Toplumsal ekoloji düşüncesi Murray Bookchin tarafından 1960'lardan itibaren şekillenmeye başladı. Bookchin'in 1990'larda yayımladığı kitap ve makalelerle son şeklini aldı diyebiliriz. Bu dönem aynı zamanda Batı merkezli dünyanın sonsuza kadar süreceği gibi bir anlayışın hakim olduğu bir dönemdi. Her ne kadar toplumsal ekoloji Avrupamerkezci bu düşünce yapısına köklü bir eleştiri getirse de özelde Batı hegemonyasını tartışmadı, yalnızca genel olarak tahakkümün ortadan kalkacağı bir dünyaya nasıl ulaşabileceğimizi gündeme aldı. Oysa her ne kadar II. Dünya savaşı sonrasında sömürge sisteminin çöküşü yeni-sömürgeciliği geliştirmiş olsa da sermaye birikim döngülerinin günümüzde geldiği nokta Batı egemenliğinin çöküş sürecine girdiğimizi gösteriyor. Dolayısıyla toplumsal ekoloji düşüncesi de Batı egemenliğinin hep var olacağını varsayan bir söylemden sıyrılıp bu hegemonya sona erdikten sonraki dünya için de geçerli olacak bir söylem geliştirmek durumunda. Bu da her anlamda Avrupamerkezcilikten arınmayı, sınıf tahakkümünün ve kapitalist devletin ötesinde her türlü devlet geleneğinin yarattığı tahakkümleri vurgulayan bir toplumsal ekoloji söylemini geliştirmeyi gerektiriyor.

Avrupamerkezcilik iki temel kriterle tanımlanabilir: 1. Çizgisel tarihsel gelişme anlayışı, 2. Kalkınmacılık. Ancak her ne kadar bu iki kriterin sonucu olsa da üçüncü bir unsur olarak kapitalist modernitenin kökenlerini, esasen Avrupa'ya özgü içsel gelişmelerin ürünü olarak görmeyi de eklemekte yarar var. Toplumsal ekoloji ilk iki kritere göre Avrupamerkezciliğe alternatif bir düşünce geliştirmiştir. Ancak o dönemin yaygın tarih yaklaşımının bir sonucu olarak kapitalist modernitenin kökenlerini, esasen Avrupa'ya özgü içsel gelişmelerin ürünü olarak gören bir anlayışın izlerini taşımaktadır. Toplumsal ekoloji düşüncesi daha çok ekolojik sorunlara yoğunlaşarak buna alternatif yaklaşımlarla ilgilenmemiş, bunun sonucu olarak da günümüzdeki tahakküm sorunlarının bir bölümünü gözardı etmiştir. Daha önemlisi önümüzdeki dönemde giderek öne çıkacak olan dünya düzeni sorununa ve farklı devlet geleneklerinin buna etkisine dokunmadı. Bu toplumsal ekoloji düşüncesi açısından önemli bir boşluk yaratmış durumda.

Giriş

1960'lı yıllar gerek Sol içinde geçmişte hakim olan dogmatik Marxism'e alternatif politikaların gerekse de farklı toplumsal kesimlerin mücadelelerinin geliştiği yıllar oldu. Irkçılığa karşı, patriarkaya karşı toplumsal hareketler boy gösterdi, alternatif kültür günlük yaşama girdi. Bu mücadeleler yeni düşüncelerin, yeni sentezlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Toplumsal ekoloji, Marksizm ile anarşizmin ekoloji düşüncesini de kapsayan ve öne çıkaran bir sentezi olarak bu dönemde şekillenmeye başladı. Murray Bookchin tarımda kullanılan zehirleri ve onların etkilerini analiz etti, yeni teknolojilerin etkisini değerlendirdi, erken bir dönemde ekolojik tahribatların karmaşık canlıların habitatını ortadan kaldırma tehditini yaratacağı öngörüsünde bulundu. Bunlara çözüm olarak toplumun doğrudan demokrasi temelinde yeni bir politika anlayışıyla örgütlenmesini, bu amaçla özgürlükçü örgütlenmelerin ortaya çıkarılmasını önerdi.

1970'li yıllar II. Dünya Savaşı sonrasında istikrarlı olarak büyümüş olan ABD liderliğindeki kapitalizmin krizinin belirginleştiği yıllar oldu. Bu dönemde Vermont'ta toplumsal ekoloji enstitüsü kuruldu ve bu düşünce daha da netleştirildi. 1980'lerde kapitalizmin krizine çözüm olarak neoliberal politikalar uygulamaya geçerken, ideolojik planda da postmodernist fikirler yaygınlaştı. Ekoloji hareketi içinde ise derin ekoloji düşüncesi yaygınlaştı ve o dönemin tartışmalarına damgasını vurdu. Murray Bookchin bu dönemde toplumsal ekolojinin felsefesine yoğunlaşarak derin ekolojiye sert eleştiriler getirirken diğer yandan da özgürlükçü yerel yönetimciliği daha açık bir şekilde formüle etmişti.

1990'lı yıllarda ise Bookchin, bir yandan toplumsal ekolojinin felsefesi üzerine yazmaya devam ederek postmodernizm eleştirisini netleştirirken diğer yandan yaşam tarzı anarşistleriyle polemiklere girmişti. Sonunda da genel olarak anarşizmi eleştirmeye başladı ve toplumsal ekolojinin politikasını komünalizm olarak adlandırmayı tercih etti. Bu polemikler belki belirli noktaların açığa çıkartılması açısından önemli olsa da o dönemde başka çevrelerde yapılan tartışmaların göz ardı edilmesine yol açmış gibi görünüyor. Bu tartışmalar neydi diye bakacak olursak, bu dönemde sermaye birikim döngüleri üzerine detaylı tartışmaların yapıldığını ve tarihsel kapitalizm1 kavramı temelinde sömürgeciliğin yeniden ele alındığını görebiliriz. Immanuel Wallerstein'in liderlik ettiği bir grup akademisyen 1976'da Fernand Braudel Center for the Study of Economies, Historical Systems and Civilization'ı (New York'daki Binghamton Üniversitesinde Fernand Braudel Ekonomiler, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Çalışmaları Merkezi) kurarak 1970'lerdeki petrol krizi ile kapitalizmin krizinin derinleşmesini uzun tarihsel süreçler temelinde incelemeye başlamıştı. Bu çalışmalar en detaylı meyvelerini 1990'larda verdi.

2000'li yıllarda sağlığı giderek bozulan Bookchin daha önce başladığı, modern dönem devrimlerini inceleyen the Third Revolution(Üçüncü Devrim) üzerinde çalışmaya ağırlık verdi ve bu kitabın 4 cildini ölümünden önce yayımlamayı başardı. Ayrıca Politics of Cosmology kitabını da yayına hazırlamaya çalışan Bookchin'in o dönemde yeni bir konuya eğilmesi beklenemezdi zaten. Oysa kapitalizmin krizi bu dönemde çok kritik bir döneme girmiş, ABD hegemonyasının ve onun liderliğindeki sermaye birikim döngüsünün sonuna gelinip gelinmediği tartışması başlamıştı.

Fernand Braudel Center for the Study of Economies'e dönecek olursak, adından da anlaşılacağı gibi kapitalist ekonomilerin başlangıcından bu yana gelişimini Braudel'in long durée kavramı temelinde incelemeyi hedefliyordu. Burada long durée tarih yazımında kısa dönemlere ya da olaylara değil uzun dönemli tarihsel yapılara öncelik vermek anlamında kullanılıyor. Braudel bu temelde 13. yüzyılda Venedik'teki ekonomiden başlayarak sermaye birikim döngülerini incelemişti. Fernand Braudel Center her ne kadar bu yaklaşımı temel alsa da farklı analizler ve tartışmalar üretti. Başlangıçta olmasa da bu tartışmalarda yer alan akademisyenler Avrupamerkezciliğe de meydan okumak durumunda oldular. Ancak farklı yaklaşımlar burada da kendini gösterdi. Kapitalizmin ortaya çıkışında Avrupa'daki içsel gelişmelere ve buna karşı sömürgeciliğe ne ölçüde öncelik verme konusunda farklı yaklaşımlar ortaya çıktı.2 Ayrıca kapitalizm kavramını tarihte ne kadar geriye götürmek konusunda tartışmalar yaşandı. Bu şekilde bir anlamda farklı dünya-sistemleri perspektifleri ortaya çıktı diyebiliriz.

Bu dönemde Avrupamerkezcilik konusu Bookchin'in ve toplumsal ekolojistlerin tartışmaktan kaçındığı bir başka konuydu. Oysa toplumsal ekoloji bir yandan kalkınmacılığa alternatif bir vizyon geliştirirken diğer yandan da determinist çizgisel tarih anlayışını eleştiriyordu ve bunların bir Avrupamerkezcilik eleştirisiyle birleştirilmesi bu alanda yapılan tartışmalara önemli bir katkı olabilirdi. Ayrıca bu, toplumsal ekolojinin önemli bir teması olan tahakküm mirası analizini sömürgecilik ve ırkçılığı da dahil ederek zenginleştirecektir. Daha önemlisi de eğer dünya-sistemleri tartışmalarının ortaya koyduğu gibi ABD ve Batı hegemonyası son krizine girdiyse ve orta vadede sona erecekse toplumsal ekolojinin de bu sürecin sonunda ortaya çıkacak yeni dünyaya uygun bir söylem geliştirmesi gerekiyor. Bunlar gerçekleşirse hiç bir Sol hareketin yeniden şekillenen bir dünyada eski anlayış ve söylemlerle ne mevcut durumu doğru analiz etmesi ne de geniş yığınlara ulaşması olanaklı olacaktır.

 

Avrupamerkezcilik

 Arif Dirlik 1999 tarihli bir makalesinde şöyle yazdı:

"Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, ama özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, Avrupa-merkezcilik tarih kurgularımızda -sadece Avro-Amerikan tarih yazımında değil, dünya çapındaki egemen tarih yazımlarının mekânsal ve zamansal varsayımlarında- bilgilendirici ilke olmuştur. Avro-Amerikalılar dünyayı fethettiler, yerleri yeniden adlandırdılar, ekonomileri, toplumları ve siyaseti yeniden düzenlediler ve mekânı, zamanı ve diğer pek çok şeyi bilmenin premodern yollarını sildiler ya da kenara ittiler. Bu süreçte, tarihi daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde kendi imajlarında evrenselleştirdiler."3

Burada özellikle tarih yazımı vurgulansa da Avrupamerkezcilik dünyaya bakışımızı her yönden etkiliyor. Avrupa'da modern olarak tanımlanmış her şeyin daha doğru ve üstün olduğu kabul ediliyor. Bunun temelinde yatan düşüncelere bakarak Avrupamerkezciliği iki temel nokta ile tanımlayabiliriz:

1. Tüm insanlık tarihini kalkınmacı bir anlayışla ele almak ve üretimde artışı ilerleme açısından her şeyin önüne koymak.

2. Tarihe determinist bir doğrusallık temelinde bakarak her toplumun belirli toplumsal yapı aşamalarından geçerek ilerlediğini ve bu yapıların evrenselliğini savunmak.

 Bu anlayış sanayi kapitalizmiyle birlikte Avrupa'nın ulaştığı noktayı her yönden daha önceki toplumlardan daha ileri olarak görür ve Avrupa'nın buraya ulaşmak için yaptığı her şeyi meşrulaştırmaya çalışır. Bu temelde üçüncü bir nokta olarak kapitalist modernitenin kökenlerini, esasen Avrupa'ya özgü içsel gelişmelerin ürünü olarak görmeyi de ekleyebiliriz. Ortaçağdan çıkışa kadar geriye gidersek her aşamada Avrupa dışından gelen bilgi, teknolojiler ve diğer etkiler göz ardı edilir ya da etkileri en aza indirgenir. Bu gelişmeler esas olarak Avrupa'daki dinamikler sonucu ortaya çıkmış olarak sunulur, kıtalararası etkileşimler olmadan bu gelişmelerin bu şekilde olmayacağı gözardı edilir. Diğer kıtalardaki aktörler yalnızca pasif konumda ele alınır, onların belirlediği gelişmeler ihmal edilir. Böylece Avrupa dışındaki aktörler aynı zamanda ötekileştirilir. O bölgeler durağan, dünyanın modernleşmesine katkıda bulunmayan bölgelerdir.

Ancak daha belirleyici olan ilk iki kritere göre Avrupamerkezci olmayan bir çok yazar ve düşünürün üçüncü noktaya göre kimi söylemleri itibariyle Avrupamerkezci olarak nitelenebileceğini belirtmek durumundayız. Bu büyük ölçüde Avrupamerkezci tarih söyleminin uzun yıllardır en başta Marxist yazında olmak üzere çok baskın olmasından kaynaklanıyor. Bu söylemden uzaklaşmak bilinçli ve kararlı bir çabayı, detaylı araştırmayı gerektiriyor. Murray Bookchin de bu söylemlerden etkilenmişti ve kimilerince üçüncü noktaya göre Avrupamerkezcilikle suçlandı. Ancak temel kriterlere göre Avrupamerkezciliği reddetmiş düşünürleri bu şekilde yargılamayı doğru bulmuyorum. Bununla birlikte onların yazdıklarının gözden geçirilerek Avrupamerkezciliğin izlerinin silinmesi önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.4

Bu arada kimileri de Avrupamerkezciliği yalnızca kültür ve söylemle sınırlı bir sorun olarak görüyor. Oysa Avrupamerkezcilik yalnızca ne kültürel ne de tarih yazımı ile sınırlı bir sorundur. Esas olarak dünyadaki iktidar mücadelelerinin önemli bir ideolojik aracıdır ve Batı hegemonyasının kurulmasında önemli bir araç olmuştur. Sömürgecilik sonrası toplumlarına ABD hegemonyasının kabul ettirilmesi Avrupamerkezcilikten bağımsız olarak düşünülemez. Bu bağlamda Arif Dirlik şöyle yazmıştı:

 "Tarihsel bir olgu olarak Avrupamerkezcilik, Avro-Amerika'nın son beş yüzyılda ürettiği ve karşılığında Avrupamerkezciliği üreten, etkilerini küreselleştiren ve tarihsel iddialarını evrenselleştiren iktidar yapılarına atıfta bulunmadan anlaşılamaz."5

Bir diğer sorun ise kimi tarihçilerin ya da düşünürlerin Avrupamerkezciliğe güçlü bir şekilde karşı çıkmaya çalışırken Avrupa'nın yarattığı kavramları evrenselleştirerek ona yardım etmeleridir. Arif Dirlik bu konuda Andre Gunder Frank'ı şöyle eleştiriyor:

"Modern kapitalizmin tarihsel rolüne yapılan vurgunun Avrupa-merkezcilik olarak temsili, yalnızca modern tarihin ayırt ediciliğini silmeyi değil, aynı zamanda kapitalist üretim tarzını kendi üretim ve tüketim biçimleri, baskı ve sömürüsü ve ideolojisiyle ayrı bir tarz olarak ortadan kaldırmayı da vaat etmektedir. Andre Gunder Frank'ın ‘5.000 yıllık dünya sistemi’nde de durum böyledir; bu sistem Avrupa-merkezciliği silmek adına kapitalist gelişmeyi klasik iktisatla aynı şekilde evrenselleştirmekte ve doğallaştırmaktadır - yani onu belirli bir tarihin konjonktürel ürünü olmaktan çıkarıp insanlığın kaderi haline getirmektedir."6

 

Avrupa Merkezci Uygarlık, Tarih ve Devlet Anlayışı

Avrupamerkezci hakim anlayışa göre uygarlık yerleşik yaşamla, hiyerarşik olarak anlaşılan "karmaşık" ve merkezileşmiş toplumsal yapılar ile birlikte gelişmiş üretim teknikleriyle özdeşleştirilmiştir. Toplumun ahlaki ya da etik değerleri bu uygarlık anlayışında ya hiç yer almaz ya da geri plandadır. Uygarlık Mezopotamya'da başlamış ve Anadolu üzerinden Avrupa'ya yayılmıştır. Roma İmparatorluğuyla doruğuna ulaşmış, ardından bu İmparatorluğun çöküşüyle karanlık bir çağ yaşanmıştır. Rönesansla birlikte yeniden Avrupa'da yükselmeye başlayan uygarlık yeni doruklara doğru gitmektedir. Bu Avrupa ile Avrupalıların yerleştikleri ABD gibi diğer ülkelerin liderliğinde sürecektir. Aksi düşünülemez çünkü uygarlık 2,500 yıldır hep Avrupa'nın öncülüğünde gelişmiştir. Bu bakış açısına göre Roma'nın çöküşünden sonra Ortaçağdaki gelişmeler ve Rönesansın nasıl başladığı önemsiz detaylardır. Asya ve diğer kıtalar uygarlık açısından durağan bölgelerdir.

Bu söylem sömürgeciliğin meşrulaştırılmasında çok etkili olmuştur. Avrupa diğer kıtaları uygarlaştıracak güç olarak sunulmuştur ve bunu her yolla yapması mübahtır. Bu şekilde kölecilik, hatta soykırımlar meşrulaştırılmıştır. Burada gördüğümüz ilk sorun tarihe çizgisel yaklaşımdır. Uygarlığın insanlığın farklı toplumsal yapıları benimsediği dönemler halinde çizgisel bir yol izlediği var sayılır. “İlkel toplumlar”ı köleci toplumlar, onları feodal toplum, onu ise kapitalist toplum izlemiştir. Avrupa'da gözlemlenen bu sıralama evrenseldir ve her toplum için geçerlidir. Bu bakış açısına göre dışarıdan müdahaleler olmasaydı da her toplumun evrimi bu çizgide kapitalizme varacaktı. Kapitalizm Avrupaya özgü, oranın özgün koşullarında ortaya çıkmış bir toplumsal yapı değil; evrensel, her toplumun kaçınılmaz olarak varacağı bir toplumsal yapıdır. Dolayısıyla diğer toplumları kapitalistleştirmek de meşru bir çabadır, onların ilerlemesine hizmet eder.7

Avrupamerkezciliğin ikinci önemli özelliği ise uygarlığı yalnız toplumun maddi altyapısındaki gelişmeler temelinde ele almasıdır. İki uygarlığı ya da bir uygarlığın iki aşamasını karşılaştırdığında o toplumların maddi üretim ve tüketimleri en temel kriter olarak ele alınır. Öyle ki bu tüketimin savaş amacıyla ya da başka bir şekilde yıkıcı, yok edici bir şekilde kullanılması ya da yalnız gösterişe yönelmiş olması önemli değildir. Bir uygarlığın eşitlikçi bir şekilde tüm insanlara daha iyi bir yaşam sunması, daha yaşanılası kentler inşa etmiş olması onu daha değerli kılmaz. Ahlaki ve etik değerler uygarlıkların karşılaştırılmasında kendine yer bulmaz. Roma uygarlığının antik Atina'ya göre yurttaşların siyasete eşit katılımı gibi etik değerlerde bir gerilemeyi temsil etmesi ve o dönemde Dünyanın en önemli kütüphanelerinin yakılmış olması onu uygarlık açısından daha ileri bir noktaya konulmasını engellemez. Günümüzde de bu anlayış kalkınmacılık olarak ortaya çıkmaktadır.

Tabii bu yaklaşımda gördüğümüz iki sorun ister istemez Avrupa dışındakilerin ötekileştirilmesine neden oluyor. Buna göre uygarlığın bir çok farklı bölgenin karşılıklı etkileşim ve katkılarıyla geliştiği göz ardı edilir. Daha da kötüsü Avrupa'da gelişen ahlaki değerlerin, tüm insanlığı etkileyen ve onun sonunu getirebilecek kadar olumsuz sonuçlarından dolaylı olarak sorumlu olduğunu göz ardı etmeye çalışır. Öteki toplumlar durağandır, onların uygarlığa bilimsel ve düşünsel katkıları önemsizdir, insanlığın ne yönde gelişeceğine etkileri de önemsiz olacaktır ya da olumlu bir etkileri olmayacaktır. Dolayısıyla Avrupa'nın değerleri sorgulanmamalıdır, çözümler o çerçeve içinde aranmalıdır. Günümüz için bunlar serbest piyasa ekonomisi ve temsili demokrasidir.

Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarıyla aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıkan İndus Vadisi Uygarlığı bu söylemi çürüten önemli bir bulgu oldu. Ancak oradaki uygarlığın da hiyerarşik devlet temelinde örgütlendiğine dair bulguların çıkması beklentisiyle bu uygarlığa ilişkin bilgiler yıllarca gözden saklandı. Çok yaygın ve detaylı kazılara karşın bu yönde hiç bir bulgu ortaya çıkmayınca tartışmalar derinleşti. Sonuçta orada çağdaşlarından daha ileri teknolojilere sahip bir uygarlığın devleti, orduları ve kralları olmayan bir toplum tarafından kurulduğu yaygın olarak kabul ediliyor.8

Diğer yanda, Murray Bookchin tarihi böyle tanımlarken:

 “Tarih tam da insan gelişiminde rasyonel olan şeydir. Dahası, insanlığın özgürlük, özbilinç ve işbirliğine yönelik gerçek potansiyellerini hayata geçirmek için artan farklılaşma yoluyla çeşitli derecelerde ortaya çıkan, genişleyen ve başlayan örtük olanın diyalektik anlamında rasyonel olan şeydir.”9

Uygarlığı da bunun yaşama geçmesi olarak anladığını yazmıştı: "Bu başarılar, açıkça kabul edelim ki Uygarlıktır". 10Bu açıkça maddi üretime yönelik başarıların değil, özgürlük ve özbilincin gelişmesini temel alan bir uygarlık anlayışıdır.

Avrupamerkezcilik bu temelde dünyanın her tarafındaki devletlerin, kapitalist devlete evrileceğini varsayar ve farklı devlet geleneklerinin varlığını gözardı eder.11 Farklı devlet gelenekleri varsa bile bunlar modernleşme sürecinde ortak özellikler kazanacak, aralarındaki farklılıklar ortadan kalkacaktır. Toplumsal ekolojinin tarih anlayışı böyle bir varsayımı desteklemese de farklı devlet geleneklerini gözardı ederek bu Avrupamerkezci tuzağa düşmüş görünüyor. Bunun bir nedeni özgürlük mücadelelerine odaklanmak olabilir, ancak önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak gelişmeleri anlamak açısından farklı devlet geleneklerini de anlamak durumundayız. Dünya düzenini yönlendiren güçler arasında en büyüklerinin Asyalı devletler olduğu bir döneme girecek olursak buradaki devlet geleneklerini anlamadan bu güçlerle mücadele etmek olanaksız olacaktır.12

 

Dünya Sistemi Perspektifi

1970’lerde Fernand Braudel Merkezi'nde başlayan tartışmalar, bir yandan kapitalizmi 19. yüzyılda sanayileşme ile başlayan bir süreç olarak algılamayı diğer yandan da sömürgeciliği meşrulaştıran yaklaşımları sorgulayarak Avrupamerkezciliğe meydan okudu. Braudel'in analizlerine dayanarak 16. yüzyılda Akdeniz bölgesindeki ticarete dayalı olarak başlayan sermaye birikim döngülerinin tarihsel kapitalizmi başlattığını genel olarak kabul ettiler. Buna itiraz edenler de kapitalizmin başlangıcını daha da geriye götürmek gerektiğini söylüyordu. Böylece kapitalizmin gelişmesi dünya sistemi perspektifiyle analiz edildi. Bu analiz kapitalizmin Avrupa'nın iç dinamiklerinin ötesinde dünya ticaret sistemlerinin dinamikleri ve sömürgecilik süreciyle birlikte geliştiğini ortaya koydu. Bu süreçler boyunca biriken sermayenin İngiltere'ye akmasının orada sanayi kapitalizminin gelişimine zemin hazırladığı ortaya konuldu.

Birinci sistemik sermaye birikim döngüsü ticaret yoluyla biriken sermayesiyle Ceneviz liderliğinde başlamış ve onun desteklediği İspanya'nın, Güney ve Orta Amerika'yı sömürgeleştirmesiyle genişlemişti. İspanya Amerika'daki altın ve gümüşü talan ederken bu değerli metaller daha çok silah teminine ve Çin'den ithal edilen lüks tüketim mallarına gitmişti. İspanya'nın zenginleşmesi bundan pay almak isteyen İngiltere ve Fransa ile savaşları körüklemiş, sonuçta bu savaşları kaybeden İspanya'nın himayesindeki Ceneviz sermayesinin liderlik ettiği birinci döngü çökmüştü.

İkinci döngü, Hollanda'nın Baltık denizindeki ticarette sermaye biriktirmesi ve tekel kurmasıyla başladı13, ardından 1618-1648 arasındaki savaşlar sonrasında liderliği ele geçirdi. Hollanda hem kendi ordusuna sahipti hem de daha verimli gemiler inşa ediyordu. Ancak İngiltere ve Fransa da onunla rekabet edecek şekilde hem Asya'da hem Amerika'da sömürgeciliğe yöneldi. Sonunda Hollanda'nın işgücü ve üretim potansiyeli, sömürgelerini korumak ve genişletmek için yetersiz hale geldi. Ekonomi, sömürge sisteminin genişlemesini sürdüremediği için finansallaştı ve burada biriken sermaye, yatırımların daha kârlı olduğu İngiltere'ye akmaya başladı.14 Ayrıca, Hollanda sermaye birikimi açısından lider ülke olmasına ve Hint Okyanusu'ndaki ticarete hakim olmasına rağmen, on yedinci yüzyılda dünyanın en zengin ülkesi hâlâ Hindistan'dı ve onu Çin takip ediyordu. Batılı güçler henüz dünya hegemonyası kurmaktan çok uzaktı ve uluslararası ticaretteki payları Asya ülkeleri arasındaki ticarete kıyasla hâlâ küçük kalıyordu.

Hollanda'nın liderliğinin çöküş süreci, Fransa'nın Napolyon savaşlarını başlatarak liderlik yarışına girmesine yol açtı. Ancak 1814’de liderliği bu savaşın galibi İngiltere ele geçirdi. Zaten daha önce de Hindistan'da Fransa'ya karşı üstün gelmiş ve buradaki tekstil sektörünü sömürerek ve topladığı vergilerle güçlenmişti. Sömürge sistemini genişleten İngiltere'nin hegemonyasında gelişen üçüncü döngü 1873–1879 ekonomik kriziyle birlikte çöküş sürecine girdi. Bu işaret krizini, finansallaşmayla birlikte iyimserlik yaratan bir yükseliş ve ardından da I. Dünya Savaşıyla başlayan nihai krizler dönemi izledi.15 Yine yaklaşık 30 yıllık kaostan sonra Almanya'nın liderlik yarışından silinmesinde baş rolü oynayan ABD liderliğinde dördüncü döngü başladı.

ABD BM, IMF ve Dünya Bankası gibi yeni kurumlarla belirlenen yeni bir dünya düzeni kurdu. Klasik sömürgecilik yerini yeni sömürgeciliğe bıraktı; doğrudan işgal yerini ikili ve bölgesel anlaşmalara, siyasi manipülasyona ve silahlı işgal tehdidine bıraktı; Keynesçi politikalar ve devlet müdahaleleri ekonomide baskın hale geldi. Uzun bir istikrarlı büyüme döneminden sonra, 1970'lerde petrol fiyatlarının yükselmesine neden olan kriz bu döngünün işaret krizi oldu. Önceki iki döngüde olduğu gibi, liderliği yürüten ülkede işgücü maliyeti arttığında, sanayi başka yerlere kaydı ve küresel güneye taşınmaya başladı. 1980'lerde uygulamaya konan neoliberal politikalar ve yeni bilgi teknolojileri kârlılıktaki düşüşü kısa süreliğine durdurdu. 1990'lar iyimserlik yıllarıydı. Ancak, uzun süren Vietnam Savaşı'nı kaybeden ABD'nin askeri ve siyasi gücü erozyona uğramaya devam etti. 2001 krizinden sonra ABD, Afganistan ve Irak işgalleriyle hegemonyasını güçlendirmeye çalıştı ancak bu işgaller trilyonlarca dolara mal oldu ve bir fiyaskoya dönüştü.

Çok kısa olarak tanıtmaya çalıştığım bu analiz yüz yılı aşan döngüler boyunca sermaye birikiminin nasıl geliştiğini inceliyor, her döngüde dikkat çeken ortak özellikleri açığa çıkarıyor, örüntüleri bulmaya çalışıyor. Bu süreçler boyunca kapitalizmin sömürgecilikle nasıl iç içe geliştiğini ortaya seriyor. Sömürgelerin ve genel olarak diğer kıtaların çok yönlü katkıları olmadan kapitalizmin gelişemeyeceğini sergiliyor. Bunların günümüzü anlamak açısından bize öğreteceği bir çok ders var. Ayrıca bu analiz günümüzde nihai krizlerini yaşadığımız dördüncü döngünün sonuna ilişkin öngörülerde bulunmamıza da olanak sağlıyor. Bu öngörüler olmaksızın özgürlük mücadelelerinin önümüzdeki dönemin belirleyici çatışmaları içinde önünü görmesi pek olanaklı değil.

Örneğin, dünya sistemi perspektifi, mevcut döngünün şu anda yaşanan nihai kriz döneminde, yeni güçlerin, gerileyen hegemonun oynadığı role kıyasla daha az rol oynayacağını doğru bir şekilde öngörmeye yardımcı olmuştur:

"Geçmiş geçişlerle yaptığımız karşılaştırma, saldırgan yeni güçlerin sistemik çöküşleri hızlandırmadaki rolünün geçişten geçişe azaldığını, gerileyen hegemonun sömürücü tahakkümünün oynadığı rolün ise arttığını göstermektedir."16

Günümüzde Çin ve Hindistan, yeni bir dünya düzeninin kurumlarını sabırla inşa ederek mevcut sistemik döngü için yumuşak bir iniş sağlama rolü oynarken; gerileyen bir güç olarak ABD, uyum sağlamak ve uyumlaştırmak yerine hegemonyasını güçlendirmeye çalışıyor.

 

Batı Hegemonyası Sonrası için Olası Senaryolar

Batı hegemonyası, on dokuzuncu yüzyılda Birleşik Krallık liderliğindeki sömürge sistemi ile kuruldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise ABD liderliğinde yeni-sömürgeci bir dünya hegemonyası kuruldu. Ancak bu hegemonya, yeni ve eski güçler arasındaki rekabet nedeniyle hiçbir zaman uzun süre istikrarlı bir hegemonya olmadı.

Günümüzde Washington mutabakatı olarak bilinen neoliberal ilkelere karşı Beijing mutabakatı tartışılıyor ve çeşitli şekillerde ağırlık kazanıyor.17 2008-2009 küresel mali krizlerinin ardından, küresel ekonomiyle ilgili kritik konuların ele alındığı forum olarak G7'nin yerini G20 aldı. Bu, "Batılı olmayan büyük güçlerin (Çin'in öncülüğünde) ontolojik olarak parçalanmış, normatif olarak tutarsız ve kurumsal olarak tutarsız yeni tarz çok taraflılığın şekillendirilmesinde giderek daha fazla karşı-hegemonik bir rol oynadığı" "melezlik çağının"18 başlangıcı olarak kabul edilebilir. Örneğin Güneydoğu Asya'nın en büyük ekonomisi olan Endonezya, 2014'ten bu yana Çin'in de desteğiyle devlet kapitalizminin önemli ölçüde genişlediği bir ülke oldu.

 Çin'in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütüne katılmasının ardından 2002 yılında yükselen pazarlar ya da ekonomiler dönemi başladı. 2013 yılına kadar süren bu dönemde yükselen ekonomilere Batıdan sermaye ihracı ve doğrudan yatırımlar önceki dönemlere göre çok daha yüksek bir oranda gerçekleşti. Bunun doğal sonucu olarak başta Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya olmak üzere bu ülkelerde yüksek bir ekonomik büyüme gerçekleşti. Bu ülkeler daha sonra Güney Afrika'nın da katılımıyla 2010'da BRICS adını alacak olan bir işbirliği örgütü oluşturdular. Bu işbirliği esas olarak ABD hegemonyasına son vererek çok kutuplu bir dünya düzeninin kurulmasını amaçlıyor. Bu yöndeki çabalar çok yönlü. ABD dolarını uluslararası rezerv para ve ticarette kullanılan hakim para birimi olmaktan çıkarmayı amaçlıyorlar. BRICS ülkeleri giderek daha fazla oranda aralarındaki ticareti kendi para birimleri ile yapıyorlar.

Ukrayna’nın işgalinin ardından Rusya'ya uygulanan yaptırımların sonucu olarak BRICS ülkeleri bir yandan kendi aralarındaki finansal alışveriş mekanizmalarını geliştirdiler, diğer yandan da özellikle Rusya ile diğer ülkeler arasındaki ticaret hacmi önemli oranda arttı. 2023 Ağustosunda Arjantin, Mısır, İran, Etiyopya, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de üyeliğe davet edildi. Sırada olan 23 devletin daha olduğu söyleniyor. BRICS+ ülkeleri şimdiden satın alma paritesi bazında G7 toplamından daha büyük bir GSYH’ye sahip. Olası yeni katılımlar ve Çin ile Hindistan'ın yüksek büyüme hızını gözönüne alınca yakında BRICS+'nın nominal değerle de G7'nin toplamı büyüklüğünde bir ekonomik güce ulaşacağını öngörebiliriz.

Önde gelen BRICS ülkelerinden Çin ve Rusya'da devlet kapitalizmi hakimken, Rusya ve Hindistan'da yandaş kapitalizminin öne çıkması raslantı değil. Aksine önümüzdeki dönemde kapitalizmin ne yönde gelişeceğine ilişkin ipucu veriyor.

Dünya sistemi perspektifi, içinden geçtiğimiz geçiş döneminin ABD hegemonyasından çok kutuplu bir dünyaya doğru olduğunu gösteriyor. Eski güç merkezleri olan ABD ve Avrupa gerilemekte; Çin yükselen güçlerin başında gelirken, Hindistan ve diğerleri de dünya ekonomisi ve ticaretindeki paylarını artırmaktadır. Ancak bu yeni dünya düzeninin nasıl şekilleneceğini ve sermaye birikiminin nasıl devam edeceğini bilmemize olanak yok. Ayrıca mevcut sermaye birikimi döngüsünün son döngü olması ve yeni bir döngünün şekillenmeden bitmesi ihtimali de var; bu sürecin nasıl gelişeceğini de bilemeyiz. Bununla birlikte geçmiş döngülerin nasıl sona erdiğine bakarak liberal kapitalizmin sonuna geldiğimizi söyleyebiliriz. Geçmişte de sona eren döngünün yarattığı bunalımın aşılması için devlet müdahelelerinin ağırlık kazandığı politikalar izlenmiş. Daha da önemlisi yeni bir döngü her zaman sömürge sisteminin yeni bir biçimde genişletilmesine dayanmıştı. Ancak bu kez yeni sömürgeciliğe bir alternatif yok, aksine özerklik fikri eski sömürgeler arasında yayılıyor ve sömürgecilik her devlet tarafından içselleştiriliyor.

Ayrıca daha sonra inceleyeceğimiz gibi, mevcut dünyanın sorunları o kadar derin ki, bu sorunların üstesinden gelmek için diğerleri üzerinde hegemonya kurabilecek ve liderlik iddiasında bulunabilecek hiçbir devlet yok. Çin'in de bu yönde bir niyeti yok. Dolayısıyla mevcut döngünün sona ermesinin Batı egemenliğindeki hegemonik dünya düzeni döneminin ve hegemonik dünya düzenlerinin de sonu olacağını varsayabiliriz.

Tüm bu gelişmelere, bu geçiş döneminin aynı zamanda iklim krizinin doruğuna ulaştığı bir noktada gerçekleştiğini gözönüne alarak bakmak durumundayız. BRICS üyelerinden Hindistan, tüm uluslararası çağrılara karşın kömüre yatırım yapmaya devam eden ülkelerin başında geliyor. Çin liderleri ise artan çevresel sorunlar ve iklim kriziyle başa çıkmak için uzun süredir "ekolojik uygarlık"ı tartışıyor. Ancak bunu yukarıdan aşağıya alınacak kararlar ve merkezi projelerle çözmeyi umuyorlar. Sonuçta varacakları noktanın eko-otoriterlik olması bekleniyor. Liberal iklim politikalarının etkisiz kalmasıyla eko-otoriterliğin Batıda eko-faşizmi tetiklemesi de muhtemel. Küresel Güney'in kendi içinde dayanışmayı yükselterek Batının gücünü çok azaltması Avrupa ve ABD'de milliyetçiliği ve ırkçılığı körükleyebilir.

Ayrıca McCarthycilik gibi baskıcı politikaların üçüncü döngünün sona ermesinden sonra nasıl geliştiğini hatırlamakta fayda var. ABD ve SSCB arasındaki rekabet bunun ana nedeniydi. ABD ve Avrupa Küresel Güney'deki askeri darbeleri desteklerken, SSCB silahlı ulusal kurtuluş hareketlerini destekledi. Batılı ülkeler ile BRICS+ arasında farklı türde bir rekabet göreceğiz. Bu rekabet şimdiden Afrika'da Rusya tarafından desteklenen askeri darbeler gibi beklenmedik sonuçlar yaratmaktadır.19 Bir başka örnek ise hem Batılı güçlerin hem de Rusya'nın Türkiye'deki demokratik olmayan diktatörlük rejimini desteklemesi ve desteğin çekilmesinin Türkiye'yi diğer tarafa iteceğinden korkmasıdır. Bu rekabetin gelecekte nasıl gelişeceğini tahmin etmek gerçekten zor.

Tüm bunların ötesinde de gerek iklim krizinin zorunlu kılacağı önlemler gerekse de devlet blokları arasındaki rekabet kapitalizmi devlet kontrolünde ve onun çizdiği sınırlar içinde etkili olan bir sisteme indirgeyebilir. Asya'daki ulusal pazarlar dünya piyasasını belirleyecek boyuta ulaştığında Batının bunu kabullenip piyasayı kendi haline bırakacağına emin olamayız. Şu anda bile Biden, hassas bilgileri toplayabilecekleri bahanesiyle Çinli şirketler tarafından üretilen akıllı arabaların kısıtlanmasından bahsediyor.20 Böyle bir ortamda ürünler Asyalıların taleplerine göre şekillenecek ve Asyalı şirketler bir çok yönden avantajlı hale gelecektir. Sonuçta sermaye birikimi, 13. yüzyılda Venedik'te olduğu gibi devlet denetiminde bir sürece dönüşebilir; ya da temel amaç olan sermaye birikiminin yerini devlet gücü birikiminin alacağı bir post-kapitalizme dönüşebilir.

Öte yandan, doğayı tahrip eden kör bir büyüme ekonomisi yerine nispeten adil ve sürdürülebilir bir ekonomi talep eden kitlesel halk hareketleri, sermaye yatırımlarının ve hareketlerinin sınırlandırılması yönünde baskı yapacaktır. Büyük olasılıkla artan gıda fiyatları, yaygın güvencesiz istihdam ve diğer sorunlar daha fazla insanı bu yönde kışkırtacaktır.

 

Çoklu Modernite ya da Küresel Modernite

19. yüzyılın sonlarında, üçüncü sermaye birikimi döngüsünün finansallaşma döneminde yaşanan küreselleşme dalgası aynı zamanda Avrupamerkezci zihniyetin tüm dünyaya yayılmasını sağladı. Bu Avrupa’da gelişen bilim ve teknolojilerin modernizm adına yayıldığı bir dönemdi. Bu dönemde İngiltere’de yoğunlaşmış olan sermaye bir yandan sömürgelere akarken asıl büyük payı alan ABD idi. Çin ya da Osmanlı gibi eski imparatorluklarda ise seçkinler geri kalmışlıklarından Konfüçyusculuğu ya da İslami dinsel düzeni sorumlu tutmaya başladılar. Çözümü Avrupalı bir uygarlık anlayışını benimsemekte görüyorlardı. 20. yüzyılın başlarında bunun uygulamalarına tanık olundu. Ulusçuluk ve ulus devlet zihniyeti de böylece giderek yaygınlaştı. Modernitenin evrensellik iddiası gerçekleşiyor gibiydi.

II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD, uygarlığın vardığı son nokta, örnek alınması gereken hedef olarak algılanmaya başlandı. Buna karşı tek seçenek sosyalist sistemdi. Bağımsızlığına kavuşan ülkeler önce sosyalist sistemi örnek aldılar, ancak gerek kendi başarısızlıkları gerekse sosyalist sistemin çöküşü sonuçta onları da ABD’nin ideolojik hegemonyası altına soktu. ABD II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya attığı kalkınmacılık fikrini bu şekilde tüm dünyaya benimsetti.

20. yüzyılın sonlarında dördüncü sermaye birikimi döngüsünün finansallaşmasıyla ortaya çıkan küreselleşme ise ulus devletin zayıfladığı, ulus-ötesi tekellerin güçlendiği bir dönem oldu. Ancak yukarıda da gördüğümüz gibi bu sefer Batı’da birikmiş olan sermaye yükselen pazarlara yani farklı kültürlerin hakim olduğu ülkelere akmaya başladı. Kalkınmacılığı benimsemiş olan bu ülkelere sermaye akışı ve ekonomik güçlenmeleri ise Avrupamerkezci zihniyetin temel bazı özelliklerini benimsemiş dahi olsalar bu ülkelerin kendi modernitelerini yaratmalarıyla sonuçlandı. Daha önce geri kalmışlığın nedeni olarak görülen geleneksel zihniyet ve yapılar artık tam aksine kendi gelişmelerinin önünü açacak değerler olarak görülmeye başlandı. Zaten aile yapısı ya da devletin otoriter bir bürokrasi tarafından örgütlenme tarzı gibi alanlarda bu ülkelerde çok fazla modernleşme yaşandığı söylenemez.

Bu anlamda geleneksel kültürlerin yeniden canlanması “çoklu moderniteler” olarak adlandırılmakta, ancak bu adlandırma daha çok bu gelişmenin kültürle sınırlı, güç ve egemenlik ilişkilerinden bağımsız, postmodernizme benzer bir yaklaşımla ele alınmasıyla ilişkilendiriliyor. Arif Dirlik bunu ve bu modernitelerin aynı zamanda moderniteyi tamamlayan ve yaygınlaştıran yönünü gözönüne alarak bu gelişmenin küresel modernite olarak adlandırılmasını öneriyor ve gerekçelerini şöyle açıklıyor:

  1. Acil olarak dikkat edilmesi gereken husus, hegemonik bir modernleşme söylemini başka yollarla sürdüren "çoklu moderniteler" fikri ya da bilginin örgütlenmesinde çok kültürlülükle ilgili kaygılarda olduğu gibi, kültürlerin ve uygarlıkların somutlaşmış kavramlarıyla meşgul olmaya karşı değerlerin gündelik üretimidir; bu da kültürel bölünmeleri aşan karmaşık sınıf, toplumsal cinsiyet ve etnik/ırksal eşitsizlik sorunlarını kültür sorunlarına dönüştürür ve hesaplaşmaları için sadece kültürel bölünmeleri değil, aynı zamanda etnik/ırksal eşitsizlikleri ve bununla birlikte bu eşitsizliklerin gizemlerini de üreten ekonomi politik yapılara daha yakından dikkat edilmesini gerektirir.21

Bir başka yerde bunu daha da açıklığa kavuşturuyor:

Modernitenin küreselleşmesi, küreselleşmenin ideolojik yayılımlarında olduğu gibi, faydalarından mahrum bırakılanlar da dahil olmak üzere herkese ulaşan ve dokunan bir modernite olarak değil, daha da önemlisi, modernite üzerine iddiaların çoğalması olarak anlaşılmalıdır. Gelenekler artık modernleşme söyleminde olduğu gibi moderniteyle bir karşıtlığı ima etmiyor. Taliban gibi istisnai durumlar dışında, geriye dönük muhafazakarlığın alanı da değiller. Alternatif modernitelere (ancak nadiren moderniteye alternatiflere) yönelik iddialar oluşturmak için giderek geleneklere daha fazla başvurulmaktadırlar. Geçmişe değil, geçmişin çevresinden dolaşarak alternatif bir geleceğe işaret ediyorlar. Artık terkedilmiş bir sosyalizmden -Çin Halk Cumhuriyeti gibi resmi olarak "sosyalist" toplumlarda bile- kapitalist modernite tarafından ezilen ya da bir kenara itilenler adına konuşma ve gelecek için farklı olasılıklara işaret etme görevini devraldılar.22

Böylece modernite artık evrensellik iddiasını kaybetti. Bir yanda küresel bir olgu haline gelirken, diğer yanda farklı modernitelerin kendilerini geliştirdiği bir küresel moderniteye dönüştü. Ancak her birinin nasıl farklı şekilde açımlanacağı belirsiz olduğu için bu modernitelerin dünyaya neler getireceğini bugünden kestirmek zor. Bir yanda bu moderniteler Avrupamerkezci kalkınmacılığı ve teleolojik tarih anlayışını değişik biçimlerde yeniden üretme potansiyelini taşırken, diğer yanda alternatif yörüngeler de üretebilirler.

Özellikle Çin ve Hindistan’ın, iki köklü uygarlık bölgesi olarak kendi geleneksel düşünce sistemleri temelinde günümüzdeki Avrupamerkezli moderniteye karşı kendi alternatif gelişme çizgilerini geliştirmeleri bir olasılık. Çin şimdiden GSYİH büyümesi yerine kırsal alanların yeniden canlandırılmasına ve çevrenin iyileştirilmesine öncelik veren bir politikayı benimsedi. "Çin'in kırsal ekonomiyi yeniden inşa etme çalışmalarını ilerletmeye yönelik yeni Kırsal Yeniden Canlandırma Teşvik Yasası Haziran 2021'de yürürlüğe girdi."23 Bu tabii ki kalkınmacı bir çizgide ilerleyip ABD hegemonyasına son verdikten sonra açık hale gelecektir. Bunu başardıktan ve post-hegemonik bir dönem kurduktan sonra, iklim krizine karşı bir paradigma değişimi zorunlu olacaktır. Ancak neo-Konfüçyuscu bürokrasi gibi geleneksel kurumlara dayalı böyle bir paradigma değişimi, sadece otoriter yönetimlere destek verecektir; özgürleşme ve demokratik çözümler konusunda bir umut olamaz. Bununla birlikte farklı paradigmalar ortaya çıkabilir ve bunların aşılması muhtemelen farklı söylemler ve mücadele yöntemlerini gerektirecektir.

 

2030'lu Yıllarda Geçerli Olacak bir Toplumsal Ekoloji

Toplumsal ekoloji, ekolojik krizin temel nedenlerine ve günümüzün iç içe geçmiş çoklu krizlerinin üstesinden nasıl gelineceği sorusuna odaklandığı için, 1980'ler ve 1990'lar boyunca derin ekoloji, anarşizm ve postmodernizm eleştirilerine ağırlık vermek teorik açıdan onu boğmuştu -bu akımlar dikkat dağıtıcı fikirlere sahiplerdi, bir çok tartışma dar bir çerçevedeydi. Sonuç olarak sömürgecilik, tarihsel kapitalizm ve küresel modernitenin analizinde boşluklar oluştu. Ayrıca bu boşluklar, toplumsal ekoloji teorisinde kalkınmacılığın ve doğrusal tarih anlayışının açık eleştirisini içermesine rağmen Avrupa-merkezciliğin izlerini bıraktı.

Avro-Amerika dünya hegemonyasını sona erdirecek gibi görünen kritik bir geçiş döneminden geçerken, Avrupa-merkezcilikten uzaklaşmak için toplumsal ekoloji teorisindeki bu boşlukları kapatmak önem kazanıyor. Sömürgeciliğin bu şekilde daha tutarlı bir çerçeveye oturtulması ırkçılığın daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Toplumsal ekolojiyi dünya sistemi perspektifiyle -tabii ki eleştirel bir bakışla- bütünleştirmenin toplumsal ekolojiyi bu yönde geliştirmeye yardımcı olacağını düşünüyorum. Böyle bir çaba aynı zamanda Arif Dirlik'in "dünya tarihini kavramak... geçmişi ve bugünü şekillendiren güçlerin araştırılmasında ve açıklanmasında nihai referans çerçevesi olarak dünyayı veya yerküreyi [almayı gerektirir]... Dünyayı ulusların ve uygarlıkların mekânları açısından düzenlemek yerine, bu perspektif ulusları ve uygarlıkları kendi tarihsellikleri içinde, yalnızca kendi başlangıçları ve sonları olan değil, aynı zamanda kendi yapılarında bitmiş ürünlerden ziyade süreçler gibi görmeyi gerektirir"24 diyerek önerdiği gibi dünya tarihinin tutarlı bir şekilde anlaşılmasını da sağlayacaktır.

İklim krizini çözüme yönelik mücadele, tüm yönleriyle Avro-Amerikan hegemonyasına karşı küresel direnişle çakışacak gibi görünüyor. Bu mücadelelerin sonucunda oluşacak yeni dünya düzeni küresel anlamda daha adil bir dünya yaratabilir, ama özgürlükler ve demokrasi mücadelesi açısından ilerleme değil gerilemeye yol açması daha muhtemel. Bu zorlukları aşmak için toplumsal ekolojinin kapsamını önümüzdeki dönemde etkili olabilecek şekilde genişletmek gerekiyor:

Her şeyden önce toplumsal ekoloji, Avro-Amerika hegemonyasından küresel Güney'e güç kaymasını ve bu kaymanın olası sonuçlarının ve çeşitli etkilerinin analizini içermelidir. İklim krizine karşı keskin mücadelelerin yaşanacağı önümüzdeki dönem, aynı zamanda Batı hakimiyetinin yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakacağı bir dönem olacak gibi görünüyor. İlerici güçlerin bu güç değişiminin zorluklarına karşı hazırlıklı olması için bu bağlam dikkate alınmak durumunda. Dünya sistemi perspektifi böyle bir analizin geliştirilmesine yardımcı olacaktır. Ancak bu, önceki analizlerin eleştirel bir şekilde gözden geçirilmesini ve son gelişmeler ile yükselen toplumsal hareketler dikkate alınarak bunların güncellenmesini gerektiriyor (Örneğin çevresel adalet hareketleri bu analizlere daha fazla dahil edilmeli veya ekonomiye odaklanma küresel modernite fikriyle tamamlanmalıdır).

Asya ülkelerinin küresel siyasette daha etkili olacağı bir dönemi anlamak için farklı devlet geleneklerini içeren yeni bir devlet teorisine ihtiyaç var. Eski medeniyetlerin Avro-Amerikan devletleriyle benzer politikalar izleyeceğini varsaymak naif bir yaklaşım olacaktır. Onların kendi rasyonaliteleri ve kendi değerlerine dayalı devlet gelenekleri var. Kritik mücadelelerin yaşandığı bir dönemde onlarla başa çıkabilmek için onları kendi terimleriyle anlamak gerekecek.

Temel sorun sermaye birikiminden devletin güçlenmesine kayacak gibi görünüyor, özgürlük mücadelesinin vurgusu da bu durumda tahakküm mirasına ve devlet tahakkümüne karşı mücadeleye kaymak durumunda olacaktır. Bu da küresel modernitenin o bölgede nasıl benimsendiğine göre farklı bölgelerde farklı asgari programlar geliştirmeyi gerektirecektir.

Toplumsal ekoloji, Avrupa-merkezciliğin ve postmodernizmin tuzaklarından kaçınarak özgürlükçü bir ekolojik mücadele yükseltmek için tutarlı bir çerçeve sunmaktadır. Ancak sürekli değişen bir dünyada, ekolojik kriz dışındaki acil konuları da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekiyor; çünkü bu çatışmaların ve ilgili tahakküm biçimlerinin diğer tüm tahakküm biçimleriyle birlikte ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu yazıda böyle bir genişleme için bazı alanlar önerildi. Bu tür ek analizler olmaksızın toplumsal ekoloji, özgürlük mücadelesini güçlendirmeye yardımcı olacak bir teori olmaktan ziyade geçmişin donmuş bir teorisi haline gelebilir. Bu nedenle, acil bir ihtiyaç haline gelmeden, bu konuları tartışmaya başlamak ve daha kapsamlı bir teori inşa etmek gerekiyor.

1Immanuel Wallerstein şöyle yazmıştı: "Dolayısıyla tarihsel kapitalizm, daha önce 'piyasa' dışında yürütülen süreçlerin -sadece mübadele süreçlerinin değil, üretim süreçlerinin, dağıtım süreçlerinin ve yatırım süreçlerinin- yaygın bir şekilde metalaştırılmasını içeriyordu. Ve kapitalistler giderek daha fazla sermaye biriktirmeye çalışırken, ekonomik yaşamın her alanında bu toplumsal süreçleri giderek daha fazla metalaştırmaya çalışmışlardır" (Immanuel Wallerstein, Historical Capitalism [Verso, New York, 1983], 15). Wallerstein bu süreçleri, kapitalizmin on altıncı yüzyılda "sermaye birikiminin sürekli büyümesine verilen ve sürdürülen yapısal önceliğe dayalı" bir sistem olarak kurulmasından itibaren ele almıştır (Immanuel Wallerstein, "World System Versus World-System", André Gunder Frank, Barry K. Gills [eds], The World System: Five Hundred Years or Five Thousand? [Routledge, 1996], 293).

2Bu farklılıklara ilişkin bazı argümanlar aşağıdaki kaynaklarda bulunabilir:
Thomas E. Reifer , Histories Of The Present: Giovanni Arrighi & The Long Durée Of Geohistorical Capitalism,

https://jwsr.pitt.edu/ojs/jwsr/article/view/324/336 ; ve Carlos Eduardo Martins, "Marxism and World-Systems Analysis in the Transition to the Long Twenty-First Century," World-Systems Analysis at a Critical Juncture (Routledge, New York, 2023) içinde.

3Arif Dirlik, Is There History after Eurocentrism?: Globalism, Postcolonialism, and the Disavowal of History, Cultural Critique, No. 42. (Spring, 1999), pp. 1-34.

4Örneğin Bookchin'in Üçüncü Devrim'de "İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana gerçekleşen 'Üçüncü Dünya' devrimlerini dışarıda bırak”mış olması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak Fransız Devrimi döneminde bir köle isyanı olarak başlayan ve 1804 yılında Haiti'de sömürgeciliğe karşı gerçekleşen ilk devrimi neden atladığını açıklamıyor. Bkz: Murray Bookchin, Üçüncü Devrim, Birinci Cilt (Sümer Yayınclık, İstanbul, 2023), sf 42

5age

6age

7Emperyalist, muhafazakar, liberal ve Marksist ideolojik çerçeveler boyunca devam eden insanlık tarihine ilişkin bu "toplumsal evrimci" perspektifin tarihsel kökenleri hakkında ayrıntılı bir tartışma için bkz. David Graeber ve David Wengrow, The Dawn of Everything: A New History of Humanity (Farrar, Straus, and Giroux, 2021), 18

8Bkz: https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/30-kapitalizm-ve-cokus/138-modi-ve-hindistanda-genel-grevler. Daha yakın tarihli ve ayrıntılı bir değerlendirme için bkz: David Graeber ve David Wengrow, "In Which We Consider Whether The Indus Civilization Was An Example Of Caste Before Kingship," The Dawn of Everything (2021)

9Murray Bookchin, “Tari̇h, Uygarlik Ve İlerleme: Bir Modern Görecilik Eleştirisi İçin Taslak”, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi: Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler, Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2015 içinde

10age

11Bkz: Metin Güven, "Do We Need a New Theory of the State?", Social Ecology and the Right to the City içinde, (Black Rose Books, Montreal, 2019)

12Çin'de devlet kapitalizminin nasıl farklı bir şekilde geliştiği konusunda bkz: https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/30-kapitalizm-ve-cokus/66-cin-nereye-gidiyor

13Giovanni Arrighi and Beverly j. Silver, Chaos and Governance in the Modern World System, University of Minnesota Press, 1999, sf 40

14Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, İmge Ki̇tabevi̇ Yayınları, 2016

15Dünya sistemi perspektifine göre her sermaye birikimi döngüsü, 'sinyal krizi' ile sonlanan bir üretim/ticaret genişlemesi ve 'terminal kriz' ile sonlanan bir finansal genişleme ile karakterize edilir.

16Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl

17Daha fazla ayrıntı için bakınız: Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekinde: Yirmibirinci Yüzyılın Soykütüğü, Yordam Ki̇tap, 2021

18Ziya Öniş and Mustafa Kutlay, The New Age of Hybridity and Clash of Norms: China, BRICS and Challenges of Global Governance in a Post-liberal International Order, accessed on Aug 30, 2023 at https://www.researchgate.net/publication/341191025_The_New_Age_of_Hybridity_and_Clash_of_Norms_China_BRICS_and_Challenges_of_Global_Governance_in_a_Postliberal_International_Order

19Theodore Murphy, "Middle Powers, Big Impact: Africa's 'Coup Belt,' Russia, and the Waning Global Order," European Council on Foreign Relations (6 Eylül 2023). https://ecfr.eu/article/middle-powers-big-impact-africas-coup-belt-russia-and-the-waning-global-order/

20David Shepardson, "US to Probe if Chinese Cars Pose National Data Security Risks," Reuters (1 Mart 2024). https://www.reuters.com/business/autos-transportation/us-says-investigate-national-security-data-risks-chinese-vehicles-2024-02-29/

21Arif Dirlik, Culture & History in Postrevolutionary China The Perspective of Global Modernity, Chinese University Press, 2012, sf. 61-62

22Arif Dirlik, Global Modernity: Modernity in the Age of Global Capitalism (Boulder, CO: Paradigm, 2007), sf. 90–91

23Kalpit A. Mankikar, "Decoding Rural Revitalization, Xi Jinping's New Priority," Observer Research Foundation Issue Brief (16 Ağustos 2023). https://www.orfonline.org/research/decoding-rural-revitalisation-xi-jinping-s-new-priority. Daha detaylı tartışma için Hongzhang Xu, Jamie Pittock ve Katherine A. Daniell, "China: A New Trajectory Prioritizing Rural Rather Than Urban Development?", Land (Vol.10, No. 5, 2021), 514. https://www.mdpi.com/2073-445X/10/5/514.

24Arif Dirlik , Performing the World: Reality and Representation in the Making of World Histor(ies), sf: 396