz. 1970'lerin başında Başkan olan Richard Nixon’a, onu birdenbire çevreci yapan türden bir vahiy gelmedi. Kariyerinin başından sonuna kadar inanılmaz derecede alaycı, işbirlikçi ve gerici bir politikacıydı. 1970'lerin başında imzaladığı çevre yasaları, yerel düzeyde yıllar, uzun yıllar süren bir seferberliğin ve ülke çapında yerel kirlilik karşıtı önlemlerin alınmasının bir sonucuydu. Kirletici şirketlere karşı büyük davalar açıldı ve bunların hepsinin toplu etkisi, sonunda onun bile bir şeyler yapmak zorunda kaldığı bir siyasi iklim yarattı. Bu ülkedeki en güçlü çıkarlar, bu yerel savaşları tekrar tekrar vermek zorunda kalmaktansa, ulusal düzeyde tek tip bir kurallar dizisine sahip olma konusunda hemfikir oldular. Temiz Hava Yasasını böyle elde ettik. Temiz Su Yasası, Tehlike Altındaki Türler Yasası ve diğerleri böyle elde edildi. Yerel düzeyden dışarıya doğru örgütlenen hareketler tarafından başlatılan değişikliklerin muazzam bir katalizör etkisi olabilir ve en sonunda, bence, nihai olarak ihtiyaç duyduğumuz türden temel değişiklikleri bize getirmesi çok daha muhtemeldir.

AA: Toplumsal Ekoloji nedir ve ABD'nin iklim krizine tepkisi konusundaki bakış açınızı nasıl etkiliyor?

BT: Toplumsal Ekoloji, iş dünyasının olağan işleyişine güçlü bir ekolojik eleştiriyle başlayan çok bütünsel bir toplumsal ve politik bakış açısıdır. Bu, ekolojik sorunların temelinde nasıl toplumsal ve politik sorunların olduğunu görmemize yardımcı olur. Komünalizm olarak bilinen bir siyasi stratejiye sahiptir. Aşağıdan örgütlenme türünü, bu konuşma boyunca bahsettiğimiz türden merkezi olmayan toplumsal hareketlerin inşasını savunuyor ve nihayetinde yüzlerce yıllık ütopik düşünce geleneğinin en iyi yönlerini yeniden talep ediyor.

İklim krizinden bahsederken, Toplumsal Ekolojinin sunduğu ilk şey, sorunun sistemik boyutlarına; sorumlu kurumlara ; işleri bu hale getiren kapitalist ekonomik yapılara ve gerçek alternatiflerin gerçekleştirilmesinde sistemin önümüze koymaya devam ettiği engellere odaklanmamız gerektiğinde ısrar etmektir . Ayrıca, içinde yaşamak istediğimiz böylesi bir toplum imgesini takip etmek için kendi hareket örgütlerimizi geliştirmeye teşvik ediyor. Rekabet yerine işbirliği, insanlar ve topluluklar ve doğanın geri kalanı arasında düşmanlık ve rekabet yerine uyumlu ilişkiler istiyoruz. Bu, gördüğümüz gibi, yetmişlerdeki nükleer karşıtı harekete ve doksanlardaki küresel adalet hareketine kadar uzanıyor. Politikalar, mevcut egemen kurumlar tarafından değil, panellerdeki uzmanlar tarafından değil, topluluklardaki insanların ihtiyaçları tarafından şekillendirilmelidir; ancak kavrayışımızın mevcut en iyi bilgiyle belirlenmesine de kesinlikle ihtiyacımız var.

 Toplumsal ekolojistler, toplumun her düzeyindeki hiyerarşi ve tahakküm ilişkilerinin kökenleri ve evrimi konusunda temel bir eleştiriye sahiptir ve biz onların devam etmesini neyin sağladığını ve onları nasıl aşabileceğimizi anlamaya çalışırız. Toplumsal ekoloji, örneğin, daha geniş anlamda ekonomi üzerinde olduğu kadar enerji sistemleri ve teknolojisi üzerinde de topluluk temelli halk kontrolü talebi açısından çok tutarlıdır.

AA: Ekolojik ve iklim krizleriyle başa çıkmak için gerekli şeylerin toplumsal boyutu tarafından bazen yenik düşmüş hissediyor musunuz? Bu gerileme dönemlerinde kendinizi nasıl ayakta tutuyorsunuz?

BT: İklim sisteminin sanki amansız bir saatle çalıştığı ve doğru yönde hareket etmemize yardımcı olan küçük bir önlemi aldığımızda bile yavaşlamadığını hissedebiliriz. Fosil yakıtlara ve diğer yıkıcı endüstrilere olan bağımlılığımızı gerçekten ortadan kaldırmamız gerekiyor ve bazen bu imkansız görünüyor. Bazen engeller bunaltıcı görünebilir, ancak beni bu durumdan kurtaran şey, toplumsal hareketlerin geniş tarihine bakmaktır. Ve geçen yüzyılda gördüğümüz muazzam değişikliklerin yanı sıra içinde yaşadığım 60 küsur yılda bile bir zamanlar imkansız olarak görülen değişikliklerin gerçekleştiğini gördüm. İnsanlar örgütlendiğinde, insanlar dirençli hareketler inşa ettiğinde ve hayatlarımızı düzenlemenin farklı yollarını önceden düşünebilen topluluklar inşa ettiğinde, olası değişikliklerin epey geniş kapsamlı olacağını düşünüyorum ve bence gelecekteki hızlı değişim potansiyeli çok gerçekçi. Her şeyin oldukça hızlı gerçekleştiğini koronavirüs pandemisi yılı boyunca kesinlikle gördük; artık derin bir değişimin gerçekten mümkün olduğu ve bunun oldukça hızlı olabileceği konusunda bir bilince sahibiz. Hem uzak geçmişte hem de yakın geçmişte umulmayan değişikliklerin gerçekleştiğini gördük.

AA: Yani sadece dünya çapında filizlenen bir kitle hareketi olduğu gerçeğinden mi besleniyorsunuz?

BT: Kesinlikle. 2006-2009 yılları arasında iklim adaleti etrafında örgütlenmeye başladığımızda, bu sadece bir fikirdi. Artık tüm dünyada iklim adaleti misyonuyla güçlü bir şekilde özdeşleşen ve bu fikirleri kendi ülkelerinde kendi topluluklarında uygulamanın yollarını arayan yerel ve ulusal ölçekte olan gruplar var. Politikacıları ve iktidarları, kararların alınma şeklini değiştirmeye ve nihayetinde işleri çok daha sürdürülebilir bir yöne doğru gitmeye zorluyorlar.

Çev.: Sezgin Ata

Söyleşi, https://social-ecology.org/wp/2021/06/interview-with-brian-tokar-on-climate-justice-and-movements/ sitesinde 7 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Adam Aron, California San Diego Üniversitesi'nde Psikoloji Profesörüdür. Yakında çıkacak olan The Climate Crisis: Science, Impacts, Political Economy, Psychology, Justice, Energy and Collective Action (Cambridge University Press) adlı kitabın yazarıdır. Bilişsel sinirbilim araştırmasının yanı sıra iklim krizi konusundaki öğretimi ve aktivizmi hakkında daha fazla bilgi için bkz. https://aronlab.org.

Brian Tokar aktivist ve yazar, Vermont Üniversitesi'nde Çevre Çalışmaları Öğretim Üyesi ve Toplumsal Ekoloji Enstitüsü'nün yönetim kurulu ve öğretim üyesidir. Toward Climate Justice: Perspectives on the Climate Crisis and Social Change (Gözden geçirilmiş baskı, 2014).* dahil olmak üzere birçok kitabın yazarıdır. Ayrıca, Tamra Gilbertson ile birlikte 2020 koleksiyonu, Climate Justice and Community Renewal'ın editörüdür. Çevre sorunları ve popüler hareketler üzerine makaleleri CommonDreams, Counterpunch ve ZNet gibi web tabanlı yayınlarda ve sayısı ondan fazla yeni kitapta yer aldı.

*) Bu kitabın Türkçe çevirisi İklim Adaletine Doğru, Brian Tokar (Öteki Yayınları, 2014, Çev: Sezgin Ata) adıyla yayımlanmıştır.