Yazar: David Wengrow
Antropoloji, arkeoloji ve psikoloji alanında son zamanlarda yapılan çalışmalar, bizlerin aslında eski avcı-toplayıcılara ne kadar da benzediğimizi ve bu benzerliğin 21. yüzyıl kentlerinin daha radikal bir şekilde ele alınması bakımından ne anlama geldiğini gösteriyor.
Kentler fiziksel olarak ortaya çıkmadan önce insan zihninde ortaya çıkmıştı. En azından Elias Canetti1 böyle düşünüyordu. Eski avcı-toplayıcı atalarımız, içinde yaşamakta olduklarından çok daha büyük kolektiflerin varlığını hayal etmiş olmalılar. Cannetti’ye göre bunun kanıtı, mağara duvarlarına çizilen çeşitli tasvirlerdi. Bu tasvirlerde çok büyük sayılardaki kitleler birlikte hareket ederken resmediliyordu. Kuşkusuz, ölülerinden oluşan çok daha kalabalık bir topluluğu da düşünmüş olabilirler. Canetti, insanlar kendi topluluklarını diğer kolektiflere rakip olacak biçimde yükseldiğini tasavvur etmeye başladıkları zaman kentlerin de insan zihninde “görünmez kalabalıklar” şeklinde ortaya çıktığını düşünür. Antropoloji, arkeoloji ve insan bilişi alanındaki güncel gelişmeler, Bulgar-Avusturyalı-İngiliz yazarın konuyu doğru bir yerden yakaladığını ortaya koyuyor.
Modern avcı-toplayıcılarla ilgili çalışmalarla, insanlar arasında kaynaşmanın ilkin 25-50 kişilik yakın akraba gruplarından oluşan küçük ve gezgin yiyecek arama grupları bağlamında geliştiği fikrini ediniyoruz. Bu “toplayıcılar” yiyecek, bilgi ya da emeği ortaklaşmak yahut evlilik yoluyla akraba olmak için daha büyük gruplar halinde bir araya geldiklerinde ise geleceğin toplumunun yapıtaşlarını oluşturmaya başlamış oluyordu. Eğer evrimleşme sürecimiz bireyleri birbirlerine sıkı sıkıya bağlı topluluklara doğru idiyse, o zaman bugünün ulusları ve kentleri gibi büyük topluluklar bu evrimsel hikâyeye uymaz. Onu bu öyküye uydurabilmek birtakım ilave destekler ve payandalar gerektirmiştir: bürokrasinin icadı, merkezi hükümet, uzmanlaşmış zor aygıtları gibi.2 Bu standart “geleneksel insan toplumu” modeli ise aslında görünenden biraz daha karmaşıktır. Bu anlayışın yanlış olduğunu bugün bilmekteyiz. Neden yanlış olduğunu bilmek daha da önemlidir. Çünkü bunu bilmek, insan toplumlarında birliktelik ve yakınlık konusunda gerçek anlamda evrensel olanın ne olduğunu gösterir bize.
Evrim kuramının genel kabul gören öyküsü, birbirlerinden ayrı olan ancak belirli bir hiyerarşi içinde iç içe geçmiş toplayıcı gruplarla başlar. Peki, bu gerçekte ne anlama gelir? Buradaki temel fikir, öncel toplumsal birimlerin, doğadaki veya matematikteki fraktaller gibi birbirlerinin çeşitli ölçeklerde kopya edilmiş halleri olmasıdır. Ancak üst sınırı olmayan matematiksel fraktallerin aksine, bu toplumsal fraktallerin büyüklüğünün bir dizi içsel etken tarafından sınırlandığı kabul edilir. En azından, uzun zamandır süren yerleşik bilimsel bakış bu şekildedir. “Eski” insan toplumunun en temel biriminin, birlikte ortaya çıkardıkları bir insan yavrusu etrafında birleşen çiftlerden oluşan aile olduğu varsayılır. Zamanla bu çekirdek aileler, kendilerini ve bakmakla yükümlü oldukları kişileri geçindirmek için kabaca 100-150 kişiden oluşan daha büyük ‘yerleşim grupları’ oluşturmak zorunda kaldılar. Biyolojik akrabalık bu gruplara dâhil olabilme için hâlâ en geçerli kriterdi. Bu nedenle, bu yerleşim gruplarının, bileşimlerinde çekirdek aileleri veya onların küçük uzantılarını barındırdığı düşünülüyor. Kurama göre, daha büyük gruplar oluştukça, onları birbirine bağlayan sosyal bağlar zayıflamaya ve çatışmalar ortaya çıkmaya başladı. Başka bir deyişle, gruplar büyüdükçe istikrar azaldı. Son dönem avcı-toplayıcıların bu tür ilksel sosyal sistemin örnekleri olduğu düşünülür. Ama işte pirincin içindeki beyaz taş geliyor:
Tanzanya/Hadza ve Avustralyalı Martular gibi dünyanın bazı yerlerinden vaka örnekleri üzerinden avcı-toplayıcıların demografisi üzerine istatistiksel karşılaştırmalar yapan yeni bir çalışma, bu tür “iç içe geçmiş” sosyal yapıların gerçekte var olmadığını gösteriyor.3 Bu konudaki temel sorun ise “yerleşimci gruplarının” bileşiminde yatıyor. Daha yakından incelendiğinde, birincil biyolojik akrabaların aslında toplam üyelerinin % 10’undan daha azını oluşturduğu görülür. Gruba katılanların çoğu, yakın genetik ilişkileri olmayan, çok farklı bölgelerden gelen ve hatta anadilleri bile aynı olmayan çok daha geniş bir havuzdan gelmektedir. Bu gruplar, muhtemelen, birbirlerini Hadza veya Martu, BaYaka, !Kung San vb. olarak tanıyan bireyleri içermektedir.
Bu ifadelerin kulağa tuhaf gelebileceğinin farkındayım. Bir bakıma, modern toplayıcı toplumlar, birbirinden radikal olarak farklı iki ölçekte aynı anda var oluyor gibidirler: Bu ölçeklerden biri sıkı sıkıya bağlı, diğeri ise neredeyse başıboş bireylerden oluşur. Bu ikisi arasında yer alan neredeyse yoktur. Ancak bilişsel açıdan bakıldığında, işin can alıcı noktası tam da burasıdır. İnsan sosyal bilişini diğer primatlardan en açık şekilde ayıran şey, bu iki radikal ölçek arasında geçiş yapmasını sağlayan nörolojik kapasitedir.4 Bu açıdan ele alındığında modern avcı toplayıcılar, günümüz kentli insanlarından veya eski avcı-toplayıcılardan pek de farklı değildir. Hepimiz asla karşılaşamayacağımız sayısız başkalarına bağlı hissetme, çoğu zaman “sanal gerçeklik” olarak var olan ve kendi kuralları ve rolleri ile olası ilişkilerin olduğu bir dünyaya ve bir makro topluma katılma ve imge oluşturma ve ritüelin bilişsel çalışmasıyla hatırlanan yapılara bağlı olma kapasitesine sahibiz. Avcı-toplayıcılar bazen küçük gruplar halinde de var olabilirlerdi. Ancak bu küçük ölçekli topluluklarda yaşamazlar ve muhtemelen hiç yaşamadılar.
Bu bilgilerin hiçbiri mutlak nüfus büyüklüklerinin sosyal evrim için önemli olmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı, bunların, varsayma eğiliminde olduğumuz kadar önemli olmadıklarıdır. Cannetti en azından bir noktada haklıydı. Kitle toplumu, fiziksel gerçeklik haline gelmeden önce zihinde var olmuştu. Daha da önemlisi, fiziksel bir gerçeklik haline geldikten sonra da var olur zihinde. Şehirler bu noktada bir örnektir. Somut şeylerdir, ancak asla istikrarlı değildirler. İnsanlar, uzak akrabalarını ziyaret etmek, iş toplantıları düzenlemek vb. için, bazen günlük veya mevsimsel olarak tatiller ve bayramlar için sürekli olarak girip çıkarlar buralara. Yine de kentler tüm bunları aşan bir yaşama sahiptir. Bunun nedeni nüfus sayıları değil, bizim sıklıkla kendimizi kente ait hissetmemiz ve öyle hareket etmemizdir. Bir yurttaşlar grubunun parçasıyızdır; bir Londralı, bir New Yorklu’yuzdur. Seçkin şehir sosyoloğu Claude Fischer'in dediği gibi:
Kent sakinlerinin çoğu sınırlı, maddesel hayatlar sürer. Nadiren şehir merkezine inerler. Kentin yaşamadıkları veya çalışmadıkları bölgelerini bilmezler ve (sosyolojik olarak anlamlı herhangi bir şekilde) kent nüfusunun yalnızca küçük bir bölümünü görürler. Kuşkusuz, ara sıra - yoğun saatlerde, futbol maçlarında vb. - binlerce yabancıyla bir arada olabilirler, ancak bir arada olma halinin kişisel yaşamları üzerinde herhangi bir doğrudan etkisi olması gerekmez. Kentliler birbirine dokunan ama birbirine nüfuz etmeyen küçük sosyal dünyalarda yaşarlar.5
Bütün bunlar aynı ölçüde antik şehirler için de geçerlidir (Aristoteles'in Babil için söylediği gibi, "... ele geçirildikten iki gün sonra bile şehrin bir kısmı bundan habersizdi”). Bu gözlemler uzun zaman önce yapılmıştır ve bize fazlasıyla açık gelebilir. Ancak bunları evrimsel tartışmaların ışığında ele almak önemlidir, çünkü bunlar, kentlerin nasıl ortaya çıktığı kadar, ileride ne hale gelebilecekleri hakkındaki yerleşik bazı inançlara da şüphe ile yaklaşmamızı sağlarlar.
Şehirlerde yaşamak, yeni toplumsal gerilimlere neden olan, bizi benzeri görülmemiş sorunlara çözümler üretmeye mecbur kılan ve mutlaka başarılması gereken zor bir sınav mıydı? Bazıları için bu, kentsel ölçekte örgütlenmiş yaşamı mümkün kılmak için kurumların ve teknolojilerin şekillendirilmesiyle “sosyal karmaşıklığın” tam da başladığı yerdir. Diğer bazıları açısından ise bu, karmaşayı önlemek için temel özgürlüklerden vazgeçmemiz, geleceğimizi yeni türden yöneticiler, rahipler, krallar ve savaşçı-politikacılara bizim için kararlar vermeleri ve düzeni sağlamaları için devretmemiz gereken yer anlamına gelir. Yukarıda gördüğümüz gibi, güncel evrimsel araştırmalar tam tersi bir yöne işaret ediyor: şehirlerde yaşamak aslında hiç zor ya da kural dışı değildir aslında. Çünkü şehirler insanlar arasında gevşek bağların söz konusu olduğu yerlerdir; ve insan bilişi açısından, gevşek bağlı gruplarda yaşamak bizim tüm serüvenimiz boyunca yapageldiğimiz şeydir.
Peki ya erken dönem kentlere ilişkin kanıtlar? 20. yüzyılın ilk yarısında çalışmalar yapan ünlü arkeolog Gordon Childe’den beri araştırmacılar, kentsel nüfusun yeni ölçeğiyle ilişkili olarak sosyal evrimin evrensel özelliklerini belirlemeye çalıştılar. On binlerce insanın yaşadığı yerleşim yerleri insanlık tarihinde ilk kez yaklaşık 6.000 yıl önce ortaya çıktı. Her kıtadaki en eski örneklerde, modern şehirlerimizin ilk izlerini bulmamız mümkündür. Ancak bu örnekler çoğalıp anlayışımız geliştikçe, hepsini belirli bir evrim şemasına uydurma olasılığımız azalır. Burada mesele sadece bazı erken şehirlerde sınıf bölünmeleri, servet tekelleri ve yönetim hiyerarşilerinin beklenen özelliklerinden yoksun olması değildir. Ortaya çıkan tablo, sadece değişimi değil, ama aynı zamanda en başından, ilk ortaya çıktığı andan itibaren kentsel formda gayet bilinçli bir şekilde fikirleri denemeye işaret etmektedir. Şaşırtıcı bir şekilde, bu kanıtların çoğu, şehirlerin, yönetici elitlerin çıkarları tarafından şekillendirilen, zengin ve fakir arasında “büyük bir bölünme” oluşturduğu fikrine ters düşer.
Aslında, şaşırtıcı bir şekilde çok az erken kent otoriter bir yönetimin işaretleri gösterir. Orta Doğu ya da Güney Asya’nın ilk kent merkezlerinde, MÖ dördüncü ve üçüncü bin yılın başlarına kadar monarşilerin varlığına dair hiçbir kanıt yoktur; ve Mezopotamya’da krallıkların ortaya çıkışından sonra bile, yazılı kaynaklar bize kentlerdeki iktidarın kendi kendini yöneten konseyler ve halk meclislerinin elinde olduğunu söyler. Avrasya'nın diğer bölgelerinde, en başından itibaren kentsel yaşamın önemli alanlarında eşitlikçi ilişkileri esas alan kolektif stratejilerin varlığına ilişkin ikna edici kanıtlar buluruz. MÖ 2600 civarında İndus kıyılarında kurulmuş, belki de 40.000 kişilik bir şehir olan Mohenjo-daro’da, maddi zenginlik dinsel ve siyasi otoriteden ayrılmıştı ve nüfusun çoğunluğu yüksek nitelikli konutlarda yaşıyordu. Bu tarihten bin yıl kadar önce Ukrayna’da da tarih öncesi yerleşim yerleri benzer bir ölçekteydi. Ancak burada da anıtsal binalar, merkezi idare veya belirgin bir zenginlik farklılığına ilişkin kanıt yoktur. Bunun yerine, toplanma yerlerinin etrafında mahalleler oluşturan, her biri bahçeli evlerin dairesel biçimde düzenlenmiş hallerini buluruz. Aşağıdan yukarı inşa edilip sürdürülen ve bu biçimde sekiz yüzyıldan fazla süren kentsel bir yaşam modeli.6
Amerika kıtası arkeolojisinde de benzer bir deneyim gözlemleriz. Meksika Vadisi’nde, onlarca yıl süren araştırmalara rağmen, muhteşem altın çağını MS 400 civarında geçiren Teotihuacan’ın kalıntıları arasında monarşi olduğuna dair hiçbir kanıt bulunamamıştır. Güneş ve Ay Piramitlerini yükselten anıtsal yapının inşasının erken bir aşamasından sonra, şehrin kaynaklarının çoğu, sakinlerine çok aileli evler sağlayan muazzam bir toplu konut programına yönlendirildi. Tek tip bir ızgara üzerine yerleştirilmiş bu taştan villalar -ince sıvalı zeminleri ve duvarları, entegre drenaj tesisleri ve merkezi avluları ile -zenginlik, statü veya etnik kökene bakılmaksızın tüm vatandaşların yararlanmasına açıktı. Arkeologlar, kentin neredeyse tüm nüfusunun (100.000'inin) bu tür görkemli koşullarda yaşadığını anlayana kadar, ilk başta onların saray olduğunu zannettiler.7
Bin yıl sonra, Avrupalılar Orta Amerika’ya ilk geldiklerinde, çarpıcı çeşitlilikte bir kent uygarlığı buldular karşılarında. Krallık sistemi kentlerde her yerde bulunuyordu, ancak belediye yönetiminin yükümlülüklerini yerine getirmek için sırayla değişen ve en yüksek görevlerin altepetl'in (kent devletinin) geniş bir bölümü arasında dağıtıldığı calpolli olarak bilinen kent semtlerinin iktidarı etkindi. Bazı şehirler mutlakiyetçiliğe yönelmişti, ancak diğerleri kolektif bir yönetimi denedi. Puebla Vadisi’ndeki Tlaxcalan, bu ikinci yönde etkileyici bir şekilde ilerledi. Cortés, buraya vardıklarında, “halk arasında şimdiye kadar gözlemlenen yönetim düzeninin, Venedik, Cenova ve Pisa cumhuriyetlerine çok benzediği, çünkü hiçbir yüce efendinin olmadığı” bir ticaret merkezi bulmuştu. Arkeolojik çalışmalar buradaki en görkemli yapıların saraylar veya piramit tapınakları değil, aynı yüksek standartlarda inşa edilen ve büyük toprak terasların yükseldiği, sıradan insanların yaşadığı konutlar olduğu kendine özgü bir cumhuriyetin varlığını ortaya koymaktadır.8
Günümüz arkeolojisi, erken dönem kentlerin ekolojisinin de bir zamanlar inanıldığından çok daha çeşitli ve daha az merkezileşmiş yerler olduğunu göstermektedir. Ekonomilerinin merkezinde küçük ölçekli bahçecilik ve hayvan bakımının yanısıra, nehirlerin ve denizlerin kaynakları ve hatta dünyanın neresinde olduğumuza bağlı olarak ormanlarda veya bataklıklarda devam eden yabani mevsimlik yiyeceklerin avlanması ve toplanması yer alıyordu.9 Tarihin ilk şehir sakinleri hakkında yavaş yavaş öğrendiğimiz şey, onların çevreye ya da birbirlerine her zaman kaba ve sert bir iz bırakmadıklarıdır. Burada bize de bir mesaj vardır. Bugünün kentlileri sokağa inerek iklim değişikliği sorunlarının üstesinden gelmek için yurttaş meclislerinin kurulması çağrısında bulunduklarında, tarihsel ya da toplumsal evrime karşı çıkmıyor, aksine, ona uygun davranmış oluyorlar. Hepimizin paylaştığı gezegen için sürdürülebilir bir gelecek yaratma umuduyla, kentlere hayat veren ilk şey olan siyasal tahayyülün kıvılcımından bir şeyleri alıp kullanmamızı istiyorlar.
1 Canetti, Elias. 1962. Crowds and Power. London: Gollancz.
2 Dunbar, Robin I. M. 2010. How Many Friends Does One Person Need? Dunbar’s Number and Other Evolutionary Quirks. Cambridge, MA: Harvard University Press.
3 Bird, Douglas W. et al. 2019. “Variability in the organization and size of hunter-gatherer groups: foragers do not live in small-scale societies.” Journal of Human Evolution 131: 96–108; ayrıca bkz. Hill, Kim et al. 2011. “Co-residence patterns in hunter-gatherer societies show unique human social structure.” Science 331: 1286–1289; David Wengrow and David Graeber. 2015. “Farewell to the childhood of man: ritual, seasonality, and the origins of inequality.” (The Henry Myers Lecture). Journal of the Royal Anthropological Institute 21 (3): 597–619.
4 Bloch, Maurice. 2013. In and Out of Each Other’s Bodies: Theory of Mind, Evolution, Truth, and the Nature of the Social. Boulder, Co.: Paradigm.
5 Fischer, Claude S. 1977. “Comment on Mayhew and Levinger’s ‘Size and the density of interaction in human aggregates’.” American Journal of Sociology 83 (2): 452–455.
6 Mieroop, Marc Van De. 2013. “Democracy and the rule of law, the assembly, and the first law code,” in H. Crawford (ed.), The Sumerian World. Abingdon; New York: Routledge, pp. 277–289; Possehl, Gregory L. 2002. The Indus Civilization: A Contemporary Perspective. Walnut Creek: Altamira; Wengrow, David. 2015. Cities before the State in Early Eurasia. (The Jack Goody Lecture). Halle: Max Planck Institute for Social Anthropology; Chapman, John, Bisserka Gaydarska and Duncan Hale. 2016. “Nebelivka: assembly houses, ditches, and social structure.” In J. Müller et al. (eds.), Trypillia Mega-Sites and European Prehistory, 4100–3400 BCE. London and New York: Routledge, pp. 117–132.
7 Froese, Tom, Carlos Gershenson and Linda R. Manzanilla. 2014. “Can government be self-organized? A mathematical model of the collective social organization of ancient Teotihuacan, Central Mexico.” PLOS One 9 (10): e109966; Robb, Matthew H. 2017. Teotihuacan: City of Water, City of Fire. San Francisco: Fine Arts Museums of San Francisco and University of California Press.
8 Fargher, Lane, Richard E. Blanton, and Verenice Y Heredia Espinoza. 2010. “Egalitarian ideology and political power in prehispanic Central Mexico: the case of Tlaxcalan.” Latin American Antiquity 21 (3): 227–251; Fargher, Lane et al. 2011. “Tlaxcallan: the archaeology of an ancient republic in the New World.” Antiquity 85: 172–186.
9 Pournelle, Jennifer. 2003. Marshland of Cities: Deltaic Landscapes and the Evolution of Mesopotamian Civilization. University of California: San Diego.
https://medium.com/whose-society-whose-cohesion/rethinking-cities-from-the-ground-up-73d92059b15f