Akdeniz’deki yangınlarda yalnızca arılar değil, tozlaşmayı sağlayacak meyve sinekleri dahi yandı. Yerel biyoçeşitliliği geri getirmek için merkezi olana değil, yerel seslere kulak vermeliyiz.

Ağustos ayında birbirinin peşi sıra gelen yangınlar bölge insanını perişan etti. Gelecek yıllara hazırlanmak için tüm bunlardan hem doğa hem de canlılar adına ne dersler çıkarmalıyız, şimdi ona bakalım.

2019 yılında bir türlü söndürülemeyen ve tüm Avustralya kıtasını etkileyen yangınlarda oradaydım. Bazı günler adeta adanın tümü yanıyor, son dileklerimi yakınlarıma iletebilir miyim korkusunu yaşadığım günler olmuştu… Bu yaz Türkiye’de yaşadığımız yangınlar onunla kıyaslanır ölçüde değildi. Fakat her yangın başlı başına korkunçtur. Marmaris tarafında, yaşadığım yere yakın olan yangınlarda benzeri bir korku ve çaresizliği hissettim. Özellikle geceleri yanan canlıların et kokusunu duymak en kötüsüydü.

Bu yıl yalnızca Türkiye değil, Yunanistan, İspanya, Kuzey Amerika ve hatta tüm bunların yüzölçümünden daha büyük alanı etkilediği öne sürülen Sibirya yangınlarını da dikkate alalım. Artık dünyamız her yıl bir öncekinden daha da sıcak ve kurak geçiyor. Sıcaklıklar beklenenin üstünde seyrediyor. Konuya duyarlı gibi görünen “gelişmiş” ülkeler dahi karbon emisyonlarını sıfırlamakta 2030 hedeflerini 2050’ye çekme düşüncesinde. Ancak ısınma devam ettikçe yeryüzündeki canlı hayat fazlasıyla etkilenecek. Durum acil olarak alınacak önlemlere bağlı! Yurttaş olarak hepimize iş düşüyor.

Afetin ihalesi olur mu?
Yangına karşı önlemler bu işten nasıl kâr ederiz mantığıyla hareket edenleri umarım utandırmıştır. Bunu duymak dahi utandırıcı değil mi? Oysa ekosistemin geleceği düşünülerek atılacak adımlar temelinde bugünlere yatırım yapılması gerekirdi. Ortak geleceğimiz buna bağlı. Ülkemizde her şeyin özelleştirilmesi nedeniyle, var olan kaynakların atıllaşması, yangınların yurt dışından kiralanacak uçak ve helikopterlere ihale edilmiş olması ne kadar utanç verici bir durum.

Afetin ihalesi olur mu? Kapitalizmin gölgesini satamayacağı ağacı dahi yaşatmayacağını biliyorduk. Demek ki bu durumda tüm canlıların yaşam alanı yok olurken bu işten para kazanılmaya odaklananlar bizden değildir diye düşünmemiz gerekir. Biz derken canlı etiğinden söz ediyorum. Bu özelleştirmeler ağına gelene kadar bir dizi yozlaşma zincirlerinden geçtik. Bu durum da yoz, ayrı bir kültür de yarattı. Yangın manzarasına karşı restoranlarda ve eğlence yerlerinde keyfine bakan insanlar olduğu gibi. Başka bir resim karesi de geçmiş yıllardan; sığınmacılar şişme botları patlamış yarı ölü yarı diri karaya çıkarken orada yoga yapmaya devam eden bir grup… Bu tür merhametsiz insanlar nasıl çoğalıyor? Filistin’de İsrail tankları önünde yatan ABD’li barış aktivitsti Rachel Cory, “Zulüm bizdense ben onlardan değilim” demişti.

Her şey, etik değerleri koruyan, kendi yaşamı hakkında özne olabilen dayanışmacı yurttaş bilincine bağlı.
Birleşmiş Milletler örgütü olan Ülkelerarası İklim Değişimi Platformu (The Intergovernmental Panel on Climate Change IPPCC) 2021 raporuna göre artık çağımız ateş çağı. Yangınlardan kaçınamayacağız. Öyleyse bununla nasıl başa çıkabileceğimizi yangın ekolojisi adı altında öğrenelim.

Nasıl bu duruma geldik?
Türkiye’de son 40-50 yılda madencilik, konut (özellikle TOKİ), yol, baraj, savaş, turizm ve bunların sektörel bağlantıları ile ormanlık alanlarda yapılan kıyım, tarım ve hayvancılığın etkilerinden kat kat fazla. Sadece Muğla bölgesinin % 60-70’i maden ruhsatına tabi olduğuna göre, durum gelecek yıllarda daha da vahim olabilir. Var olan termik santrallerin (Yatağan, Yeniköy ve Kemer) hepsinin ömrünü tamamladığı da dillendiriliyor. Onları kaldırmak yerine ömürlerini uzatmak için yenileme yatırımları yapıldığını duymak ise insanı öfkelendiriyor. Dünyada karbon emisyonları nedeniyle kömür santralleri hızla kapatılırken böylesi bir mantığı anlamak mümkün mü?

Milas’ın İkizköy yöresinde bulunan Akbelen ormanında kalan bir avuç olgun kızılçam ormanı da böylesi bir projeye kurban edilmek isteniyor.
Akbelen’de 740 dönümlük ormanı kesimden korumak için tutulan nöbete ben de birkaç kez katıldım. Gece boyunca ve sabahın erken saatlerinde o yüzyıllık ağaçların sesini dinlemeyi bilirseniz, dönüp dönüp oraya gitmek istersiniz. Benim kalbim orada kaldı. Bazı günler seyirci kalan çevre köylere gittik köylülerle konuştuk. Apaçık söyleyebileni de vardı, söylemekten çekineni de…  Ancak şu bir gerçek ki hepsi, termik santrallerin bulunduğu taraftaki zeytin ağaçlarından ve tarlalarında yetiştirmeye çalıştıkları sebze ve meyvelerden verim alamadıkları ve hatta akciğer kanseri vb hastalıkları olduğu söyleminde birleşiyorlardı.

Milas yöresi sulak gibi görünse de termik santrallerin soğutma ihtiyacı nedeniyle köylerin yeraltı suları çekilmiş. Bazı köyler susuzlukla yüz yüze. Çevredeki köylerden, madende çalışan bir erkek kendi elleriyle satmış tarlalarını. Sonra da köyü susuz kalmış. Şimdi, onun gibi olmamak için, İkizköy halkı kadınlarının liderliğinde ayağa kalkmış durumda.

Hele Kemerköy’ün kömür için yıllardır yok ettiği 15 kilometre uzunluğundaki, hiçbir canlılık taşımayan, ay yüzeyi gibi alanı görünce, termik santrallerin sonunun gelmesi gerektiğinin ve Akbelen ormanını korumanın hepimizin boynunun borcu olduğunu anladık.

Akbelen ormanındaki ağaçların yangınlar bahane edilerek, Ağustos ayı içinde kesilmeye çalışılması ise diğer bir utanç kaynağı. Orada gece gündüz nöbette olan dostlara selam olsun!

Acil olarak yapılması gerekenler
Yere düşen her damla yağmur suyu korunmalı ve yeraltına enjekte olması sağlanmalı. Çünkü vahşi yangınların, mercek vazifesi gören parlak yüzeylerden (pet şişede bırakılmış su vb) olduğu kadar, yeryüzünün kuruması sonucu oluştuğunu Avustralya yangınlarında gördük. Bu konuda yazdığım bir yazıda yerli Aborijinlerin yüzyıllardır yangını kontrol altında tutma ve söndürme tekniklerinin terk edilmiş olması önemli rol oynuyordu. Sonrasında halkın baskısı üzerine Avustralya’da kültürel yakma (cultural burning) denilen bu tekniklere kısmi de olsa geri dönüldü. Bu konuda yeniden iş sahaları yeniden yaratıldı.

Kısacası Türkiye'ye özgü de yerel ve bölgesel stratejilerin yanında yöreye özgü yangın stratejilerini de geliştirmek gerekli. Anadolu coğrafyası gibi dağlık, tepelik, ovalık bölünmelerle, değişik mikro iklim cepleri bulunan bir alanda alınacak önlemler hakkında yerel halkla birlikte çalışılmalı. Çünkü onlar geçmişten bugüne oranın tarihini bilir. Ağaçlarını, iklimi, hakim rüzgârını tanır.

Yağmur suyu
Yağmur mevsimlerinde yere düşen her damla su korunmalı. Kent gibi yapılı çevrelerde betonlar sökülüp geçirgen yüzeyler yaratılmalı. Kırsalda organik madde miktarını artırarak suyu emdirme metotları uygulanmalı. ABD’de okul hastane vb. kamusal yerlerdeki betonların sökülerek geçirgen yüzeyler yapılmaya başlanması neredeyse 20 yıla dayanıyor.

Anadolu’da yeraltındaki akifer suyunun her yıl onlarca metre düştüğünü biliyoruz. Bu seviye bazı yerlerde 300 metre derinliği geçmiş durumda. Hazır olan akifer suyunun çekilmesi durdurulmalı. Bunun yerine yağmur suyu hasadı teşvik edilmeli. Her bölgenin yerel iklime özgü su hasadı ve farklı yerlerde suyu biriktirme yöntemleri vardır. Örneğin, Akdeniz bölgesindeki yöntem, buharlaşmadan dolayı, yeraltı su sarnıçlarıdır. Nasıl eski İstanbul’da var idiyse, bugün de kamu binaları dahil, yeraltı sarnıçları zorunlu olmalı.

Elbette gelişen teknoloji sayesinde, küresel ısınma nedeniyle seviyesi yükselen deniz suyunu da kullanmak mümkün olabilir. Ancak bunun halen pahalı bir yöntem olduğu belirtiliyor. Üstelik uzun mesafeden borularla su taşınmasının ne kadar maliyetli olduğunu biliyoruz. Yerelde alınacak her türlü önlem yerel yangını daha iyi söndürür.

Acilen her mahallede, yangın dahil, acil afet birimleri oluşturulmalı. Böylece zaten belediyelerde sözde var olan kent meclisleri aktif kılınabilir. Son yangınlar nedeniyle, Datça’da biz her mahalle ve köyde dayanışma grupları oluşturduk. Umarım 11 yerel grubumuz her mevsim canlılığını korur. Bölgenin başka sorunlarına da yardımcı olur. Çünkü bu gelen zorlu süreçlerde bizi ancak dayanışma yaşatacak.

 

Yangına dayanıklı vejetasyon
Ormanda yangının yayılmadan söndürülmesi için tampon bölgeler yaratıldığı gibi, aynı zamanda yangın kırma özelliği taşıyan vejetasyon da belli bir sönümlenme etkisi yaratır. Hakim rüzgârın yönüne göre, çevrede yangına dayanıklı ağaç ve çalılıklardan yangın bariyerleri oluşturulabilir. Hatta evlerimizin, okul ve hastane gibi yapıların çevresinde yangına dayanıklı türlerden zonlar oluşturmak hızla teşvik edilmeli. Zaten kadim bilgilere ve yerel iklime dikkatlice bakarsak birçok şey görebiliriz. Örneğin, begonvil ve zakkum gibi su istemeyen bitkilerin Akdeniz ve Ege coğrafyasında daha iyi yetiştiğini görüyoruz. Bunların yangına karşı dirençli olduğunu da anımsatalım.

Yer örtücü olarak, etli kaktüsümsü sedum türü bitkiler yangının yatay yayılmasını önleyebilir. Zeytin çok yararlı endüstriyel bir bitkidir. Ancak her yere zeytin ağacı yapmak monokültür yaratır. Zeytinin de yağlı olması itibariyle kolay yanabildiğini unutmayalım. Doğal tarımcı Yunanlı dostumuz Panos Manikis, zeytinliklerin polikültüre geçmesi gerektiğini yıllar önce anımsatmıştı.
Kızılçamın Akdeniz’e özgü bir ağaç olarak korunması gerekiyor. Akbelen’de en az 150 yaşındaki kızılçamlara sarıldım. Onların enerjileri bambaşka… Kızılçamdan beslenen arıların yaptığı çam balının kıymetli olduğunu ben de yurt dışında yaşarken öğrendim. Yurdumuz gerçekten bu konuda dünyada ender kuşaklardan biri.

Kızılçamın uygun vejetasyonla zenginleştirilmesi hızla yapılmalı. Böylece kızılçamın da monokültür olması önlenebilir. Yıllardır Toroslar’da yaşayan arkadaşım Esra Güven ki kendisi aynı zamanda iyi bir yaban hayatı gözlemcisidir. Yazıyaban bloğunda kızılçama kardeş bitki olabilecekleri, yangınlar sırasında yayınladığı bir yazısında şöyle sıralıyor: Sumak, akçakesme, meşe türleri, sandal, alıç, çıtlık, menengiç, defne, katran ardıcı, boz ardıç, tek tük de olsa erguvan, keçiboğan, karaçalı, mersin, katır tırnağı, tüylü laden, yabani yasemin, patlangaç çalısı, boyacı sumağı, gevrecik.. Bunlar bu bölgede kızılçamla birlikte büyüyen ağaçlardan/çalılardan bazıları. Kısacası doğayı iyi gözleyip kayıtlar tutmalıyız ki yanıp yok olanı, aldığımız örneklerden yola çıkarak geri getirelim.

Akdeniz’deki yangınlarda, yalnızca arılar değil tozlaşmayı sağlayacak meyve sinekleri dahi yandı. Yerel biyoçeşitliliği geri getirmek için merkezi olana değil, yerel seslere kulak vermeliyiz. Örneğin arıcıların seslerine… Restorasyonda yerelin sesi ve ihtiyaçları dikkatlice dinlenmeli ve kayda geçirilmeli. Elbette merkezi ve yerel yönetimlerin yanan yerleri turizme açmamaları için de uyanık olmalıyız. Onların görevleri ısrarla anımsatılmalı!

Kısacası, gelecekteki olası felaketler için mahalle bazında yurttaş inisiyatifleri oluşturmayı önemsemeliyiz.  Dayanışma yaşatır!

Bu yazı Yeşil Gazete versiyonunun gözden geçirilmiş halidir. 28 Ağustos 2021 Yeşil Gazetede yayımlanmıştır: https://yesilgazete.org/author/emetdegirmenci/