Bugün insanlık, 1950’lerden itibaren, yaklaşık yarım asırdır nükleer enerjinin doğa ve insan üzerindeki telafi edilmesi mümkün olmayan etkileriyle yüz yüzedir. 1940’larda Hiroşima katliamı için düğmeye basan zihniyet, 1957’de İngiltere’deki Winscale, 1970'lerde Kuzey Amerika’daki Tree Miles İsland, 1986’daki Çernobil faciası ve en son 30 Eylül 1999'daki Tokamiura Kazasına da neden olan zihniyettir. Bu nükleer faciaların en sonuncusu Tokaimura kazasının, dünyanın en gelişmiş teknolojilerinden birine sahip olan Japonya’ da gerçekleşmiş olması, bir kez daha nükleer enerjinin en "ileri" teknolojilere sahip ülkelerde dahi ne kadar tehlikeli olduğunun canlı bir kanıtıdır.
    

Nükleer enerji reaktörlerinin her hangi bir kaza olmasa dahi, çevresindeki onlarca kilometrelik bir alana radyoaktivite yaydığı, etrafındaki toprağı kuma çevirdiği, organik yaşamı yok ettiği ve yöredeki insanlarda kanserlere ve sakat-anomalili bebeklerin dünyaya gelmesine neden olduğu, tam anlamıyla "yaşamı katlettiği" gözle görülür bir gerçektir.
    

Bunun yanı sıra nükleer enerjiyi sadece basit bir enerji sorunu olarak kavramak ve ona karşı olmak nükleer enerjinin "büyü-ya da-öl" mantığıyla hareket eden kapitalist sistemin bir yan ürünü olduğunu görememektir. İster nükleer enerji santralleri, ister siyanürle altın arama, ister dev hidroelektrik santralleri ister amazon ormanlarının yok edilmesi yada çok uluslu şirketlerin doğal ve toplumsal yaşamı yok etmesi olsun, tüm bunlar kapitalist sistemin doğa ve insan üzerindeki ekolojik felaketleridir. Tüm bunlar ve daha niceleri "büyü-ya da–öl" ikileminde var olabilen kapitalist sistemin ve piyasa toplumunun yan ürünleridir. Bunlar bir birlerinden bağımsız olarak düşünmek ne kadar saçma ise tek tek bu sorunları çözerek her şeyin bir gün iyi olacağını ummak da, bataklığı kurutmadan sıtmayı ortadan kaldırmayı ümit etmek kadar saçmadır.
    

Sadece "Nükleer Enerjiye Hayır!" sloganını dillendirmek yeterli midir? Daha da ileri gidersek; köklerindeki toplumsal, politik ve ekolojik temellerine vurgu yapmadan, nasıl olursa olsun "yeni ve yenilenebilir enerjilerin" kullanılmasını talep etmek ne kadar anlamlıdır? Kullanılacak tekniğin niteliği, boyutları ve denetimi de en az enerjinin niteliği kadar önemli değil midir?
    

"Yenilenebilir olsun, yerli olsun, ucuz ve bizim olsun da, nasıl olursa olsun" şeklindeki bir mantık, ekolojik yıkımın köklerini kavramakta ve çözmekte oldukça yetersiz kalacaktır. Neye karşı olduğumuz kadar, hatta ondan daha da önemli olan neyi, niçin talep ettiğimizdir. Yukarıdaki sorulara politik olduğu kadar ekolojik ve etiksel bir bakış açısıyla yaklaşmalıyız. Bu açıdan baktığımızda ise nükleer enerji sorunu sadece "ekonomik" hatta "teknik" bir sorun olmaktan çıkar. Tam anlamıyla politik, ekolojik ve etiksel bir nitelik kazanır. Bu da, sorunun çözümünde "bilimsel ve teknik zorunlulukların" yerine "etiksel ve politik talepleri" çıkarır.
    

Bütünlükçü politik bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, ekolojik krizin kaynağının her yerde yeniden üretilen tahakküm ilişkilerinin ve hiyerarşik yapılanmaların oluşturduğu bir "sistem" sorunu olduğu gerçeğiyle karılaşırız. Ekolojik problemleri toplumsal problemlerden ayıramayız. Günümüzün ekolojik krizinin kökenlerinin toplumsal ilişkiler ve çelişkilerden kaynaklandığını vurgulamalıyım. Bundan dolayı, ekolojik krize yönelik geliştireceğimiz her hangi bir argüman sadece "teknik" ve "ekonomik" zorunluluklardan sıyrılıp, politik ve etiksel bir anlam kazanmalıdır. Bu da ancak, kanımca ekolojik krizin kökeninde yatan çelişkileri göz önünde bulunduran, radikal bütünlükçü bir politik bakış açısıyla mümkün olabilecektir.

Nükleer Enerji Bir Alternatif Midir?
    

Bugün Almanya’nın nükleer enerji santrallerini, belli bir vadeye yaymış olsa dahi kapatma ve bir daha hiçbir şekilde kurulmaması kararını almış olması; Avusturya’da Siemens tarafından yapılan ilk atom santralinin 1978’de yapılan halk oylaması sonucunda hiç açılmamış olması; Japonya’nın 30 bin kişilik Maki kasabasında 96'da yapılan halk oylaması sonucu Maki belediyesinin atom santralına bir karış yer vermemiş olması; Akkuyu’da 1999 Temmuzunda Greenpeace ile yerel yönetimin birlikte düzenlediği yerel halk oylamasında oy kullananların % 84’ünün nükleer santral ve radyoaktif atık deposu kurulmasına hayır demesi1; Avustralya, İzlanda, İrlanda, Danimarka, Norveç, Portekiz ve Yeni Zelanda da kesinlikle anti-nükleer bir politikanın uygulandığı ve Türkiye’ye nükleer reaktör satmak için birbirleriyle yarışan ülkelerde on yıllardır tek bir santral siparişi alınamamış olması (ABD 27 yıl, Kanada 26 yıl, Almanya 18 yıl); nükleer gücün arkasındaki çok uluslu sermayenin dinamiklerinin görülmesi ve nükleer lobinin mali krizini aşmak için, pervasızca ve hayasızca, ikinci ve üçüncü dünya pazarlarına dadandıkları gerçeğini gözler önüne sermektedir.
    

Tabii ki, bu bilgiler dünyadaki nükleer enerjinin durumu ve halkların ulusötesi nükleer lobiye karşı vermiş oldukları yaşam mücadelesindeki iradesi ve eğitimi açısından çok önemlidir. Ve tabii ki, nükleer enerjinin ucuz ve risksiz enerji sağladığı şeklindeki, nükleer lobinin öne sürdüğü argümanlara karşı, nükleer enerjinin mevcut en pahalı ve en yüksek riske sahip olduğunun vurgulanması gereklidir. Örneğin, nükleer enerji reaktörlerinin, kuruluşundan söküşüne kadar her aşamasında, mevcut fosil yakıtlardan ve yenilenebilir enerji kaynaklarından kat ve kat fazla maliyet gerektirdiği gerçeğinin belirtilmesi önemlidir. Hatta, Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer enerji santralının 25 km ötesinden aktif Ecemiş fay hattının geçmesi nedeniyle, büyük risk barındırdığı; ya da var olan elektrik kaçaklarını engelleyerek ve kurulu diğer tesislerin verimli çalıştırılmasıyla bile, Türkiye’nin kısa, orta ve uzun vadedeki elektrik ihtiyacının karşılanabileceği gerçeğini dillendirmek anlamlıdır.
    

Bu döneme kadar yerli ve yabancı nükleer lobi üyelerinin, devletin kurumlarının ve nükleer başlıklı bilim çevrelerinin kamuoyunu yalan-yanlış bilgilendirme kampanyasına karşın öne sürülen, ağırlıklı olarak "ekonomik" temelli karşı argümanlar, kesinlikle gerekli ancak, nükleer karşıtı hareketin karşı duruşunu oluşturacak temel argümanlar açısından, oldukça yetersizdir.
    

Türkiye’deki nükleer enerji karşıtlarının, nükleer enerji lobisine karşı geliştirdiği argümanlar, "ekonomik" bakış açısının izlerini taşımaktadır. Şimdiye dek öne sürülen bu ve benzeri argümanları, nükleer karşıtı hareketin temel argümanları olarak kabul edecek olursak; ironik bir şekilde, karşı olduğumuz nükleer lobinin ve destekçilerinin "teknik ve bilimsel zorunlulukları" içine gömülü "ekonomik" bakış açısıyla hareket etmiş oluruz. O zaman da, şu soruları sormak gerekir: Nükleer enerji santralı Akkuyu’da değil de aktif fay hattının geçmediği bir yerde -örneğin Karaman’da- kurulmak istense bu karara karşı çıkmamalı mıyız?  Ya da, nükleer enerji yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından daha ucuz ya da "ekonomik" olsa nükleer enerjiyi tercih mi etmeliyiz? 
    

Günümüzün endüstrileşmiş "ileri" ülkelerinde nükleer enerji tercih edilen bir enerji olsaydı, bizim de aynı  yolu izlememiz gerekecek miydi?  Ya da, Türkiye’nin elektrik kaçakları sıfırlandığında dahi, enerji ihtiyacımız olsaydı, bu durum, nükleer enerji için bir tercih nedenini oluşturur muydu?
    

Kimin elinde olmasından bağımsız olarak, nükleer enerji doğrudan, organik ve toplumsal yaşamı yok etmektedir. Enerji üretiminde kullanılan hammaddeden tutunda, yapılan işlemlerin her aşamasında ortaya çıkan yan ürün ve atıkların, doğa ve yaşam tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemesine kadar nükleer enerji, her düzeyde ve ölçekte "yaşamı yok etmektedir". Bunun yanı sıra, en "gizli yüce milli çıkarlar" için kullanılması ve sistemin endüstriyel, askeri, bürokratik-teknokratik temellerini güçlendirerek, halklar üzerindeki tahakkümü de potansiyalize ettiği gözden kaçırılmamalıdır.
    

Nükleer enerjinin, "büyü ya da öl" şiarıyla yol alan, insanı ve doğayı hiçe  sayan kapitalist sistem ve piyasa ekonomisinin "ölüm yönsemeli" bir ürünü olduğunu unutmamak gerekir.  Burada neredeyse tamamıyla gözden kaçan ve sorulması gereken soru: Ekolojik ve özgürlükçü bir toplum ve yaşanabilir bir dünya için nükleer enerjinin bir alternatif olup olmadığıdır?
    

Bütünlükçü politik-ekolojik bir perspektiften baktığımızda, bu soruya verilecek yanıt koskocaman bir "HAYIR!"dır.   
    

Hayır! Nükleer Enerji Bir Alternatif Değildir!


Yenilenebilir Enerji Ve İnsani Ölçek
    

Bu bölümde, yazının başında sorduğum ve önemli olduğunu düşündüğüm iki soruya kısaca değinmek istiyorum.
    

Birincisi; köklerindeki toplumsal, politik ve ekolojik temellerine vurgu yapmadan nasıl olursa olsun "yeni ve yenilenebilir enerjilerin" kullanılmasını talep etmek ne kadar anlamlıdır? İkincisi ise; Kullanılacak tekniğin niteliği, boyutları ve denetimi de en az enerjinin niteliği kadar önemli değil midir?
    

Kanımca, bu sorular ekolojik yönelimli özgürlükçü bir toplumda var olması gereken, teknoloji ve enerji tercihlerini içeren kapsamlı bir çalışmayı hak etmektedir. Ancak, burada bu sorulara kısaca, genel hatlarıyla değinmeye çalışacağım.  Yukarıdaki sorulara, "nükleer enerji reaktörlerinin yerine devasa boyutlardaki güneş panellerini ya da binlerce dönümlük bir alana ekilen dev rüzgar türbinlerini tercih etmenin ne kadar doğru ve akıllıca olduğu" sorusunu da eklemeliyiz.
    

Eğer nükleer santrallere sadece "ekonomik" ve "teknik" nedenlerle karşı çıkmayacaksak, tercihlerimizi "ekolojik", "politik" ve "etiksel" taleplerle desteklemeliyiz. Bu durumda nükleer enerji reaktörleri gibi, devasa boyuttaki güneş panelleri ya da dev rüzgar türbinlerinden oluşan çiftliklere de aynı gerekçelerle karşı çıkmalıyız. Devasa büyüklükteki bu panellerin, türbinlerin ya da santrallerin yenilenebilir enerji kullanıp kullanmamasından bağımsız olarak, tahakküm ilişkilerini besleyecek teknokratik ve bürokratik yapılara neden olacağı gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Ayrıca, bu tür tesisler sıradan yurttaşlar tarafından denetlenebilir ya da yönetebilir olmaktan epey uzaktır.
    

Bu yüzden geleceğin teknolojisi, yenilenebilir enerji kaynakları açısından olduğu kadar, insanın insan ve doğa ile uyumunu da sağlayacak ve geliştirebilecek niteliklere sahip olmalıdır. Kanımca, bu nitelikler arasında çeşitlilik ve insani ölçek önemli bir yer tutmaktadır. İnsanın insan ve doğa ile uyumunu sağlayabilecek ve geliştirebilecek teknik/teknolojilerden bahsediyorsak, şunu unutmamalıyız ki, kullanacağımız enerji kaynaklarının da birbirleriyle etkileşime geçebilmesi önemlidir. Günümüzün piyasa toplumunda her derde deva tek kaynaklı mucize çözümlerinin yerine bulundukları ortamda doğanın birer parçası olarak var olan ve doğal evrime katılan, bir birlerini tamamlayan enerji kaynaklarını kullanmalıyız. "Verimliliği" değil "uyumu" ve "tamamlayıcılığı" hedef alan yapılar oluşturmalıyız. Nükleer enerjiye karşı sadece güneşi ya da rüzgarı ya da metanı enerji kaynağı olarak kullanırsak, özde sadece uranyum yerine güneşi ya da rüzgarı ikame etmiş oluruz. Bunun yerine güneşi, rüzgarı, metanı hatta fosil yakıtlarını dahi doğal çevrime uygun bir şekilde kullanmalıyız. Çeşitliliği yok sayan bir teknoloji ve enerji tercihi hiçbir zaman ekolojik olmayacaktır.
    

İnsani ölçek kavramına gelince, bu terimin sadece büyüklük açısından değil aynı zamanda, kullanılacak teknolojinin nitelikleri açısından da kavranması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Bunun yanı sıra, insani ölçek, kullanılacak tasarımlarım, sıradan insanların dahi kolayca kurup denetleyebilecekleri eko-teknolojik özelliklere sahip olması anlamına da gelmektedir.
    

İnsani ölçekte düzenlenecek yapılar insanın yaşamının her alanına müdahale edebilme talebinin psişik ve teknik temellerini kuvvetlendirecektir. Günümüz piyasa toplumunda teknokratlara ve profesyonellere yaşamın her düzeyinde tam bir bağımlılık içinde yaşamaktayız. Daha yirmi otuz yıl önce babalarımız, dedelerimiz kendi yaptıkları radyoları ve çeşitli aletleri kullanır iken bugün hemen hemen her şeyi piyasadan almaktayız. Ve giderek yaşamımızın her alanının denetimini ve kontrolünü yitirmekteyiz. Böyle bir toplumda insanların sadece tüketen ve üretmek için üreten kar yönsemeli piyasa toplumunun basit bir makinası haline getirilmek istendiğini -hatta büyük oranda da getirildiğini- ifade etmek önemlidir. Zira böyle bir toplumda insanların atomize bireyciklere dönüştürüldüğü gerçeğini görmeden çıkış yolunu bulabilmemiz de imkansızlaşacaktır.
    

Bundan dolayıdır ki eğer özgürlükçü ve ekolojik bir toplum hedefliyorsak, insanların yaşamlarının her düzeyine müdahale edebilecekleri ve yaşamları üzerinde doğrudan söz sahibi olabilecekleri kurumsal yapıları kurmalıyız. Bunun yanı sıra bu kurumsal yapıları destekleyecek ve geliştirebilecek insani ölçekte düzenlenmiş eko-teknolojilere dayalı enerji kaynaklarını oluşturmalıyız. İnsanların kontrol edebileceği, kurabileceği hatta tamir edebileceği nitelikte yapıları kurmak ve bunları kullanmak insanın özgüvenini geliştirmekle kalmayacak, aynı zamanda özgürlükçü ve ekolojik bir toplumun psişik ve etiksel temellerini de besleyecektir. Bilimin ve teknolojinin bu günkü gelişmişlik düzeyi ve bilgi birikimi dikkate alınınca, bu tür eko-teknolojilere dayalı enerji projelerini gerçekleştirmek, etiksel ve politik bir tercih halini alır.
    

"Büyü ya da öl" mantığıyla beslenen piyasa ekonomisi ve kapitalist sistemi eleştirmeksizin sadece, kullanılan enerjinin yenilenebilir olmasını talep etmek en iyi ihtimalle, rüzgar ve güneşi sayaca bağlayacak zihniyetin uzantılarını görememektir. En kötü ihtimalle ise, sistemin açmazlarının üstünü örtme çabalarıdır. Yenilenebilir enerji üretebilecek uzaya yerleştirilecek devasa güneş panelleri ya da dev rüzgar türbinleri pekala, piyasa ekonomisinin motor gücü haline gelebilecek "yenilenebilir bir enerji sektörü" doğurabilir. (ki şimdiden bu görüşümü destekleyen ip uçlarını görmek mümkündür). Burada neye karşı olduğumuz kadar hatta, en az onun kadar önemli olan neyin, neyi niçin talep ettiğimiz olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
    

İnsanın insanla ve doğayla uyumunu yeniden oluşturacak ve geliştirebilecek insani ölçekte tasarlanmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan eko-teknolojileri mi tercih edeceğiz yoksa, nükleer enerji santralleri veya onun kadar büyük sorunlar yaratacak ve piyasa sistemini besleyebilecek devasa güneş panellerini ya da muazzam boyutlardaki rüzgar türbinlerini mi tercih edeceğiz?
    

Her halükarda yapacağımız seçim, kuracağımız toplumu ve geleceğimizi belirleyecektir.

 

1 Aktaran Melda Keskin, İskenderiye Yazıları, Sayı 24, S 5, Ocak-Şubat 2000.

Bu makale EBTO Bülten’de (2000) yayınlanmıştır.