Yazar: Vandana Shiva
Tarım, yani gıda yetiştiriciliği, başta kadınlar olmak üzere dünya insanlarının büyük çoğunluğu için hem en önemli geçim kaynağı hem de ekonomik hakların en temeli olan gıda ve beslenme hakkıyla ilgili bir alandır. Kadınlar, gıda zincirinde yaptıkları iş bakımından dünyanın ilk gıda üreticileridir ve Küresel Güney'deki gıda üretim sistemlerinin merkezinde yer almaya devam etmektedirler. Dört ila beş bin yıl boyunca evrilen bilge kadının tarım bilgisinin yirmi yıldan kısa bir süre içinde bir avuç beyaz erkek bilim insanı tarafından dünya çapında yok edilmesi, kadınları sadece uzman olarak hiçe saymakla kalmamış, aynı zamanda uzmanlıkları doğanın yenilenebilirlik sistemine dayandığı için, doğanın süreçlerinin ekolojik yıkımı ile kırsal bölgelerdeki yoksul insanların ekonomik yıkımıyla birlikte ilerlemiştir. Tarım kadınlar tarafından geliştirilmiştir. Dünyadaki gıda üreticilerinin, çiftçilerin çoğu kadındır ve kız çocuklarının çoğu geleceğin çiftçileridir; tarlalarda ve çiftliklerde çiftçilik becerilerini ve bilgilerini öğrenirler. Kadınlar aynı zamanda dünyadaki gıdanın yarısından fazlasını üretmekte ve gıda güvencesi olmayan hane ve bölgelerdeki gıda ihtiyacının yüzde 80'inden fazlasını sağlamaktadır.
Dolayısıyla gıda güvenliği, kadınların gıda üretme kapasitesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu konudaki kısıtlamalar, özellikle yoksul bölgelerdeki yoksul haneler için gıda güvenliğinin aşınmasına yol açmaktadır. Kadınların çalışmaları, gıda ürünleri ekim ve dikimleri ve gıda işleme şekilleri çeşitlilik içermektedir. Hakim ekonomi, bilim ve teknoloji sistemleri, çeşitliliğe karşı komplolar kurarak kadınlara ve kız çocuklarına karşı birlik olmuştur. Tarladan mutfağa, tohumdan gıdaya; kadınların gücü çeşitliliktir; bu çeşitlilik erozyona uğradığında kadınların kapasiteleri de erozyona uğramış olur.
Ekonomi, kadınların gıda tedarikçisi olarak yaptıkları işi görünmez kılmıştır. Kadınlar pazara değil hane halkına hizmet verdikleri için, tarıma katkılarına rağmen çiftçi olarak görünmez kalmıştır. İnsanlar tarımda onların yaptıkları işi görmemektedir; üretimleri "iş" olarak kaydedilmeme eğilimindedir ya da ekonomistler tarafından "üretim çerçevesi" dışında görülmektedir. İstatistikçilerin ve araştırmacıların kadınların ev içindeki ve dışındaki işlerini (ve çiftçilik genellikle her ikisinin de bir parçasıdır) tanımlama konusunda kavramsal bir yetersizliği vardır; neyin emek olup neyin emek olmadığının bilinmemesi, hem kadınların yaptığı işlerin büyüklüğü hem de aynı anda birçok ev işi yapmaları nedeniyle daha da artmaktadır. Tarımsal işlerle ilgili veri toplama sorunları, çok az kadının çalışmasından değil, çok fazla kadının çok fazla iş yapmasından kaynaklanmaktadır. Bu aynı zamanda kadınların ailelerini ve toplumlarını ayakta tutmak için çalışmalarına rağmen, çalışmalarının çoğunun ücretle ölçülmemesi ve pazarla ilgili veya ücretli işlerin dışında yoğunlaşması gerçeğiyle de ilgilidir.
Bilim ve teknoloji, tarımsal üretimde çeşitlilik boyutunu göz ardı ederek kadınların bilgi ve üretkenliğini değersiz hale getirmiştir. Gıda ve Tarım Örgütü'nün Dünyayı Kadınlar Besliyor raporuna göre, kadınlar tarım bilimcilerinin bildiğinden çok daha fazla bitki çeşitliliğini, hem ekili hem de ekilmemiş olarak kullanmaktadır. Batı bilimi tarafından teşvik edilen monokültürlerin aksine, Nijeryalı ev bahçelerinde kadınlar 18 ila 57 bitki türü ekmektedir.
Sahra altı Afrika’da, erkekler tarafından yönetilen para getiren ürünlerin yanı sıra 120 kadar farklı bitki yetiştirilmektedirler. Guatemala'da 0,1 hektardan küçük ev bahçelerinde ondan fazla ağaç ve mahsul türü bulunmaktadır. Bir Afrika tipi ev bahçesinde 60'tan fazla besin kaynağı olan ağaç türü sayılmıştır. Tayland'da araştırmacılar ev bahçelerinde 230 bitki türü bulmuşlardır. Hindistan'da kadınlar sebze, yem ve sağlık hizmetleri için 150 farklı bitki türü kullanmaktadır. Batı Bengal'de pirinç tarlalarından toplanan 124 "yabani ot" türü çiftçiler için ekonomik öneme sahiptir. Meksika'da, Veracruz'un İspanya adlı bölgesinde köylüler 229'u yenen yaklaşık 435 yabani bitki ve hayvan türünden faydalanmaktadır. Kadınlar dünyanın biyoçeşitlilik uzmanlarıdır.
Kadınlar çeşitliliği yönetir ve üretirken, hakim tarım paradigması monokültürlerin daha fazla ürettiği varsayımıyla monokültürü teşvik etmektedir. Biyoteknolojinin gıda üretimini dört kat arttıracağı öngörülürken, küçük ekolojik çiftlikler geleneksel tarıma dayalı büyük endüstriyel çiftliklerden yüzlerce kat daha fazla verimlidir. FAO'nun (Dünya Gıda Günü, 1998) Nijerya'nın doğu bölgelerine ilişkin raporunda da belirtildiği gibi, bir hanenin tarım arazisinin sadece yüzde 2'sini kapsayan ev bahçeleri, çiftlikteki toplam üretimin yarısını oluşturmaktadır. Hindistan'da Navdanya'nın biyoçeşitliliğe dayalı ekolojik tarım üzerine yaptığı çalışmalar, kadınların işlettiği çiftliklerin endüstriyel, kimyasal çiftliklerden daha fazla gıda ve besin ürettiğini göstermektedir. Açıkça görülüyor ki, eğer kadınların bilgisi görünmez kılınmasaydı, arazilerin yüzde 2'sinin polikültür sistemler altında kullanılması, gıda güvenliğinin sağlanması için izlenecek yol olurdu. Bunun yerine, bu son derece verimli sistemler "daha fazla" gıda üretmek adına yok ediliyor.
Tıpkı kadınların gıda yetiştirme yöntemlerinin daha fazla kaynağı koruyarak daha fazla gıda üretmesi gibi, kadınların gıdaları işleme yöntemleri de besin değerlerini korur. Pirinci elle dövmek ya da ayakla çalışan bir havan ve tokmakla öğütmek daha fazla protein, yağ, lif ve minerali korur. Eğer pirinç korunuyorsa, besin maddelerinin korunumu daha da çarpıcıdır. Bu nedenle mekanik öğütücüler elle öğütmenin yerini aldığında -700 yeni değirmenin bir yıl içinde 100.000 ila 140.000 kadının ücretli çalışmasının yerini aldığı Bangladeş'te olduğu gibi- kadınlar sadece işlerinden ve geçim kaynaklarından değil, insanlar da temel besin maddelerinden mahrum bırakılmış olur.
Dünyayı beslemek, daha az kaynakla daha fazla gıda üretmeyi, yani daha azıyla daha çok üretmeyi gerektirir. Kadınlar bu konuda uzmandır ve uzmanlıklarının tarımsal araştırma ve geliştirme kurumlarımıza sızması gerekmektedir. Kadınların mülkiyet haklarından yoksun olmaları, dünyayı besleme kapasiteleri önündeki önemli bir engel oluşturmaktadır. Mülkiyet hakları, toprak üzerindeki hakların yanı sıra su ve biyoçeşitlilik gibi ortak kaynaklar üzerindeki hakları da kapsamaktadır. Yeni çıkan fikri mülkiyet hakları (IPR) kadınların biyoçeşitlilik üzerindeki haklarını ellerinden almakta ve tarımsal biyoçeşitlilik alanındaki yeniliklerinin önünü kesmektedir. Kadınların dünyayı besleme kapasitesindeki erozyonun önlenmesi için fikri mülkiyet hakları rejimlerinin, kadınların kolektif ve gayriresmi yeniliklerini tanıyan ve koruyan kendine özgü sistemler geliştirmesi gerekmektedir. Kadınlar kaynaklar üzerindeki haklarından mahrum bırakılırken ve egemen tarım, kendisini dünyayı beslemek için tek alternatif olarak sunarken, geçimlik tarım yapan kadınların kaynaklarına ve haklarına giderek daha fazla el koymaktadır.
Üçüncü Dünya'daki kadın çiftçiler ağırlıklı olarak küçük çiftçilerdir. Gıda güvenliğinin temelini oluştururlar ve gıda güvenliğini diğer türlerle ortaklık içinde sağlarlar. Kadınlar ve biyoçeşitlilik arasındaki bu ortaklık tarih boyunca dünyayı besledi, şu anda da besliyor ve gelecekte de beslemeye devam edecek. Gıda güvenliğini sağlamak için korunması ve teşvik edilmesi gereken şey bu ortaklıktır.
Çeşitliliğe, ademi merkeziyetçiliğe ve ekolojik yöntemlerle, küçük çiftlik verimliliğini artırmaya dayalı tarım, kadın merkezli, doğa dostu bir tarımdır. Bu tarımda bilgi paylaşılır - öteki türler ve bitkiler "mülk" değil akrabalardır - ve sürdürülebilirlik, dünyanın verimliliğinin tazelenmesine ve çiftliklerdeki biyoçeşitliliğin ve tür zenginliğinin yenilenmesine dayanır. Burada genetiği değiştirilmiş ürünlerin monokültürlerine veya tohumlar üzerindeki fikri mülkiyet hakkı tekellerine yer yoktur. Monokültürler ve tekeller patriyarkal tarımı sembolize etmektedir. Askeri-endüstriyel tarım anlayışının altında yatan savaş zihniyeti, Üçüncü Dünya ülkelerinin kırsal bölgelerindeki en yoksul kadınların hayatta kalmasının ekonomik temelini yok eden zararlı ot öldürücülere verilen isimlerden de anlaşılabilir. Monsanto'dan Roundup, Machete ve Lasso.. Pentagon, Prowl, Scepter, Squadron, Cadre ve Avenge ise Monsanto ile birleşmiş olan American Home Products'a aittir. Kullanılan dil savaş dilidir, sürdürülebilirlik değil. Genetik mühendisliğinin tarımdaki en yaygın uygulaması ot öldürücü direnci, yani mahsullerin zararlı ot öldürücülere karşı dirençli olacak şekilde ıslah edilmesidir. (Monsanto'nun Roundup Ready Soya ve Pamuğu bu uygulamanın örnekleridir). Bu teknoloji Üçüncü Dünya tarım sistemlerine girdiğinden, tarımsal kimyasalların kullanımının artmasına ve dolayısıyla çevre sorunlarının artmasına yol açmıştır. Ayrıca kırsal kesimdeki kadınların geçim kaynağı olan biyolojik çeşitliliği de yok etmiştir: Mesela Monsanto için yabani ot olarak görülen şeyler Üçüncü Dünya kadınları için gıda, yem ve ilaçtır.
Kadınlar binlerce yıl boyunca süren savaşlara, sellere ve kıtlıklara rağmen tohumun devamlılığını sağlarken, tarımın erilleştirilmesi tohumların çimlenmemesini sağlayan vahşi teknolojilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu, terminatör teknolojisi olarak tanımlanmıştır. Çimlenmenin sonlandırılması, sermaye birikimi ve pazar genişlemesi için bir araçtır. Ancak Monsanto için pazarlar büyürken doğada ve çiftçiler için bolluk azalıyor. Tohum ekerken bizler "Bu tohum tükenmesin" diye dua ederiz. Öte yandan, Monsanto ve ABD Tarım Bakanlığı (USDA), "Bu tohum sonlandırılsın ki kârımız ve tekelimiz tükenmesin" demektedir.
Küresel tarım ticareti ve biyoteknoloji şirketleri tarafından kullanılan yöntem ve metaforlara özgü bu şiddet, doğanın biyoçeşitliliğine ve kadınların bilgeliklerine ve üretkenliğine yönelik bir şiddettir. Monokültürler yoluyla çeşitliliğin yok edilmesine ve fikri mülkiyet hakkı tekelleri yoluyla tohumları saklama ve takas etme özgürlüğünün yok edilmesine dayanan bu şiddet, kadınların doğayı bilmenin ve gıda güvenliğini sağlamaya yönelik çok çeşitli, şiddet içermeyen yöntemleriyle bağdaşmaz.
Genetik mühendisliği ve fikri mülkiyet hakları, kadınların tarımdaki yaratıcılıklarını, yenilikçiliğini ve karar alma güçlerini ellerinden almaktadır. Kapitalist patriyarka tarafından yönlendirilen kurumsal küreselleşme, gıdayı, gıda üretimini ve gıda dağıtımını dönüştürmüştür. Tohumdan sofraya kadar tüm gıda zinciri üzerindeki kontrol kadınların ellerinden, günümüzün "küresel reisler" olan küresel şirketlere geçmektedir. Şirketlerin kontrolündeki gıda artık gıda olmaktan çıkıp bir meta haline geliyor-kâr elde edildiği sürece ister araba sürmek için biyoyakıt, ister fabrika çiftlikleri için yem ya da açlar için gıda olsun fark etmiyor. Sadece gıda ortadan kaldırılmakla kalmıyor, kadınların bilgi ve çalışmaları, becerileri, üretkenlikleri ve yaratıcılıkları da yok ediliyor. Tarlalarda neyin yetiştirileceğine ve mutfaklarda neyin pişirileceğine karar veren kadınların yerine, küresel şirketleri kontrol eden erkeklerin tarlalarımızda neyin yetiştirileceğini ve ne yiyeceğimizi de kontrol edeceği; küreselleşmeye, genetik mühendisliğine ve tohumlar üzerindeki şirket tekellerine ait tarıma dayalı bir gıda sistemi ve dünya görüşü oluşturulacaktır. Mali sermayelerini hırsızlığa ve biyo-korsanlığa yatıran şirket adamları kendilerini yaşamın yaratıcıları ve sahipleri olarak sunacaklardır.
Kadınlar tarafından şekillendirilen tarım sistemleri bir dizi temel özelliğe sahiptir. Çiftçilik küçük ölçekte yapılır. Doğal kaynaklar -toprak, su, biyoçeşitlilik- korunur ve yenilenir. Fosil yakıtlara ve kimyasallara bağımlılık ya çok azdır ya da hiç yoktur; bu da iklim değişikliği ve petrol tüketiminin zirve yaptığı bir dönemde hayati önem taşımaktadır. Gübre gibi üretim için gerekli girdiler çiftlikte kompost, yeşil gübre veya azot bağlayıcı mahsullerden üretilir. Burada çeşitlilik ve bütünleşme kilit özelliklerdir ve beslenme önemli bir husustur. Kadınlar tarafından işletilen küçük çiftlikler, kaynakları korurken dönüm başına beslenmeyi ise en üst düzeye çıkarır.
Kadın merkezli tarım, kırsal topluluklar için gıda güvenliğinin temelidir. Hane ve toplum gıda güvencesine sahip olduğunda, kız çocuğu da gıda güvencesine sahip olur. Hane ve toplum gıda güvencesi olmadığında, cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle yetersiz beslenme açısından en yüksek bedeli ödeyen kız çocuğudur. Gıdaya erişim azaldığında, kız çocuğuna düşen pay en son ve en azdır.
Gıda politikası birçok farklı açıdan cinsiyetçidir.
Önce Tohum: Küreselleşme ve Tohumun Cinsiyetçi Politikası
Tohum, besin zincirinin ilk halkasıdır. Köylüler 5.000 yıldır kendi tohumlarını üretiyor, seçiyor, depoluyor, yeniden ekiyor ve doğanın gıda zincirindeki akışına bırakıyor. Tohumların kadınlar tarafından gıda ve tahıl depolama çalışmalarıyla korunması, genetik çeşitliliğin korunmasını ve gıda ürünlerinin kendini yenileyebilmesini sağlamıştır. Tüm bunlar Yeşil Devrim süreciyle değişti. Yeşil Devrim tohumları ticarileştirdi ve özelleştirdi, bitki genetik kaynakları üzerindeki kontrolü, Üçüncü Dünyanın köylü kadınlarından alıp Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi, Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü ve çok uluslu tohum şirketlerindeki Batılı erkek teknokratlara verdi.
Kadınlar tahılın saklanması aracılığıyla ortak genetik mirasın koruyucuları olarak görev almışlardır. Nepal'de kırsal kesimde yaşayan kadınlar üzerinde yapılan bir araştırma, tohum seçimi sorumluluğunun öncelikle kadınlara ait olduğunu ortaya koymuştur; vakalarda hangi tür tohumun kullanılacağına erkeklerin yalnızca yüzde 20,7’si karar verebilirken bu oran kadınlarda %60,4'tür. Ailenin kendi tohumlarını kullanmaya karar verdiği durumlarda ise tohumları kimin seçtiğine bakacak olursak, hanelerin yüzde 81,2'sinde bu iş yalnızca kadınlar tarafından, yüzde 8'inde her iki cinsiyet tarafından ve yüzde 10,8'inde ise yalnızca erkekler tarafından yapıldığı görülmektedir.
Hindistan genelinde, kıtlık zamanlarında bile, gıda üretim döngüsünün kesintiye uğramaması için her evde tohumluk tahıl muhafaza edilmiştir. Hindistan'ın köylü kadınları binlerce yıl boyunca gıda üretiminin genetik temelini özenle korumuşlardır. Binlerce yıl boyunca evrimleşen bu ortak zenginlik, kendi yeni ürünlerini "gelişmiş" çeşitler olarak gören erkek egemen tohum görüşü tarafından "ilkel" olarak nitelendirilmişti.
Tohumların kendi kendine çoğalan karakterinin ve genetik çeşitliliğinin yok edilmesi, tohumların bir kâr ve kontrol aracı haline gelmesinin başlangıcıydı. Bu, dişil ilkelere karşı bir saldırıydı. Hibrit "mucize" tohumlar ticari bir mucizedir çünkü çiftçiler her yıl bunlardan yeni tohumlar satın almak zorunda kalmaktadırlar. Hibritler aynı şekilde çoğalan tohumlar üretmezler çünkü hibrit tohumlar, özelliklerini bir sonraki nesle aktarmazlar. Hibridleştirmeyle birlikte tohumlar artık bitki yaşamının bir kaynağı olarak görülemez oldu; artık sadece özel kâr kaynağı haline geldiler.
Yeşil devrimin tohum çeşitleri, doğa, kadınlar ve yoksul köylüler açısından gıda üretimini artırmak için en iyi alternatif değildiler. Tohum ve gübre satışlarını artırmak isteyen şirketler ve kar etmek isteyen zengin çiftçiler için faydalıydılar. Yeni tohumlarla ilgili araştırmaları finanse eden aynı uluslararası kuruluşlar, bunların dağıtımı için de para sağlıyorlardı. Yeni bir tohum çeşidini satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylüye satmanın zorluğu, yardım programlarında yüksek verimli tohum çeşitlerinin dağıtımına yüksek öncelik vermeye başlayan Dünya Bankası, UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı), FAO (Gıda ve Tarım Örgütü) ve bir dizi karşılıklı yardım programı tarafından giderildi.
Hindistan'ın yüzde yetmişi hayatta kalabilmek için geleneksel üretim yöntemlerine bağlıdır. Çiftçiler tarafından üretilen ve satılan tohumlar, ülkedeki toplam tohum ihtiyacının yüzde 70'inden fazlasını oluşturmaktadır. Benzer şekilde, Hindistan'ın sağlık ihtiyaçlarının yüzde 70'inden fazlasını karşılayan geleneksel tıp yöntemleri uygulayıcıları, şifa çalışmalarının bir parçası haline getirdikleri 7.500'den fazla tıbbi bitki çeşidi kullanmaktadır. Aslında, 1990'ların sonunda yapılan bir etno-botanik araştırmaya göre, biyoçeşitliliğe dayalı geleneksel sağlık hizmetleri, 360.740 Ayurveda uygulayıcısı, 29.701 Unani uzmanı ve 11.644 Siddha uzmanı tarafından sürdürülmektedir. Ayrıca milyonlarca ev kadını, ebe ve bitkisel şifacılar da köy temelli sağlık geleneklerini sürdürmektedir.
Biyolojik kaynakların ve bunların özelliklerine ve kullanımına ilişkin bilgilerin paylaşımı ve değişimi, tüm yerli toplumlarda bir norm olmuştur ve günümüzde çoğu toplumlar da bu normu sürdürmektedir -modern toplumlar da dahil. Ancak, yerli topluluklardan biyoçeşitlilik ve bilgisini karşılıksız olarak alan bireyler, kuruluşlar veya şirketler, fikri mülkiyet hakkı iddiaları yoluyla bu hediyeleri özel mülkiyete dönüştürdüklerinden, bu bilgi paylaşımı ve alışverişini "korsanlığa" dönüştürmektedirler.
Fikri mülkiyet hakkı yoluyla, kadınlar tarafından paylaşılan ve kurtarılan ortak varlık olan tohum, Monsanto'nun "malı" haline gelmekte ve ona telif ücreti ödenmesi gerekmektedir. Topluluklardan kaçak olarak alınan tohum, saklandığı ya da paylaşıldığı takdirde artık "korsan" muamelesi görüyor. En yüksek insani değerler suça dönüştürülüyor; en düşük insani özellikler "fikri mülkiyet hakları"na yükseltiliyor.
Dünya Ticaret Örgütü'nün Fikri Mülkiyet Haklarının Ticaretle İlgili Boyutları (TRIPS) Anlaşması, tohum endüstrisinin dışa açılmasıyla birleştiğinde küreselleşmenin insanların gıda güvenliğine yönelik en büyük tehdidi haline gelebilecek bir yönünü oluşturmaktadır. TRIPS'in çiftçi haklarını ve tarımsal biyoçeşitliliği en doğrudan etkileyen bölümü ise Madde 27.5.3(b)'dir:
Taraflar, mikro-organizmalar dışındaki bitki ve hayvanların ve biyolojik olmayan ve mikro-biyolojik süreçler dışında kalan bitki veya hayvanların üretimi için temelde biyolojik süreçleri patentlenebilirlik kapsamı dışında tutabilirler. Bununla birlikte, taraflar bitki çeşitlerinin korunmasını ya patentlerle ya da etkili bir sui generis (kendine özgü) sistemle ya da bunların herhangi bir kombinasyonuyla sağlayacaklardır. Bu hüküm, DTÖ'yü oluşturan Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden dört yıl sonra gözden geçirilecektir.
Böylece bu madde, bitkiler üzerinde iki tür fikri mülkiyet hakkına izin vermektedir -patentler ve sui generis bir sistem yoluyla. Patent Yasası ve Ulusal Bitki Çeşitliliği yasa tasarıları, kamu ve şirket çıkarları arasında büyük bir çekişmeye dönüşmektedir. Hindistan'da 1970 tarihli Patent Yasası, tüm tarım ve bahçecilik yöntemlerini kapsam dışında bırakmıştır. Ayrıca, tasarıdaki Bölüm 5a maddesi ile zirai kimyasallar alanında ürün patentlerinin kapsam dışı bırakılması sağlanmıştır. 1995 Patent (Değişiklik) Yasa Tasarısı, tarım alanındaki bu kısıtlamaları kaldırmayı amaçlamıştır. Ayrıca, kapsam dışı bırakma için yeni kriterler getirmediğinden, bitkilerin, bitki ürünlerinin, bitki özelliklerinin, genlerinin, biyo-pestisitlerin, biyo-gübrelerin ve benzerlerinin patentlenmesine izin vermiştir. Bu tasarının önerdiği tamamen sınırsız kapsam Hint tarımını baltalayacak, Hintli çiftçileri tehdit edecek ve gıda güvenliğini tehlikeye atacaktı. Bu tasarı, ciddi sonuçları nedeniyle Parlamento'dan geçememiştir.
Geçtiğimiz on yıl içinde şirketler, yeni mülkiyet hakları ve yeni teknolojiler aracılığıyla yeryüzündeki doğal yaşam çeşitliliğini ve insanların özgün yeniliklerini gasp etmişlerdir. DTÖ'nün TRIPS anlaşmaları aracılığıyla küreselleştirilen fikri mülkiyet hakları rejimleri, yaşam formlarını kapsayacak şekilde genişletildi ve böylece biyoçeşitlilik üzerindeki tekel kontrolü yaratılmış olundu. Hindistan'da 2002 tarihli Biyoçeşitlilik Yasası yerel halkın haklarını savunmalıydı; ancak bunun yerine biyoçeşitliliğin ve yerel bilginin özelleştirilmesini sağladı. Syngenta'yı pirincimizi korsan olarak kullanmaktan vazgeçmeye zorlayan hareketlerin başarısı işte bu nedenle önemlidir.
Navdanya'da, yerel tohum bankalarımızda 2.000 pirinç çeşidini muhafaza ediyoruz; bunlardan biri de Dehradun'un meşhur aromatik pirinci basmatidir. Vadimizdeki çiftçilerin yüzyıllardır yetiştirdiği bu pirinç çeşidi, RiceTec (patent no. 5663454) adlı bir ABD şirketi tarafından "yeni bir pirinç türünün anlık buluşu" olarak ilan edildi. Dört yıl süren bir kampanyanın ardından RiceTec'in patent taleplerinin çoğu reddedildi. Benzer şekilde, annelerimizin ve büyükannelerimizin yüzyıllardır pestisit ve mantar önleyici olarak kullandığı neem ağacının kullanımı da bir başka ABD şirketi olan W.R. Grace tarafından patent altına alınmıştı. Grace'in patentine Avrupa Parlamentosu'nda ve Avrupa Patent Ofisi'nde açtığımız davalarla itiraz ettik. On yılı aşkın bir mücadelenin ardından patenti iptal ettirebildik.
Batılı şirketlerin Üçüncü Dünya ülkesi kadınlarının yüzyıllara dayanan kolektif bilgi ve yeniliklerini çaldığı bu biyo-korsanlık olgusu artık salgın boyutlarına ulaşıyor. Monsanto şimdi bu biyo-korsanlığı tarım endüstrisi ile Üçüncü Dünya ülkeleri kadınları arasında bir "ortaklık" olarak adlandırıyor. Bizim için hırsızlık ortaklığın temeli olamaz -ortaklık eşitlik ve karşılıklı saygı anlamına gelir. Üçüncü Dünya kadınları ile ortaklık, korsanları koruyan ve asıl yenilikçileri cezalandıran WTO/TRIPS anlaşmasında değişiklik yapılmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda biyoçeşitlilikle ilgili bilgilerimizin yaygın bir şekilde korsanlığına izin veren ABD Patent Yasası'nda da değişiklik yapılmasını gerektirir. Bu değişiklikler, kolektif bilgimizin ve yenilikçiliğimizin korunmasını ve kadınların çiftçiler ve biyoçeşitlilik bilgeleri olarak tanınmasını ve saygı görmesini sağlamak için gereklidir.
Çiğden Pişmişe: Gıda İşlem Sürecinin Cinsiyetçi Politikası
Patriyarkal "fikri mülkiyet hakları" biyoçeşitliliği yok etmek ve kadınların tohum üretiminde somutlaşan bilgisini gasp etmek için kullanılıyorsa, "sağlık ve bitki sağlığı" yasalarıyla da -kapitalist patriyarkal perspektifle tanımlanan gıda güvenliği- kadınların kaliteli, sağlıklı ve lezzetli gıda üretme uzmanlığını yok etmek ve onun yerine işlenmiş abur cubur gıda koymak için kullanılmaktadır. Gıda güvenliği yasaları, büyük şirketleri denetimden çıkaran ve küçük ölçekli, özerk ekonomiyi ise aşırı düzenleyen yasalar olarak biçimlenmektedir. Bu yasalar, yerel gıda ve çiftçiler aleyhine küreselleşmiş gıda üretimini teşvik etmektedir. Örneğin AB artık sağımlık ineklerin tamamen makineyle sağılmasında ısrar ediyor. Ayrıca süt işleme süreci için sadece çelik makinelerin ve filtrelenmiş havanın kullanılmasını şart koşuyor. Bu şartlar, sadece bir ya da iki sağımlık hayvanı olan çoğu sığır sahibinin maddi gücünün ötesindedir.
Benzer önlemler, taze ve yerel olarak üretilen gıdaları "geri kalmış", alüminyum ve plastikle kaplanmış bayat gıdaları ise "modern" göstermek amacıyla, küresel tarım endüstrisi tarafından tarımsal üretim için de alınmıştır. Endüstriyel işleme ve paketleme ilk olarak, yağ değirmeni işletmecilerinin ve küçük çiftçilerin geçim kaynaklarını yok ederek, ithal soya fasulyesi lehine yemeklik yağlara uygulanmıştır. Şimdi de buğday ekonomisi ele geçirilmeye çalışılıyor.
Hindistan buğday ekonomisi, merkezi olmayan, küçük ölçekli yerel üretim, işleme ve dağıtıma dayanmaktadır. Buğday ve un, her bir katılımcı küçük olsa da, milyonlarca çiftçiye, tüccara ve yerel değirmen işletmecisine geçim kaynağı ve gıda sağlamaktadır. Merkezi olmayan, küçük ölçekli, hane bazlı gıda üretimi ve gıda işleme ekonomisi büyük boyutlara ulaşırken, taze ve sağlıklı gıdanın erişilebilir fiyatlarla insanlara ulaşmasını sağlamaktadır. Aileler tarafından işletilen 3,5 milyondan fazla Kirana dükkanının Hintli tüketicilere buğday tedarik ettiği ve 2 milyondan fazla küçük mahalle değirmeninin taze un üretimi yaptığı tahmin edilmektedir. Ayrıca un, hane halkı bazlı çalışan milyonlarca kadın tarafından üretilmektedir. Rotis yapmak için kullanılan oklava her zaman kadınların gücünün bir sembolü olmuştur. Üstelik bu tür üretim ve işleme, endüstriyel tarımın yıkıcı çevresel etkilerine de sahip değildir.
Bir yılda satın alınan 15 milyon ton atta ununun yüzde 1'inden daha azı bir marka ismi taşımaktadır, çünkü Hintli tüketiciler yerel chakki'ye (un yapmaya yarayan bir tür küçük el degirmeni) kendi kalite denetimlerine, bayat, paketlenmiş una iliştirilmiş bir marka isminden daha çok güvenmektedir. Milyonlarca üretici, işleyici ve tüccara dayanan bu merkezi olmayan, küçük ölçekli ekonomi çok az sermaye ve daha da az altyapı ile çalışmaktadır. Ancak insan merkezli bu ekonomi, Hindistan buğday ekonomisini bir kâr kaynağına dönüştürmek isteyen büyük tarım ticaretini engellemektedir.
Milyonların geçim kaynağının, yerel ademi merkeziyetçi ekonominin ve insanların taze ve ucuz gıdaya erişiminin yok edilmesi "gıda zincirinin modernleşmesi" olarak tanımlanmaktadır. Üçüncü Dünya'da paketlenmiş gıdalar zenginlerin gıdası olarak lanse edilmektedir, oysa sanayileşmiş ülkelerdeki zenginler aslında taze gıda yerken, yoksullar ağır işlenmiş ve paketlenmiş gıdaları yemeye zorlanmaktadır. Ambalajlama "modernleşme" değil, gıdaların yerel olarak -insanların gözleri önünde- işlendiği, kalite ve tazeliğinin güvence altına alındığı daha ucuz ve daha verimli sistemlerinin yerini almak için kullanılan bir taktiktir.
Açlık, Yetersiz Beslenme ve Gıda Politikaları
Gıda isyanlarının manşetlerde yer almasına karşılık, yaklaşık bir milyar insanın her gün yaşadığı açlık, obeziteyle bağlantılı yetersiz beslenme sorunu ve gıda ile ilgili diğer bazı hastalıklar gizlenmektedir. Yetersiz beslenme, hem gıdaya erişimin engellenmesinin hem de çiftliklerimizden ve gıda işleme sistemlerimizdeki besin maddesi kaybının bir sonucudur. Çocukluk döneminde ki yetersiz beslenme, yetişkinlikte de yetersiz beslenmeye yol açar. Yetersiz beslenme kadınlarda anemi hastalığının başlıca nedeni ve anne ölümlerinin en önemli sebebidir. Yetersiz beslenen kadınlar anne olduklarında, bebekleri düşük doğum ağırlığına sahip olmaktadır; bu da bebekleri hastalıklara karşı savunmasız bırakmakta ve tam, sağlıklı ve bütünlüklü bir birey olma haklarından geri kalmaktalar. Bu sağlık sorunları normalde çiftçilik ve gıda yetiştiriciliği ile bağlantılı olarak değerlendirilmez, ancak beslenme çiftlikte başladığı gibi, yetersiz beslenme de orada başlar.
Ne yiyorsak oyuz, ama ne yiyoruz?
Gıda güvenliği, gıda güvenilirliği ve tarım, birbiriyle yakından ilişkilidir. Gıdamızı nasıl yetiştirdiğimiz ve ne yetiştirdiğimiz, ne yediğimizi ve kimin yediğini belirler. Gıdamızın kalitesini ve güvenliğini belirler. Ancak gıda güvenliği, gıda güvenilirliği ve tarım birbirinden ayrıştırılmıştır. Gıda, insanların çoğunu ondan mahrum bırakacak ve yiyenleri de sağlıksız gıdalar tüketmeye zorlayacak şekilde üretiliyor. Gezegende bir milyar insan kıtlık yaşıyor; 2 milyar insan da obezite, diyabet ve hipertansiyon gibi beslenmeye bağlı hastalıklardan muzdarip. Gıdaya erişemeyenler, yoksulluğun kötü beslenmesinin kurbanlarıdır; küresel süpermarketten gıda satın alabilenler ise farklı bir tür kötü beslenmenin kurbanlarıdır. Üçüncü Dünya ülkeleri gıda ile ilgili hastalıklar, açlık ve obezitenin oluşturduğu üçlü ağırlığını taşımaktadır. WHO/FAO, 2020 yılına kadar iskemik kalp hastalığı ölümlerinin yüzde 70'inin, felç ölümlerinin yüzde 75'inin ve diyabet ölümlerinin yüzde 70'inin gelişmekte olan ülkelerde yaşanacağını öngörmektedir. Bu hastalıklar doğrudan beslenme ile bağlantılı hastalıklardır.
Küreselleşmiş, sanayileşmiş gıda sistemi açlık yaratıyor. Sanayileşmiş tarım, küçük çiftçilerin yok edilmesine dayanıyor -köklerinden sökülen ve mülksüzleştirilen köylüler açlığın saflarına katılıyor. Sanayileşmiş tarım aynı zamanda sermaye açısından da zegindir. Satın alınan ve yenilenemeyen tohumlar, sentetik gübreler, pestisitler ve ot öldürücüler gibi pahalı dış girdilere dayanır. Köylüler bu girdileri satın almak için büyük borçlar altına girerler; borçlarını geri ödemek için tüm mahsullerini satmaları gerekir, böylece kendilerini gıdadan mahrum bırakırlar. Borçlarını ödeyemedikleri takdirde topraklarını kaybediyorlar -ve giderek hayatlarını da kaybediyorlar. Hindistan'da 150.000'den fazla çiftçi, girdi maliyetleri arttıkça ve ürünlerinin fiyatları düştükçe, kendilerini sonsuz bir borç döngüsüne hapsederek intihar etmişlerdir.
Yetersiz beslenme ve açlık da giderek artıyor, çünkü çiftçiler ihracat için para getiren ürünler yetiştirmeye itiliyor. Tarımın ve gıdanın doğası değişime uğruyor. Tarım -toprağın bakımı, iyi gıda yetiştirme kültürü- kurumsal, endüstriyel bir faaliyete dönüştürülüyor. Gıda, beslenme ve yaşam kaynağı olmaktan çıkarılıp bir metaya dönüştürülüyor ve bir meta olarak önce fabrika çiftliklerine, şimdilerde ise otomobillere akıyor. Geriye kalanları ise yoksullar tüketecek.
Tarım ve Gıda Sistemlerinin Küreselleşmesi ve Sanayileşmesi
Dünya genelinde, büyük ölçüde köylü kadın tarafından işletilen küçük çiftlikleri "meta" üreten "fabrikalara" dönüştüren bir gıda tsunamisi yaşanıyor. Küreselleşme, tarımın daha fazla sanayileşmesine yol açmış ve endüstriyel tarım, kadınları topraktaki üretken faaliyetlerinden uzaklaştırmıştır.
Tarımsal küreselleşme, yenilenemeyen girdileri -tohumlar, gübreler ve böcek ilaçları- ve gıda ürünleri için küresel pazarlar arayan tarım işletmeleri tarafından yönlendirilmektedir. DTÖ'nün Tarım Anlaşması ve Dünya Bankası'nın yapısal uyum programları, tarımın küreselleşmesi için en önemli araçlar olmuştur. Bu küreselleşme çoklu değişimleri içermektedir: gerek tohum alanında gerekse toprak verimliliğini koruma ve yenilemeye yönelik yöntemlerde olsun gıda üretimi üzerindeki yerel ve ulusal denetimi, küresel düzeye ve kadın çiftçilerden küresel şirketlere kaydırmaktadır.
Fabrika çiftlikleri olumsuz bir gıda sistemidir çünkü ürettiklerinden daha fazla gıda tüketirler. Endüstriyel sığır eti 1 kilogram gıda üretmek için 10 kilogram yem gerektirmektedir. Endüstriyel domuz eti 1 kilogram gıda üretmek için 4 ila 5,5 kilogram yem tüketir. Fabrikada yetiştirilen tavuk, gıda olarak ürettiğinden iki ila üç kat daha fazla yem ister.
Endüstriyel biyoyakıtlar gıda üzerinde yeni baskı unsurları oluşturuyor. Meksika tortillalarının temel maddesi olan mısırın Meksika'daki fiyatları, mısırın yakıt olarak etanol yapımında giderek daha fazla kullanılması nedeniyle iki katına çıkmış durumdadır. Mısır, soya ve kanola, insanlar açlıktan ölürken otomobilleri beslemek için kullanılıyor.
Tarımın sanayileşmesi, iç girdilerden satın alınan dış girdilere, ekolojik girdilerden kimyasal girdilere, biyolojik çeşitlilikten monokültüre geçişe işaret ediyor. Ve bu durum tohum biriktirmeden kompost yapmaya, çok kültürlülüğü doğru dengede yetiştirmeye, hasat etmeye, depolamaya, işlemeye kadar tarımla ilgili bilgi ve becerilerin birincil kaynağı olan kadınlardan, kadınsız bir tarıma doğru bir geçiştir.
İnsanlık, evrimi boyunca 80.000'den fazla yenilebilir bitkiyle beslenmiştir. Bunların 3,000'den fazlası sürekli olarak kullanılmıştır. Ancak, şu anda dünyadaki gıdanın yüzde 75'ini sağlamak için sadece sekiz ürüne güveniyoruz ve genetik mühendisliği ile bu üretim mısır, soya ve kanola olmak üzere üç ürüne indirgenmiş durumda. Şimdi bunlar da biyoyakıta yönlendiriliyor. Monokültürler biyoçeşitliliği, sağlığımızı, gıdanın kalitesini ve çeşitliliğini yok ediyor ve yetersiz beslenenler kadar aşırı beslenenler için de yetersiz beslenmeye yol açıyor. Monokültürler daha fazla gıda üretmek için gerekliymiş gibi tanıtıldı. Ancak, ürettikleri tek şey Monsanto, Cargill ve Archer Daniels Midland için daha fazla denetim ve kârdır. Bunlar sözde fazlalık ve gerçek kıtlık yaratıyorlar.
Şirketler bizi GDO'lar gibi test edilmemiş gıdaları yemeye zorluyor. Soya bile hiç hayal edilmeyen şekillerde kullanılmakta ve şu anda tüm işlenmiş gıdaların yüzde 60'ında bulunmaktadır. İnsanlarda hormon dengesizlikleri yaratan yüksek düzeyde izoflavon ve fitoöstrojen içerir; oysa Çin ve Japonya'nın gıda kültürlerinde bulunan geleneksel fermantasyon ise izoflavon seviyelerini düşürmektedir. Gıdalarda soyanın teşvik edilmesi, 1998-2004 yılları arasında ABD hükümetinden 13 milyar ABD doları ve ABD soya endüstrisinden ise yılda 80 milyon ABD doları tutarında desteklenen büyük bir deneydir. Yerel yemek kültürleri soyaya karşı zengin ve çeşitli alternatiflere sahiptir; örneğin protein için binlerce çeşit fasulye ve baklagil vardır -güvercin-bezelyesi, nohut, maş fasulyesi, urad-fasulyesi, pirinç-fasulyesi, azuki fasulyesi, güve-fasulyesi, inek-bezelyesi, bezelye, mercimek, at gramı, bakla, kanatlı fasulye. Yemeklik yağ olarak ise susam, hardal, keten tohumu, nijer, safola, ayçiçeği ve yer fıstığına sahibiz.
Monokültürlere bağlı olan gıda sistemi, sentetik gübrelere, dev makinelerin çalıştırılmasına ve uzun mesafeli taşımacılığa bağlı olarak fosil yakıtlara giderek daha bağımlı hale gelmektedir. Monokültürlerin yaygınlaşması ve yerel çiftliklerin yok edilmesiyle birlikte, giderek daha fazla gıda değil petrol yiyoruz. Zihnin monokültürlerinin ötesine geçmek, gıda sistemini onarmak için bir zorunluluk haline gelmiştir. Biyoçeşitliliğe sahip küçük çiftlikler daha yüksek üretkenliğe sahip olup çiftçilere daha yüksek gelir sağlarken, biyoçeşitliliğe sahip beslenme biçimleri daha fazla besin ve daha iyi tat sunmaktadır. Biyoçeşitliliği çiftliklerimize geri getirmek, küçük çiftçileri toprağa geri getirmekle birlikte el ele ilerler. Şirket kontrolü monokültürler üzerinde gelişir; halkın gıda özgürlüğü ise biyoçeşitliliğe bağlıdır.
Biyokütleden elde edilen yakıtlar olan biyoyakıtlar, dünyadaki yoksullar için en önemli enerji kaynağı olmaya devam ediyor. Ekolojik, biyolojik çeşitliliğe sahip çiftlikler sadece bir gıda kaynağı değil, aynı zamanda bir enerji kaynağıdır da. Yemek pişirmek için kullanılan enerji, tezek , darı ve bakliyat sapları, çiftlik ağaçları ve köy odunlukları gibi yenmeyen biyokütleden elde edilmektedir. Sürdürülebilir bir şekilde yönetilen köy müşterek alanları, yüzyıllardır adem-i merkeziyetçi bir enerji kaynağı olmuştur. Endüstriyel biyoyakıtlar yoksulların yakıtı değil; zenginler için ısı, elektrik ve ulaşıma dönüştürülen yoksulların gıdasıdır. Sıvı biyoyakıtlar, özellikle de etanol ve biyodizel, petrol tüketiminin tepe noktasına ulaşması felaketinden kaçınmak ve karbondioksit emisyonlarını azaltmak için fosil yakıtlara alternatif arayışından hareketle, en hızlı büyüyen üretim sektörlerinden biri olmuştur. George Bush 2017 yılına kadar yılda 35 milyar galon biyoyakıt kullanımını zorunlu hale getirmeye çalışmıştır. Biyoyakıtların küresel üretimi hızla artmaktadır. Arjantin, Avustralya, Kanada, Çin, Kolombiya, Ekvator, Hindistan, Endonezya, Malawi, Malezya, Meksika, Mozambik, Filipinler, Senegal, Güney Afrika, Tayland ve Zambiya son yıllarda biyoyakıt yanlısı politikaları yürürlüğe koymuştur.
İki tür endüstriyel biyoyakıt bulunmaktadır -Etanol ve biyodizel. Etanol, sakaroz bakımından zengin ürünlerden -şeker kamışı ve melas gibi- ve nişasta bakımından zengin maddelerden -mısır, arpa ve buğday gibi- üretilebilir ve benzinle harmanlanır. Biyodizel ise palmiye, soya ve kolza yağı gibi sebzelerden üretilir ve dizel ile harmanlanır. Brezilya, Bolivya, Kosta Rika, Kolombiya, Guatemala ve Dominik Cumhuriyeti'nden çeşitli örgüt ve toplumsal hareketlerin temsilcileri "Boş Mideler Pahasına Dolu Depolar" başlıklı bir bildiri yayınlayarak "Mevcut biyoenerji üretim modeli, her zaman halkımızın ezilmesine neden olan aynı unsurlar tarafından sürdürülmektedir" diye yazdılar. Fidel Castro ise "Emperyal Silah Olarak Gıda Maddesi: Biyoyakıtlar ve Küresel Açlık" başlıklı makalesinde "Üç milyardan fazla insan açlık ve susuzluk nedeniyle erken ölüme mahkum ediliyor" dedi. Dünya çapında biyoyakıt sektörü hızla büyüdü. Amerika Birleşik Devletleri ve Brezilya etanol endüstrileri kurdular ve Avrupa Birliği de potansiyel pazarları keşfetme yolunda hızla ilerlemektedir. Tüm dünyada hükümetler, uygun politikalarla biyoyakıt üretimini teşvik etmektedir.
Tahıl talebindeki bu muazzam artış kaçınılmaz olarak insani ihtiyaçlar pahasına gerçekleşecek, yoksul insanlar gıda piyasasının dışına itilecektir. Brezilya Topraksız İşçiler Hareketi (MST) 28 Şubat 2008'de şöyle yazmıştı: "Biyoyakıt üretiminin yaygınlaşması dünyadaki açlığı arttırıyor. Mideler boşalırken depolarımızı dolu tutamayız." Gıdanın yakıta yönlendirilmesi mısır ve soya fiyatlarını çoktan arttırdı ve bu daha başlangıç. Dünyadaki petrolün yüzde 25'ini gıdadan sağlamak için gereken araziyi bir düşünün.
Bir ton mısır 413 litre etanol üretir; ABD Başkanı Bush'un istediği 35 milyar galon etanol için 320 milyon ton mısır gerekir. Bu miktar ABD'nin toplam mısır üretiminden (2005 yılında 280.2 milyon ton) daha fazladır. Böyle bir üretim ABD'yi mısır ihracatçısı konumundan ithalatçısı konumuna getirecektir. NAFTA'nın (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) bir sonucu olarak ABD mısırına bağımlı hale gelen Meksika üzerindeki etkisi ise yıkıcı olacaktır.
Yenilenebilir enerji kaynağı ve sera gazı emisyonlarını azaltma aracı olarak tanıtılan endüstriyel biyoyakıtlara geçiş, sadece bir gıda krizi riski taşımakla kalmayıp, iklim kaosunu ve C02 ağırlığını daha da ağırlaştırabilir. Genişleyen soya ve palmiye yağı plantasyonlarının neden olduğu ormansızlaşma, C02 salınımının artmasına yol açmaktadır. FAO, 1,6 milyar ton sera gazının (ya da her yıl atmosfere salınan tüm sera gazlarının yüzde 25 ila 30'unun) ormansızlaşmadan kaynaklandığını tahmin etmektedir. Biyoyakıt plantasyonları 2022 yılına kadar Endonezya'daki yağmur ormanlarının yüzde 98'ini yok edebilir.
Wetlands International'a göre palm yağı plantasyonları için Güneydoğu Asya topraklarının tahrip edilmesi küresel C02 salınımının yüzde 8'ine yol açmaktadır ve Delft Hydraulics'e göre her bir ton palm yağı 30 ton karbondioksit salınımına ya da petrol üreticilerinin yarattığı emisyonun on katına neden olmaktadır. Ancak atmosfer üzerindeki bu ek yük, Kyoto Protokolü'nde emisyonların azaltılması için bir temiz kalkınma yöntemi olarak ele alınmaktadır. Dolayısıyla biyoyakıtlar, azaltmaları gereken küresel ısınmaya katkıda bulunmakta ve hatta daha da arttırmaktadır.
Daha da kötüsü, biyokütlenin sıvı yakıta dönüştürülmesi, yerine geçtiğinden daha fazla fosil yakıt tüketmektedir. Bir galon etanol üretimi 28.000 kilokalori enerji gerektirir. Bu ise 19.400 kilokalori enerji sağlar. Dolayısıyla enerji verimliliği yüzde 43'tür. Eğer ABD, mısırının yüzde 20'sini 5 milyar galon etanol üretmek için kullanırsa, petrol kullanımının sadece yüzde 1'ini karşılayacaktır. Eğer ABD, mısır mahsulünün yüzde 100'ünü kullanılsaydı, petrolün sadece yüzde 7'si bu şekilde karşılanırdı. Bunun ne petrol tüketiminin tepe noktasına ne de iklim kaosuna bir çözüm olmadığı açıktır. Mısırda (etanol üreten) diğer tüm ürünlerden daha fazla azotlu gübre, daha fazla böcek ilacı ve ot öldürücü harcandığını ve bir galon etanol üretmek için 1.700 galon su kullanıldığını düşündüğünüzde, bu "çözüm" daha da zararlıdır.
Kadın Çiftçiler Olmadan Tarım, Kız Çocukları Olmadan Toplum
Hakim görüş, ekonomik küreselleşmenin toplumu modernleştireceği ve kadınların statüsünü iyileştireceği yönündedir, ancak bunun tam tersi gerçekleşmektedir. Piyasanın ve dinin patriyarkal değerleri birleşerek kadınların sadece marjinalleşmesine değil, aynı zamanda vazgeçilebilir olmalarına da yol açmaktadır. Hindistan'da giderek artan kadın sünneti olgusu, kapitalist patriyarka ile dini patriyarkanın nasıl bir araya gelerek kadınlara yönelik şiddetin yeni boyutlarını ortaya çıkardığını göstermektedir.
Bu gerileme tesadüf değildir. Pencap'ın Yeşil Devrim bölgesi kız çocuğu aldırmanın ilk başladığı yerdi; aynı zamanda amniyosentezi bunu kolaylaştırmak için bir araca dönüştüren ilk yerdi. 1978 ve 1983 yılları arasında 78.000 kız fetüsü cinsiyet belirleme testlerinden sonra aldırılmıştır. Çocuk cinsiyet oranı 1961'de 976'dan (her 1.000 erkeğe karşılık kadın oranı) 2001'de 927'ye gerilemiştir. Değişim, cinsiyet belirleme teknolojilerinin giderek daha fazla kullanılabilir hale geldiği 1981 yılından bu yana, en dramatik şekilde gerçekleşmiştir. Başka bir açıdan bakacak olursak, Hindistan'ın nüfusu 1991 ve 2001 yılları arasında yüzde 21 artarak 1.03 milyara ulaşmıştır. Nüfus artarken kız çocukları yok oluyordu. Cinsiyet oranındaki değişim ve nüfus artışı dikkate alındığında, nüfus içinde beklenenden 36 milyon daha az kadın bulunmaktadır.
Eğer kız çocuğu aldırma sadece kadınlara karşı geleneksel bir önyargının sonucu olsaydı, geçmişte kız çocuklarına karşı bu önyargının aşırı olduğu bölgelerle sınırlı kalır ve sosyoekonomik değişimler geleneksel yapıları aşındırdıkça azalırdı. Ancak bu durum Hindistan toplumunda bir veba gibi yayılmaktadır: ekonomik büyümenin yüksek olduğu, daha hızlı "modernleşen" ve küresel ekonomiye entegre olan bölgelerde kız çocuğu aldırma oranları daha yüksek ve çocuk cinsiyet oranı dağılımı daha düşüktür. Ekonomik büyüme ve refah arttıkça kayıp kız çocuklarının sayısı da artmaktadır.
Dünya çapında kadınlar, geçim kaynaklarının ve gıda bağımsızlıklarının temelini yok eden politikalara karşı direniyor. Ayrıca, egemen, kâr odaklı küresel ekonomiyi yönetenlerden farklı ilke ve yöntemlere dayanarak, toplumları için gıda güvenliğini garanti altına alacak alternatifler yaratıyorlar. Bunlar
Küreselleşme yerine yerelleşme ve bölgeselleşme
Saldırgan tahakküm yerine şiddetsizlik
Rekabet yerine eşitlik ve karşılıklılık
Doğanın ve onun türlerinin bütünlüğüne saygı
İnsanları doğanın efendisi olarak değil, bir parçası olarak anlamak
Üretim ve tüketimde biyoçeşitliliğin korunması
Gıdanın geleceği kadınlar tarafından geri alınmalı, kadınlar tarafından şekillendirilmeli ve kadınlar tarafından demokratik olarak kontrol edilmelidir. Gıda ancak kadınların elinde olduğunda hem gıda hem de kadınlar güvende olacaktır.
Delhi, 2010
Türkçeye çeviren: Ezgi Çelik
Bu makale Vandana Shiva'nın "Staying Alive: Women, Ecology and Development" adlı kitabından çevrilmiştir ve Ekolojik Yaşam dergisinin Tarım ve Gıda Krizi konulu 3. sayısında Eylül 2023'te yayınlanmıştır