Feminist Enerji Sistemleri Tasarlamak: 'İstihdam' ve 'Bebeklerin' Ötesinde İklim Politikaları
Yazar: The Mayapple Enerji Dönüşümü Kolektifi 1
(Cara N. Daggett, Christine Labuski and Shannon Elizabeth Bell)
Cara daha önceki iki (bkz: https://autonomy.work/?s=cara) yazısında kadın düşmanlığı, fosil yakıtlar ve yeşil tekno-vizyonlar arasındaki ilişki hakkında yazmıştı. Bu enerjik erkeklikler – petro, ekomodern ve benzerleri- dünyaya yönelik çıkarcı bir yaklaşımı yansıtmaktadırlar: Sınırsız miktarda ucuz yakıt arayan ve bu nedenle adil bir geçiş bir yana, gerçekten sürdürülebilir bir geçiş sağlayamayan bir yaklaşım. Bu tür zorluklarla yüzleşirken, bu yazıda soruyoruz: Alternatif bir feminist enerji sistemi neye benzeyebilir? Dünya çapında feminist akademisyenlerin ve aktivistlerin bilgeliğinden ve pratiğinden yararlanan bir sistem neye benzeyebilir?
Feminizm ve enerji planlamasını bir araya getirmeye çalışmak şaşırtıcı görünebilir ancak durum böyle olmamalı. Feminist bir merceği benimsemek, 'iktidarın' nasıl işlediğine dair onun özgün uzmanlığından yararlanmamızı sağlar: erkek-kadın veya doğa-kültür gibi doğallaştırılmış, ikili karşıtlıkların yarattığı adaletsizlikten tutalım da; engellilik, ırk, sınıf ve cinsellik gibi baskı kategorilerinin çoklu ve iç içe geçmiş olarak kesişimsel bir anlayışa kadar.
Toplumsal Ekoloji ve Enerji Sorunu
Küresel ısınmanın büyük ölçüde fosil yakıtların aşırı kullanımından kaynaklandığının ortaya çıkmasından bu yana enerji sorunu çevreciler ve ekolojistler arasında yoğun olarak tartışılıyor. Bu ısınmanın yarattığı iklim krizi giderek daha çok can kaybına, kentlerde ve kırsalda devasa yıkımlara yol açıyor. 2030'lara vardığımızda bu zararların artık sigorta edilemeyeceği yıllar önce yazıldı ve o noktaya doğru gidiyoruz. Zaten yoksul yığınlar için bu sigortaların da bir yararı yok. Onun ötesinde de biyoçeşitlilik kaybı tüm karmaşık canlılarla birlikte insan yaşamının varlığını tehdit edecek noktaya doğru gidiyor. Bu iklim felaketlerinin önüne geçebilmek için en yaygın dile getirilen çözüm, fosil yakıt tüketimine yenilenebilir enerjiye geçilerek son verilmesi. Ancak endüstriyel kapitalizmin dayattığı mevcut tüketim toplumunu sürdürerek böyle bir çözümü yaşama geçirmek mümkün mü? Ya da ABD ordusunun yılda 78 milyon varille, 5 buçuk milyon nüfuslu Norveç'ten ya da 20 milyon nüfuslu Romanya'dan daha fazla petrol tükettiği bir dünyada bunları konuşmak anlamlı mı? Bu yazıda bu sorunları ve ekolojik alternatifleri farklı boyutlarıyla tartışmaya çalışacağım
Gıdanın Cinsiyetçi Politikası ve Hayatta Kalma Mücadelesi
Yazar: Vandana Shiva
Tarım, yani gıda yetiştiriciliği, başta kadınlar olmak üzere dünya insanlarının büyük çoğunluğu için hem en önemli geçim kaynağı hem de ekonomik hakların en temeli olan gıda ve beslenme hakkıyla ilgili bir alandır. Kadınlar, gıda zincirinde yaptıkları iş bakımından dünyanın ilk gıda üreticileridir ve Küresel Güney'deki gıda üretim sistemlerinin merkezinde yer almaya devam etmektedirler. Dört ila beş bin yıl boyunca evrilen bilge kadının tarım bilgisinin yirmi yıldan kısa bir süre içinde bir avuç beyaz erkek bilim insanı tarafından dünya çapında yok edilmesi, kadınları sadece uzman olarak hiçe saymakla kalmamış, aynı zamanda uzmanlıkları doğanın yenilenebilirlik sistemine dayandığı için, doğanın süreçlerinin ekolojik yıkımı ile kırsal bölgelerdeki yoksul insanların ekonomik yıkımıyla birlikte ilerlemiştir. Tarım kadınlar tarafından geliştirilmiştir. Dünyadaki gıda üreticilerinin, çiftçilerin çoğu kadındır ve kız çocuklarının çoğu geleceğin çiftçileridir; tarlalarda ve çiftliklerde çiftçilik becerilerini ve bilgilerini öğrenirler. Kadınlar aynı zamanda dünyadaki gıdanın yarısından fazlasını üretmekte ve gıda güvencesi olmayan hane ve bölgelerdeki gıda ihtiyacının yüzde 80'inden fazlasını sağlamaktadır.
Endüstriyel Hayvancılık Sürdürülemez
Türkiye’de bitkisel üretim ve hayvansal üretim (birlikte tarım diyoruz); hem ekolojik hem de ekonomik çifte bir krizle karşı karşıya. Dünya’da da benzer sorunlar var. Ancak ülkede yürütülen para politikası sonucu durum bizde daha da ağırlaştı. Türk Lirasının aşırı değer kaybı, yem hammaddelerinin ithal edilmek zorunda kalınması sonucu hayvansal üretim maliyetleri çok hızla arttı. Hayvansal üretim büyük ölçüde kesif yeme (sanayi yemi) dayalı olarak yapılıyor. Meralarımız geliştirilmedi ve çeşitli şekillerde maden, konut, turizm vb. nedenlerle tahrip oluyor ve küçülüyor. Bu ise hayvan beslemeyi kesif yeme dayalı olmak zorunda bıraktı. Sanayi yemi hammaddelerinin önemli bir kesimi ithal ediliyor. Döviz kurlarındaki hızlı artışlar bu nedenle sanayi yemi maliyetlerini de çok hızlı arttırdı.
Diğer yandan kamuya ait yem sanayinin, Süt Endüstrisi Kurumunun, Et ve Balık Kurumunun özelleştirilmiş olması yem, süt ve ürünleri, et ve ürünlerinde özel şirketlerin hegemonya oluşturmasına yol açtı. Üreticiler yem fiyatlarına giderek daha yüksek fiyatlar öderken, süt ve et için ellerine geçen fiyatlar daha az artıyor. Bu durum hayvansal ürün üreticisi çiftçilerin ikili bir makas arasında ezilmesine yol açıyor. Buna karşılık perakende sektöründe de benzer bir yoğunlaşma var ve bu da tüketicilerin hayvansal ürünlere çok yüksek fiyatlar ödemelerine neden oluyor. Kısacası; tüketici tüketemez, üretici üretemez hale gelmiştir. Küresel iklim değişikliği hayvancılığı da etkilemektedir. Ot verimi düşmektedir. Bu durum böyle devam edemez. Tarım değişen iklim koşullarına uyum göstermek zorundadır. Hayvansal üretimde çok köklü değişimler yapmak zorundayız. Bitkisel üretimle bütünleşmiş agroekolojik bir hayvancılık çıkar yoldur. Bu yazıda hayvancılığın nasıl bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini irdeleyeceğiz.
Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin seyir defteri: Cumhuriyet'in ilk yüzyılı
Dumbledore, "Önümüzde karanlık ve zor zamanlar var," dedi Harry'ye, "Çok yakında hepimiz, doğru olan ile kolay olan arasındaki seçimle yüzleşmek zorunda kalacağız."
Dünyadaki ve Türkiye’deki ekoloji hareketlerinin karanlık ve zor zamanlarda her zaman olmasa da çok kez doğru olandan yana tavır aldıkları söylenebilir.
Ekoloji hareketlerinin ilk olarak ABD ve Avrupa’da 1960’lı yılların sonuyla 70’lerin başında ortaya çıktığını görüyoruz. Bu dönemde ekoloji hareketlerinin yükselişi öğrenci hareketi, nükleer karşıtı hareket ve barış hareketi gibi farklı bileşenlerden oluşan daha geniş toplumsal hareketlerin bir parçası olarak gelişti. Ardından “büyü ya da öl” ikilemindeki kapitalizmin iktisadi ilişkileriyle, insansız doğayı ve toplumsal ilişkileri tarumar etmesi sonucu hareketin tabana dayalı mücadelelere evrildiğine tanık olduk, oluyoruz. Elbette bu denkleme devletlerin halklar üzerinde kurduğu tahakkümü de eklemek gerekir.