Kentleri Sıfırdan Yeniden Düşünmek
Yazar: David Wengrow
Antropoloji, arkeoloji ve psikoloji alanında son zamanlarda yapılan çalışmalar, bizlerin aslında eski avcı-toplayıcılara ne kadar da benzediğimizi ve bu benzerliğin 21. yüzyıl kentlerinin daha radikal bir şekilde ele alınması bakımından ne anlama geldiğini gösteriyor.
Kentler fiziksel olarak ortaya çıkmadan önce insan zihninde ortaya çıkmıştı. En azından Elias Canetti1 böyle düşünüyordu. Eski avcı-toplayıcı atalarımız, içinde yaşamakta olduklarından çok daha büyük kolektiflerin varlığını hayal etmiş olmalılar. Cannetti’ye göre bunun kanıtı, mağara duvarlarına çizilen çeşitli tasvirlerdi. Bu tasvirlerde çok büyük sayılardaki kitleler birlikte hareket ederken resmediliyordu. Kuşkusuz, ölülerinden oluşan çok daha kalabalık bir topluluğu da düşünmüş olabilirler. Canetti, insanlar kendi topluluklarını diğer kolektiflere rakip olacak biçimde yükseldiğini tasavvur etmeye başladıkları zaman kentlerin de insan zihninde “görünmez kalabalıklar” şeklinde ortaya çıktığını düşünür. Antropoloji, arkeoloji ve insan bilişi alanındaki güncel gelişmeler, Bulgar-Avusturyalı-İngiliz yazarın konuyu doğru bir yerden yakaladığını ortaya koyuyor.
Anarşizm, Marksizm ve Solun Geleceği
Yüz yıl önce 1921 yılının Ocak ayında doğan Murray Bookchin'in 70'li yaşlarında yazdığı yazılar ve onunla yapılan söyleşiler, Anarşizm, Marksizm ve Solun Geleceği adı altında 1999'da kitaplaştırıldı. Güzel bir raslantı olarak doğumunun yüzüncü yılında Türkçe çevirisi kitapçılarda yerini buldu.1 Kitap yalnız bir geçmiş değerlendirmesi olarak değil ileriye dönük öngörüleriyle de günümüzde geçerliliğini koruyor.
1930'lardan 1960'lara, Marksizmden Anarşizme
Birinci bölüm Bookchin'in çocukluğunun geçtiği 1930'lardan 1960'lara kadar devrimci hareketin değerlendirilmesine ayrılmış. Bölümün ilk söyleşisinde Bookchin nasıl bir ortamda büyüdüğünü, Komünist harekete nasıl katıldığını anlatıyor.2 Ardından o günlerde Komünist olmak nasıl bir deneyimdi onu kendi ağzından duyuyoruz. Bookchin o dönemin tartışmalarını ve gördüğü yanlışlardan sonra Stalinci KP'den nasıl ayrıldığını anlatıyor.
Kapitalizme Karşı Doğrudan Demokrasi
Yazar: Yavor Tarinski
“Demokrasiyi kısıtlamanın en etkili yolu, karar verme mekanizmasını kamusal alandan hesap vermeyen kurumlara devretmektir: krallara ve prenslere, rahip kastlara, askeri cuntalara, parti diktatörlüklerine ya da modern şirketlere.” Noam Chomsky 1
Bugünlerde demokrasi ve kapitalizm sıklıkla neredeyse eşanlamlıymış gibi kullanılıyor. Bu birbirinin yerine geçme hali yalnızca siyasi lügate değil aynı zamanda toplumsal tahayyüllere de nüfuz etmiş durumda. Mevcut sistem tarafından baskı gören veya sömürülen çoğunluk bu iki kavramı suçlama eğilimi gösteriyor.
Geçmişten Günümüze Ekolojik Kriz ve Çözüm Önerileri
Yazar: Erol Malçok
Dünyadaki canlı yaşamın bütünü artık insanın yapıp ettiklerini kaldıramaz hale geldi. Doğa tarihine baktığımızda, insanın doğaya müdahalesi ve tahribat yaratması hep var olan bir olguydu. Ancak geçmiş çağlarda doğa bu tahribatı ve tüketimi telafi edebiliyordu, çünkü yaratılan tahribat da gene doğal araç ve yöntemlerle gerçekleşiyordu; üstelik dünyanın büyüklüğü ve nüfusun azlığı düşünüldüğünde tahribat küçük ölçekli kalıyordu. Günümüzde ise bambaşka bir manzarayla karşı karşıyayız. Sanayi devriminden bu yana geçen yıllarda ve özellikle yaşadığımız çağda, doğa tahribatı neredeyse tümüyle nitelik değiştirdi denebilir. Toprağı, havayı ve suyu zehirleyen, bunların kendini yenilemesini zorlaştıran ve kimi zaman imkânsızlaştıran, teknolojik gelişmelere dayalı kimyasal bazlı büyük bir kirlilik, dünya çapında devasa boyutlarda tüketimle birleştiğinde, ekolojik kriz dediğimiz ağır bir manzara çıkıyor ortaya. Bu manzara karşısında irkilen ve dehşete düşen insanlar ise ekolojik mücadele hamlesiyle karşı durmaya çalışıyorlar. Dünya genelinde faklı bakış açıları ve yöntemlerle devam eden ekolojik mücadelenin ya da ekolojik duyarlılığın kökleri uzun zaman öncesine dayanıyor. Söz konusu olan, Charles Fourier'den Murray Bookchin'e, oradan günümüz ekoloji hareketine uzanan bir fikirler ve mücadeleler tarihidir.
Batı Egemenliğinin Kuruluşu ve Avrupamerkezcilik Üzerine
1970'lerde kapitalizmin krize girmesi ve petrol fiyatlarındaki artışla birlikte bu krizin giderek derinleşmesi birçok tartışmaya yol açtı. Bu tartışmalara daha derin analizlerle katkıda bulunmak için Fransız tarihçi Fernand Braudel adına Eylül 1976’da Immanuel Wallerstein’in başkanlığında New York’da Fernand Braudel Ekonomiler, Tarihsel Sistemler ve Uygarlıklar Araştırma Merkezi kuruldu. Braudel 12. yüzyıldan başlayarak Avrupa’da kapitalizmin önce kent, sonra ulus devlet merkezli uzun dönemli devrelerini incelemişti. Wallerstein ve arkadaşları dünya-sistemleri analizini geliştirdi. Yine bu yıllarda Robert Brenner kapitalizmin ortaya çıkışına ilişkin tarihsel yaklaşıma ağırlık veren siyasal Marksizm kavramını ortaya çıkardı. Bu tartışmalar 1990'larda farklı görüşlerin netleşmesine ve ileriye dönük öngörülere yol açtı. Daha sonra durgunlaşan bu tartışmalara önemli bir katkı 2015 yılında Alexander Anievas ile Kerem Nişancıoğlu'nun ortak çalışması "Batı'nın Egemenliği Nasıl Kuruldu?"(1) adlı kitabıyla geldi. Bu çalışma önceki yıl Türkçeye çevirilerek okuyucuya ulaştı.
"Kapitalizmin Jeopolitik Kökenleri" alt başlığıyla sunulan bu kitabın ilginç yönlerinden biri neredeyse herkesi Avrupa-merkezci olarak nitelemesi ve bunu aşmak için daha önce girilmeyen ayrıntıları tartışmaya dahil etmesi. Bu anlamda katılmadığım bazı analizleri içerse de üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.