Türkiye’de bitkisel üretim ve hayvansal üretim (birlikte tarım diyoruz); hem ekolojik hem de ekonomik çifte bir krizle karşı karşıya. Dünya’da da benzer sorunlar var. Ancak ülkede yürütülen para politikası sonucu durum bizde daha da ağırlaştı. Türk Lirasının aşırı değer kaybı, yem hammaddelerinin ithal edilmek zorunda kalınması sonucu hayvansal üretim maliyetleri çok hızla arttı. Hayvansal üretim büyük ölçüde kesif yeme (sanayi yemi) dayalı olarak yapılıyor. Meralarımız geliştirilmedi ve çeşitli şekillerde maden, konut, turizm vb. nedenlerle tahrip oluyor ve küçülüyor. Bu ise hayvan beslemeyi kesif yeme dayalı olmak zorunda bıraktı. Sanayi yemi hammaddelerinin önemli bir kesimi ithal ediliyor. Döviz kurlarındaki hızlı artışlar bu nedenle sanayi yemi maliyetlerini de çok hızlı arttırdı.


Diğer yandan kamuya ait yem sanayinin, Süt Endüstrisi Kurumunun, Et ve Balık Kurumunun özelleştirilmiş olması yem, süt ve ürünleri, et ve ürünlerinde özel şirketlerin hegemonya oluşturmasına yol açtı. Üreticiler yem fiyatlarına giderek daha yüksek fiyatlar öderken, süt ve et için ellerine geçen fiyatlar daha az artıyor. Bu durum hayvansal ürün üreticisi çiftçilerin ikili bir makas arasında ezilmesine yol açıyor. Buna karşılık perakende sektöründe de benzer bir yoğunlaşma var ve bu da tüketicilerin hayvansal ürünlere çok yüksek fiyatlar ödemelerine neden oluyor. Kısacası; tüketici tüketemez, üretici üretemez hale gelmiştir. Küresel iklim değişikliği hayvancılığı da etkilemektedir. Ot verimi düşmektedir. Bu durum böyle devam edemez. Tarım değişen iklim koşullarına uyum göstermek zorundadır. Hayvansal üretimde çok köklü değişimler yapmak zorundayız. Bitkisel üretimle bütünleşmiş agroekolojik bir hayvancılık çıkar yoldur. Bu yazıda hayvancılığın nasıl bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini irdeleyeceğiz.

Tarımsal Üretimde Kısa Bir Ufuk Turu

Tarihsel olarak olaya biraz daha geriye giderek bakmak istiyoruz. Bunu yapmazsak sorunu kavramamızın kolay olmayacağı düşüncesindeyiz.

Tarım sistemlerinin evriminde 18. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar mekânsal olarak bitki üretimi ve hayvan üretiminin iç içe olduğunu, bunların kendi aralarında sıkı ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Hatta kentler ile de ilişkilerin kuvvetli olduğu, bugünkü gibi kopuk olmadığı bilinmektedir. Çiftçiler bitkisel ve hayvansal üretimi birlikte yapmaktadırlar. Bitki atıkları, otlar hayvanlar tarafından besin olarak kullanılmaktadır. Hiçbir bitki artığı ziyan olmamaktadır. Hayvanların gübreleri de kolayca bitkilere verilebilmektedir. Hatta bu yüzyıllarda kentlerdeki lağımlardaki atıklar bile bitkisel üretiminde kullanılmakta idi. Tarımda çoklu ürün (polikültür) hâkimdi ve daha henüz tohumlar üzerinde şirketlerin bir hegemonyası söz konusu değildi. Çiftçiler kendi tohumlarını kullanabilmekteydiler. Şüphesiz bu dönemi kırsal kesim açısından dünyanın birçok yerinde mutlu bir dönem olarak nitelendirmek mümkün değilse de ekolojik olarak ciddi bir sorun yoktu. (Bkz: Grafik 1)

 

Mekanizasyon gelişirken, tarım fiyatları da düştü. Bu daha önce tarımda çalışan köylü veya işçilerin kentlere göç etmesi ile sonuçlandı. Aşırı büyüyen kentlerde kanalizasyon sistemlerinin yapılması kentleri biraz daha yaşanır bir hale getirdi, ancak bu defa da kentlerden bitkisel üretime lağımlarla sağlanan besin maddeleri kesildi. Bu ise göllerin veya denizlerin kirlenmesi ile sonuçlandı. (Grafik 2) 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl ortalarına kadar gelişen bu süreçte, savaşlardan sonra boş kalmış olan kimya sanayi daha sonra kimyasal gübre ve tarım ilaçları üretmeye başladı. Bu nedenle bu besin eksikliği bir süre için giderilmiş gibi göründü. Ancak bunun tarım üzerinde de olumsuz etkileri oluşmakta gecikmedi.

 

20. yüzyıl ortalarından itibaren hayvansal ürünleri işleyen büyük şirketlerin de etkileri ile hayvansal üretim, bitkisel üretimden kopmaya başladı. Hayvansal üretim meralardan koparılarak kesif yem tüketimine dönük bir hal aldı ve hayvanlar kapalı ve sıkıştırılmış binalarda beslenmeye başlandı. Bu fabrika tarımı (factory farming) şeklinde adlandırıldı. Ancak bunun sonucunda gübre ve idrar havuzlarda toplandı. Kimi yerlerde ise nehirlere boşaltıldı. Gübreyi bitkisel üretime ulaştırmak ekonomik olmamaya başladı. Diğer yandan hayvancılık işletmeleri bitkisel üretimden koparılınca nöbetleşmeye giren yem bitkileri ve baklagiller yetiştirmek gereksizleşti. Bunun bitkisel üretim üzerindeki etkileri yıkıcı oldu. Tek ürün (monokültür) sistemi yoğunlaştı. Bu varılan son durumda tarım sistemi artık hayvancılığı da kapsayarak endüstriyel tarım (industrial agriculture) olarak adlandırılmaya başladı. (Grafik 3)

Bu gelişmeler şüphesiz dünyanın her yerinde homojen olarak oluşmamıştır ve değişim hala devam etmektedir. Endüstriyel tarımın yarattığı sonuçlar olumsuz olmuştur. Kimyasal gübre üretmek, taşımak ve uygulamak için büyük bir enerji kullanılmaktadır. Kimyasal gübre ve ilaçlar büyük bir çevre kirliliği yaratmıştır. Sular kirlenmiştir. Kentlerde kanalizasyonlar büyük bir çevre kirliliği yaratmaktadır. Daha önceleri hayvan yemi veya gübre olarak kullanılan mutfak atıkları vb. organik maddeler bu defa patlayıcı bir kirlilik kaynağı olmuştur. Toprak organik maddece fakirleşmiş, kimyasal gübreler topraktaki faydalı mikro organizmaları öldürmüştür. Bu ise zararlı organizmaların hâkim olmasını kolaylaştırmıştır. Kimyasal gübrelerle otlar daha hızlı gelişmiş, bu defa bunları öldürmek için herbisitlere (ot öldürücülere) ihtiyaç artmıştır. Tohum şirketlerinin de etkisi ile biyoçeşitlilik azalmıştır. Bunların birleşik etkisi ile bitki hastalık ve zararlıları çoğalmış, bu defa insektisitler (tarım ilaçları) kullanımı artmıştır. Süreç kendi kendini besleyen bir kısır döngü halini almıştır. Biyoçeşitliliğin de kaybı ve azalması ile bitkisel ürünlerin besleyici özellikleri azalmıştır. Hayvanların kapalı ve sıkıştırılmış ortamlarda yetiştirilmeleri antibiyotik kullanımının artması ile sonuçlanmış, bu da insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerde bulunmuştur. Hayvancılıkta da biyoçeşitliliğin azalması insanlar için zararlı mikropların (kuş gribi gibi) oluşması ve hızlı yayılması için uygun bir ortam yaratmıştır.

  

Bu ayrılma ve kopmaya metabolik yarılma diyoruz.2 Bu yarılmayı köklü bir şekilde ele alıp tartışmazsak ne hayvancılık ve daha genel olarak tarım hatta ne de çevrenin sorunlarına çözüm bulamayız. Bunu yapmadığımızda kendi içimizde döner dururuz.

Fabrika Tarımı, Endüstriyel Tarım, CAFO

Endüstriyel tarım (industrial farming) kimyasal tarım ilaçları, kimyasal gübreler kullanılan tarım sistemini tanımlamak için kullanılır. Hayvancılıkta ise genel olarak hayvanlar bina içinde olmakta ve meradan uzak bir üretim sistemi uygulanmaktadır. Bu nedenle endüstriyel tarımın hayvancılıkta uygulanan biçimine fabrikaya benzerliklerinden dolayı fabrika tarımı (factory farming) denmektedir. İngilizcede kullanılan diğer bir terim de CAFO’dur.

“Yoğunlaştırılmış Hayvan Besleme İşletmeleri” (CAFO “Confined Animal Feeding Operations”) terimi kullanılmaktadır. Bu işletmelerde hayvanlar kesif yemlerle beslenmektedir. Bu işletmeler çok küçük bir alanda çok sayıda hayvan yetiştirmektedir. ABD başta olmak üzere bu işletmelerin kapasiteleri çok büyümüştür. Ancak dar alanda çok hayvanı daha çok kesif yemlerle yetiştirmek esastır. Dolayısıyla ülkemizde de bu tanıma giren işletmeler hayli fazladır. ABD’de EPA (Environmental Protection Agency- Çevre Koruma Ajansı) açısından bir CAFO potansiyel kirletme profili olan bir hayvancılık işletmesidir. EPA CAFO’ları

a) Bir yetiştirme periyodunda 45 günden fazla hayvanları kapalı yerde tutan

b) Bitkisel ürün üretmeyen

c) Belirli büyüklük ölçülerine sahip olarak tanımlamakta ve sınıflandırmaktadır.

 

Büyük kabul edilen bir et sığırcılığı CAFO’sunda 1000 baştan fazla hayvan vardır. Orta büyüklükte CAFO’da 299-999 arasında, küçük CAFO’da ise 300’dan az sığır bulunmaktadır. Süt sığırcılığında bu rakamlar büyük için 700’den fazla, orta için 199-699 arası, küçükler için 200’dan az hayvandır. Likit gübre sistemine sahip tavukçuluk işletmelerinde büyük CAFO’lar için tavuk sayısı 30 000’den fazla, orta CAFO’lar için 8999- 29 999 arası, küçükler için 9 000’den azdır. EPA her bir büyüklük için farklı uygulamalar yapmaktadır.

CAFO’larla ilgili en önemli problemlerden biri biriken gübreler ve bunların tasfiye edilmesidir. Diğer bir problem de hastalıklardan korunmak amacıyla aşırı antibiyotik kullanımıdır. CAFO’ların varlığı pazar güçlerinin kaçınılmaz bir sonucu değildir. Bu yanlış kamu politikaları sayesinde olabilmektedir.3 Bu işletmeler çevreye, topluma verdikleri zararları ödememektedirler. Bunlar dışsallaştırılmış masraflardır. Ayrıca ABD’de ve diğer birçok ülkede yem olarak kullanılan soya, mısır, buğday, arpa devletçe desteklenmektedir. Böylelikle merada otlatmaya göre kesif yemlerle hayvan besleme daha ucuz olabilmektedir. ABD’de çevreye verilen bazı zararların devlet tarafından karşılanması da söz konusudur.

ABD’de bu işletmelerde gübre havuzları oluşturulmaktadır. Ne yazık ki, burada biriken gübrelerin tarıma yönlendirilmesi olanaklı olamamaktadır. Çünkü ülkenin belirli bölgelerinde yoğunlaşan ve bitkisel üretim yapan işletmelerle aralarında büyük mesafeler bulunan bu hayvancılık işletmelerinden gübrenin taşınması yüksek maliyete yol açmaktadır. Bu sorunun çözülmesi için gübrelerin taşınması amacıyla milyonlarca dolar tutarında harcama yapılmakta olduğunu da bilmemizde yarar vardır. Bu paralar da vergi ödeyenlerin katkısıyla karşılanmaktadır. Bu taşıma eylemi ekonomik olmadığı gibi çevreci de değildir. Bu amaçla ABD’de harcanan paranın 1.16 milyar $/yıl olduğunu hatırlatalım.

Endüstriyel hayvancılıkta hayvanların kesif yemlerle beslenmesi söz konusu olmakta ve bu olumsuzluk insan sağlığına başka olumsuzluklar olarak da yansımaktadır. Endüstriyel hayvancılığın gelişmesi ve büyümesi bu sorunların katlanarak artmasına yol açtı. Türkiye’de de bu gidişle varılacak nokta budur. İşletmelerin bir araya getirilerek devleştirilmesinin sonunda varılacak nokta esir hayvanlar ve dolayısı ile de besin olmaktan çok zehir olan hayvanlar yetiştirilmesidir. Hayvan refahı kavramıyla da bağlantılı olarak dar alanda yetiştirilen hayvanların olumsuzluk kaynağı olduğunun altını çizmeliyiz. Bu tür hayvancılıkla maliyetlerin düşürüldüğü öne sürülmektedir. Bu doğru değildir. Masraflar bu işletmeler tarafından değil halk tarafından ödenmektedir.

CAFO sistemi ülkemizde de yaygındır. Henüz ABD’deki gibi büyük işletme sayısı azsa da hayvanların çoğu kesif yemle beslenmekte, mera ve güneş görmemektedir. CAFO’ların bazı kesimler için kuşkusuz avantajları da var! Kaçak işçi çalıştırma, sözleşmeli üretim ve benzeri avantajlardan söz edilebilir!

Bu sektöre egemen dev şirketler aynı zamanda yem, tarımsal ilaç, gübre ve başka tarım girdilerini de pazarlamaktadırlar. Bu noktada rekabet ve verimlilik gibi kavramlar sıkça kulağımıza çalınıyor.

Tarımsal işletmeler üretim süreçleri sırasında çevreye verdikleri zararlarla da değerlendirilmelidir. Bunun yanı sıra endüstriyel tarımın insan sağlığına verdiği zararlar da göz ardı edilmemelidir.

Bunlar bir yana bırakılarak dev tarım işletmeleri verimli, kazançlı demenin anlamı olabilir mi? Bu devler topluma ve çevreye verdikleri zararları hiç bir şekilde maliyete katmadıklarından kârlı ve verimliymiş gibi görünmektedirler.

Popülasyon genetikçilerine göre bir canlı topluluğunda akrabalar arası üreme ilişkilerine dikkat edilmelidir. Bu dikkat eksik bırakıldığında hayvan popülasyonuna ilişkin sorunların yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Bu özensizliğin sonunda Batıda veteriner ve zootekni uzmanlarının önüne çıkan önde gelen sorun akrabalı çiftleşmelerinin sonunda ortaya çıkan doğumsal bozukluklardır. Bu duruma örnek olarak ADB’de 3 milyon Holstein ırkı ineğin sadece 60 atadan ürediği bilgisini paylaşabiliriz.

Tavukçulukta da durum farklı değildir. Kuş ya da domuz gribi gibi hastalık salgınları da biyoçeşitliliğin azalmasıyla yakından ilintilidir. Evrim biyologları da bu gidişe ilişkin olarak kaygılarını paylaşmaktadırlar.

Hiçbir zaman maliyetlere yansımayan bu bedellerin belirlenmesi için ABD’de bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma eksik olmakla birlikte başlangıç için yararlı olabilir. Sonuçlar aşağıdaki çizelgede görülmektedir.

Çizelge: 1 ABD’de Vergi Verenler Tarafından Ödenen Sıkıştırılmış Hayvan Besleme İşletmelerinin (CAFO) Masrafları

 

Kirlenmenin veya kirlenmeden kaçınmanın maliyeti

Desteğin maliyeti

Hayvan gübresinin dağıtımı ve tarlalara uygulanması

1,16 milyar $/yıl

 

Emlak değerlerindeki azalma

26 milyar $

 

Hayvancılıkta antibiyotiklerin aşırı kullanımının getirdiği kamu sağlığı masrafları

1,5-3,0 milyar $ /yıl

 

Gübre depolama tesislerinden sızıntının zararlarının giderilmesi

4,1 milyar $

 

Hayvan yemi hububat destekleri

 

3,86 milyar $/yıl

Çevre Kalitesi Önlemleri Programı (EQIP) destekleri

 

100-125 milyon $

Kaynak: Dog Gurian Sherman, age, s. 6.

Örneğin, gübrelerin taşınması için ABD hükümeti yılda 1.16 milyar $ para harcamaktadır. Büyük işletmelerin yarattığı çevre sorunlarıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan koku sorunu nedeniyle mülkiyet değerleri de aşınmaktadır. Bu bağlamdaki parasal kayıp 26 milyar dolardır. Bu tür dev işletmelerde hastalıklara karşı koruma için antibiyotik kullanımı söz konusu olmaktadır. Bu bağlamdaki gider de 1.5-3 milyar $ boyutundadır. Gübre depolama alanlarında ortaya çıkan su kirlenmesini giderme amacıyla yapılan harcamalar 4,1 milyar $’ı aşkındır. ABD’de ve tüm dünyada endüstriyel tarımın güçlenmesini amaçlayan yasal düzenlemeler de vardır. Mısır ve soyaya verilen destekler dikkat çekicidir. Buna bağlı olarak hayvancılık ucuz yem bulabilmektedir. Bu da çayıra ve meraya dayanan hayvancılığın önünü kesmektedir. Hem ABD hem de AB ülkelerinin politikaları gereğince ortaya çıkan bulunduğu yerde yoğun yemle beslemeye dayalı endüstriyel hayvancılık önemli bir olgudur. Temelde tarım politikalarından kaynaklanan bu durumun ABD’de vergi yükümlülerine getirdiği yükün 3,86 milyar $ dolaylarında olduğu hesaplanmıştır.

ABD’de Çevre Kalitesi Önlemleri Programı için ise yılda 100-125 milyon dolar harcanmaktadır. CAFO’ların topluma maliyeti aslında daha çoktur. Merada otlamayan hayvanların ürünleri insan sağlığı açısından çok büyük sakıncalar taşımaktadır. Bunlar yukarıdaki hesaplamaya dâhil edilememiştir. Tüketiciler hastanelere, doktorlara, ilaçlara yaptıkları harcamalar ile bu maliyeti üstlenmektedirler.

Hayvancılık ve Sağlık

“Omega 3 yağ asitleri insanın her hücresinin zarında, ayrıca beyin ve retinada bol miktarda vardır. Omega 3 yağ asitlerinin kalp ve damar hastalıkları ile sinir ve beyin hastalıklarının önlenmesinde çok önemli rolleri vardır. Omega 3 yağ asitleri organizmamız için en önemli yağ asitleri olduğu halde çağımızda bir taraftan çok az omega 3 alınmakta, diğer taraftan omega 3 emilimine engel olan omega 6 fazla miktarda tüketilmektedir.”4 Daha kısa bir zaman öncesine kadar insanların asıl omega 3 ve CLA kaynağı inek ve koyun eti ve sütüydü. Hayvanlar endüstri yemi ile beslenmeye başladığından bu yana her iki yaşamsal yağ asidi yerini aterojenik (damarlarda plaklar oluşturan) doymuş yağ asitlerine bırakmışlardır.5

İnsan beslenmesinde aldığımız omega 6 ile omega 3 arasındaki oran çok önemlidir. Bu oran 2-4 arasında olmalıdır. Fakat hayvanların çayır meralardan uzaklaşıp kesif yemle beslenmelerinden dolayı çok fazla omega 6 almaktayız ve bu oran çok bozulmuştur. Aşağıda omega 6/omega 3 oranları itibariyle çeşitli besinler sıralanmıştır.6

Merada beslenen tavuğun yumurta sarısında bu oran 2 iken, yemle beslenen tavukta oran 52’e çıkmaktadır. Benzer değişiklik tereyağı ve ette de görülmektedir.

Çizelge 2. Çeşitli besinlerde Üretim Sistemine Göre Omega 6/ Omega 3 Oranları

Besinler ve üretim sistemleri

Omega 6/omega 3

Yumurta sarısı -merada

2:1

Yumurta sarısı -yemle

52:1

Tereyağı-organik ve merada

1,5:1

Tereyağı-yemle

9:1

Sığır eti-merada

3:1

Sığır eti- yemle

17:1

Kaynak: Jill Richardson, age.

Merada beslenmiş hayvanlar ile yoğun yemle beslenmiş hayvanların ürün kaliteleri arasında çok önemli farklar bulunmaktadır.7 Otlayan hayvanların et ve sütlerinde daha yüksek düzeyde omega 3 (kalp hastalıklarına karşı iyi) ve CLA (konjüge linoleik asit) (kansere karşı iyi) bulunmaktadır. Bu yağ asidi doğada bulunan en güçlü antioksidanlardan biridir. CLA aslında bir trans yağ asididir, ancak insan sağlığına olumsuz etkili trans yağ asitleri ile karıştırılmamalıdır. CLA’nın insan sağlığına çok yararlı etkileri vardır. CLA antioksidant etkisiyle kollestrolün oksitlenmesini engelleyerek aterosklerozun gelişmesini önleyici etki yapar. Diğer taraftan CLA antikarsinojendir. (Kanseri önleyici) CLA’dan zengin bir diyet alan kadınlarda meme kanseri belirgin oranda daha az görülmektedir. Ayrıca CLA beden yağlanmasını engeller, kas kitlesinin artmasına yol açar.8

Avustralya’da yapılan bir araştırmada otla beslenen sığırların etlerinde omega 3 ve CLA dane ile beslenenlere göre daha yüksek, Omega 6 /omega 3 oranları ise daha düşük bulunmuştur. Avustralya ve Yeni Zelanda Gıda Standartlarına göre bir gıdanın omega 3 kaynağı olarak etiketlenebilmesi için gereken değerlere otla beslenen hayvanların etleri ulaşabilmektedir. Halk sağlığı açısından araştırmacılar otla beslemenin teşvik edilmesi gerektiğini önermektedirler.9

Bütün bunlara karşı var olan sistem çiftçilerin en değerli sütler için en az fiyat almasına yol açmaktadır. Dağlık Ege köylerinde çiftçiler merada otlayan ineklerinin sütüne daha düşük, ova köylerinde büyük işletmeler kesif yemle beslenen ineklerin sütüne daha yüksek fiyat alabilmektedir. Tüketicilerin ödediği fiyata göre her ikisi de azdır. Ancak daha değerli olan için çiftçinin eline geçen fiyat daha düşüktür. Buna karşın Hollanda’da bazı kooperatiflerde çiftçiler otlayan hayvanların sütleri için daha yüksek bir fiyat alabilmektedirler. Ülkemizde sütte daha yüksek fiyat ise sütteki yağ oranı ve kuru madde ile ilişkilendirilmektedir. Sağlıklı süt ödüllendirilmemektedir.

Hayvansal ürünler bu şekilde insan sağlığı için zararlı hale geldikçe bu defa ürün katkıları veya güya “sağlıklı” et ve süt sanayii ürünleri çok yüksek fiyatlarla piyasayı kaplamaktadırlar. Yapılacak olan üretime dönüp meraları geliştirerek hayvanları kesif yem yemekten kurtarmak, onları özgürleştirmektir.

Var olan sistem meraları yok etmek, yurt dışından çoğu GDO’lu yemleri ithal ederek, çok sayıda hayvanı dar alanlara sıkıştırarak bu ürünleri az sayıda süt ve et sanayicisine işlettirmeye yöneliktir. Tekelleşme yüksektir. Şirketler üreticinin hakkını olabildiğince düşük düzeyde tutarken tüketicinin ödediği miktarı yine olabildiği ölçüde yüksek tutarak kâr oranını arttırmaktadırlar.

Yeni Bir Mera Anlayışı

Meraların bir yandan çeşitli işgallerle küçültülmesi bir yandan da kökü binlerce yıl önceye dayanan erozyon ve bitki örtüsünün yoksullaşması, farkına yeterince varamadığımız çok yönlü olumsuz sonuçlara yol açıyor. Meralar yetersiz kalınca hayvanları kesif yem dediğimiz mısır, soya ağırlıklı, GDO’lu olan ithal yemlerle beslemek zorunda kalıyoruz. Yemlerden süt, et, yumurta gibi ürünlere GDO üretiminde kullanılan ot öldürücü glifosat adlı etkili madde geçiyor. Glifosatın kanserojen olduğu Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kabul edildi. Ayrıca bu yemlerle beslenen hayvanların ürünlerinde omega 3 ve konjuge linoleik asit sıfıra kadar düşüyor. Mısır üretimi genişliyor. Ancak bu ürün aşırı su istediğinden bu defa yeraltı suları tüketiliyor. Bu ise obruklara yol açıyor. Toprak çöküyor. Birçok havzada sulama suyu yetersiz kalınca (Konya örneğin) havza dışı su getirmek gerekiyor. Bu da elektrikle oluyor. Onun için ise termik santrallar gerekiyor. Hava ve su kirleniyor. Yem, kömür, doğal gaz ithali için gereken dövizden hiç söz etmedik daha. Çok büyük sayıda hayvanın beslenmesine dayalı işletmeler ise hem sosyal sorunlara yol açıyor hem de çıkan gübre ile baş edilemediğinden tekrar çevre sorunlarına yol açıyor.

Önce meralara yapılan saldırıların durması gerekiyor. Ancak bu yeterli değil. Meraları ıslah ederek hızla ot verimi ve kalitesini arttırmak şart. Bu alanda ne yazık ki bir yol alınamadı. Bu konuda kâr amacı gütmeyen Savory Enstitüsü (www.savory.global) ve benzer yaklaşımları sürdüren Anadolu Meraları (anadolumera.com) adlı kuruluş dikkat çekici çalışmalar yapıyor. Çöle benzeyen mera alanları göreli olarak kısa bir zamanda tanınmaz ölçüde bitkisel açıdan zenginleşiyor. Kullandıkları yaklaşıma bütüncül yönetim diyorlar.

Bütüncül Yönetim, Zimbabwe'li doğa bilimcisi ve yabanıl yaşam uzmanı Allan Savory'nin, ülkesi ve Afrika'nın geri kalanı başta olmak üzere Dünya'nın en önemli sorunu olarak gördüğü çölleşmeyle mücadele için uzun yıllar süren çalışmalarının sonunda ortaya çıktı.

Savory'nin karasal ekosistemlerin tanımlanmasına getirdiği yeni “kırılganlık skalası” itibariyle özellikle “kırılgan”, yani atmosferik nem olaylarının (yağmur, kar, nem, çiğ vb.) yıl boyu dağılımının dengesiz olduğu iklimlerde bulunan ekosistemler, sürü halinde dolaşan otçul hayvanlarla birlikte evrilmişti. Yaban sürülerinin yerini alan sığır, koyun ve keçi gibi hayvan sürülerinin binlerce yıldır devam eden otlatma ve idare biçimi çölleşme ve toprak kaybının en önemli sebeplerindendi, evet; ama çölleşmeyi ve toprak kaybını durdurup ekosistemleri onarmanın temel yolu da yine hayvancılık, ama çok farklı bir hayvancılıktı.

Allan Savory'nin Afrika ve Kuzey Amerika başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde yaptığı çalışmalar sonucunda oluşturduğu otlatma, “hayvan ve sürü etkisi”, toparlanma (recovery) dönemselliği, nekahat süreçleri gibi konulardaki teknikler, 1980'lerden itibaren toplumsal, ekonomik, kültürel ve bireysel boyutlarını da hesaba katan “karar alma çerçevesi”, “finansal planlama”, “arazi planlaması” gibi çok önemli modüllerle harmanlanarak son halini aldı. Ortaya çıkan, sadece hayvancılık için değil her türlü arazi-temelli çalışma, işletme ve proje için kullanılabilen son derece sade ama bir o kadar da güçlü bir karar alma, planlama ve uygulama “algoritması”yla beraber, her türlü ölçek, iklim ve toprak yapısında hem ekonomik, hem ekolojik hem de toplumsal açıdan onarıcı tarımı mümkün kılan güçlü bir alet çantasıydı. 10

Ölümcül Salgınlarda Endüstriyel Hayvancılık Sisteminin Payı

Corona virüs ile ilgili komplo teorileri bir dönem havada uçuşmuştu. Bu belayı Amerika’nın yaptığı ileri sürenler bile oldu. Her ne kadar laboratuvarda virüs geliştirmek mümkün olsa da bundan son salgının bir komplo olduğu sonucu çıkmıyor. ABD’yi eleştirmek isteyenler daha vahim bir gerçeğin gözlerden uzak kalmasına yol açıyor. Bu da endüstriyel hayvancılık sisteminin bu tür virüslerin tehlikeli hale gelmesindeki rolüdür. Çok fazla sayıda, çok sıkışık barınaklarda yaşayan ve genetik farklılıkları son derece daralmış hayvanların oluşturduğu bu sistem, bu olumsuz gelişmeyi kolaylaştırıyor. Bu sisteme endüstriyel hayvancılık diyoruz. Ormanlar yakılarak tarıma açılıyor veya madenlerle tahrip ediliyor. Yabanıl yaşam ile insan yaşamı arasındaki mesafe hızla azalıyor. Kentlerin de hızla kalabalıklaşması, insanların sıkışık bir şekilde yaşaması, şehir hastaneleri gibi binlerce hastanın tek bir yerde toplanması gibi gelişmeler da benzer etkileri yaratıyor.

Komplo teorilerini ortaya atanların bu yapının gizlenmesinde bilinçli bir tercihleri olmayabilir. Ancak istemeseler de bu perdelemeye hizmet ediyorlar.

Kuş gribi ve domuz gribi olayları ortaya çıktığında bu durum çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. O dönemde Türkiye’de bu konuları yazan az sayıda kişi arasında idik. Ancak ülkemizde bu hemen hemen hiç anlaşılamadı. Bir ölçüde köy tavuklarının yok edilmesi eleştirildi. Ancak bu küresel salgınlar ile büyük ve sıkıştırılmış hayvan işletmeleri ilişkisi anlaşılamadı. Hekimlerimizin, veteriner hekimlerimizin ve ziraat mühendislerimizin büyük çoğunluğu ve bunların meslek odaları büyük ölçüde olayı kavrayamadılar.

Hâlbuki Grain adlı saygın kuruluşun web sayfasında, o yıllarda da belirtildiği gibi dünyada birçok bilim insanı suçun köy tavukları ve göçmen kuşlara atılmasına katılmadılar.11 Grain adlı kuruluşun verilerinden de yararlanarak o yıllarda şöyle yazmıştık:

“Kuş gribi salgınları büyük çiftliklerde birçok defalar çıkmıştır. Avustralya, ABD, İngiltere, İtalya, Şili, Hollanda bunlardan sadece bazılarıdır. Virüs tavukların kendi arasında ve diğer hayvanlar arasında yayılırken melezlenmekte, evrim geçirmekte ve değişmektedir. Aynı zamanda yoğun insan nüfusu ve ilişkiler virüsün insana geçebilir yönde evrilmesine yol açmaktadır. Çok sayıda hayvanın bulunduğu kümeslerde virüsün evrilme hızı müthiş düzeylere çıkmaktadır. Endüstriyel tavukların genetik yönden nerede ise birbirinin kopyası olduğunu, biyoçeşitliliğin olmadığını da dikkate alalım. Tersine küçük kümeslerde biyoçeşitlilik fazladır, açıkta gezinme ve hayvan sayısının azlığı ve bunların ürünlerinin yerel olarak tüketilmesi virüsün evrilmesini ve yayılmasını kısıtlamaktadır. Hâlbuki büyük çiftliklerde virüs hızla çoğalmakta, ürünler ve atıklarla dünyaya yayılmaktadır. Bir FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) veterinerine göre küçük ve arka bahçe tavukçuluğunda virüsün yaşaması dış kaynaklardan bulaşmaya bağlıdır. Dahası vahşi kuşların virüsü yaydığına dair kanıtlar yeterli değildir. Hastalığın coğrafi yayılması göç yolları ve mevsimlerine tam olarak uymamaktadır. Ölü vahşi kuşların çoğunluğu tavuk kümeslerine yakın bulunmuştur. Ülkemizde de gerek Tarım ve Köyişleri Bakanlığı yönetimi gerekse endüstriyel tavuk firmaları yöneticilerin çoğu köy tavukçuluğu ve küçük ölçekli tavukçuluğa karşıdır. Bu bakış açısının kuş gribi tehlikesini artıracağını söylemeye gerek yok. Köy tavukçuluğunun yok edilmesi ise ayrıca ekonomik ve sosyal yönlerden de sakıncalıdır. Köylerde hatta gecekondularda çoğunluğu yoksul olan insanlar, başka şekilde tamamen çöpe gidecek mutfak atıkları ve bitkisel üretimdeki yan ürünleri yumurtaya çevirmektedirler.

Diğer yönden endüstriyel tavukçuluk denilen binlerce tavuğu güneş görmez “hapishanelere” tıkarak yapılan üretim sistemi ne hayvan hakları, ne sağlıklı bir gıda üretimi, ne de ekonomik gücün az sayıda insan elinde toplanması açılarından savunulamamaktadır. Bugün gelişmiş ülkelerde büyük şirketler bile serbestçe gezinen tavukları esas alan organik tavukçuluk yapmaktadır ve bunların ürünlerine örneğin yumurtaya tüketiciler daha fazla fiyat ödemeyi kabul etmektedirler.

Dünya’da daha önce görülen grip salgınları büyük kayıplar verdirmiştir. Örneğin 1918–1919 grip salgınında 100 milyon, yani o dönemdeki dünya nüfusunun %5’ine yakın kişinin öldüğü tahmin edilmektedirler. Buna benzer bir küresel tehdit, kuş gribi için de söz konusu olabilir. Ancak ne yazık ki insanlık bununla baş edebilmek için çareler arayacağı yerde tavuk ve ilaç endüstrinin kâr amaçlı hırslarına takılmaktadır. Keşke Manisa’daki tavuk hastalıkları ve aşı üretim istasyonu kapatılmasaydı. Burada aşı üretme çalışmaları sürmekte idi. Yeniden açılmalıdır.”

Daha önce kuş gribi çıktı, hiç ders almadık. Arkasından SARS, MERS derken nerede ise her yıl bir virüs, kimi az, kimi biraz daha çok zarar yapıp çekildi. Bunlar muhtemelen devam edecek. Bu son değil. Bu tehlikeli patojenlerin neden ortaya çıktığına dair epey şey söylendi. İnsan nüfusunun hızlı artışı ve belli yerlerde yoğunlaşması, ormanların madenler, konutlar, GDO’lu ürünlerin üretimi için kesilmesi, endüstriyel hayvancılığın giderek yoğunlaşması gibi etkenler bu patojenlerin evrilmesi, ortaya çıkması için çok uygun bir ortam sağlıyor. “Büyük Çiftlikler Büyük Grip Doğurur” (Big Farm Make Big Flu) adlı kitabın yazarı Rob Wallece “tarımı endüstrileştirirken patojeni de endüstrileştiriyoruz” diyor.

Hayvancılığı ele alırsak bundan sonra bütün bir dünya olarak agroekolojik bir hayvancılık sistemine geçmemiz gerekiyor.12 Büyük sayıda hayvanın bir barınağa tıkılarak, yoğun yemlerle beslendiği var olan sistem bu tür patojenlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmanın yanında suları, havayı kirletiyor, üretilen süt, et vb. ürünlerin kirli ve insan sağlığına zararlı olmasına yol açıyor. Ayrıca çalışanların ve köylülerin ezilmesini kolaylaştırıyor. Bütün ülkelerin agroekolojik bir hayvancılığa geçmesi gerekiyor. Corona virüs gibi patojenleri önlemek için bu yola bütün dünyanın girmesi gerekiyor. Ancak bu yola erken girenler hiç olmazsa diğer zararları önlemiş olacaklar.

 

Ne Yapalım?

Bu sürdürülemez döngünün sürdürülmeye çabalanması sosyal bir yaraya da yol açmaktadır. Ne yapalım?

Meraları geliştirelim. Büyük işletmeleri desteklemeyelim. Doğa ve insan dostu tarımı yani agroekolojiyi öne çıkaralım. Yerel üret, yerel tüket anlayışı ve kooperatifçiliği geliştirelim. “Gıda egemenliği” temel politika olmalı.

 

1 Başka Bir Hayvancılık Mümkün mü? Yeni İnsan Yayınevi, Editörler: Tayfun Özkaya, Fatih Özden, 2021’deki yazımızdan da yararlanılmıştır.

2 Foster, J.B. ve F. Magdoff, 2000, “Liebig, Marx, and Depletion of Soil Fertility: Relevance for Today’s Agriculture” Hungry for Profit içinde, Monthly Review Press, New York, s. 43-60.

3 Dog Gurian Sherman, 2008, CAFOS Uncovered, The Untold Costs of Confined Animal Feeding Operations, Union of Concerned Scientists. https://www.ucsusa.org/sites/default/files/2019-10/cafos-uncovered-full-report.pdf

4 Mübeccel Demirkol, Kenan Demirkol, 2007, “Bulaşıcı Olmayan Hastalıkların Önlenmesinde Beslenmenin Önemi: Beslenmede Yağ Seçimi ve Karbonhidratların Yeri”, IX. Uluslararası Katılımlı Beslenme ve Metabolizma Kongresi- program ve bildiri özeti kitabı, 22-25 Ekim 2007, İstanbul.

5 WHO, 2004, “Diet, Nutrition and the Prevention of Chronic Diseases, Report of the Joint WHO/FAO Expert Consultation, WHO Technical Report Series, no. 916’dan aktaran: Mübeccel Demirkol, Kenan Demirkol, age.

6 Susan Alport, The Queens of Fats, University of California Press, 2008

7 A. Elgersma, A.C.Wever ve T. Nalecz-Tarwacka “Grazing Versus Indoor feeding: Effects on Milk Quality” Grassland Science in Europe, vol. 11, (http://www.seepastos.es/docs%20auxiliares/Actas%20Reuniones%20escaneadas/Proceedings/sessions/Session%203/3.419.pdf)

8 Mübeccel Demirkol, Kenan Demirkol, age, s.19.

9 A. Elgersma, A.C.Wever ve T. Nalecz-Tarwacka “Grazing Versus Indoor feeding: Effects on Milk Quality” Sustainable Grassland Productivity, vol. 11, 2006. https://edepot.wur.nl/571

10 Tarım Ekonomisi Derneği “Başka Bir Mera Mümkün konferans ve paneli, 23.2.2018.

https://www.youtube.com/watch?v=qPUx8swl_hs&t=529s

https://www.youtube.com/watch?v=BwbEWzT4OxU&t=345s

12 Tayfun Özkaya, Mesut Yüce Yıldız, Fatih Özden, Umut Kocagöz (editörler), Agroekoloji- Başka Bir Tarım Mümkün, Metis Yayınları, 2021.

Bu yazı Ekolojik Yaşam dergisinin Tarım ve Gıda Krizi konulu 3. sayısında Eylül 2023'te yayınlanmıştır