Son yıllarda sosyalizm ile ekolojiyi birleştirme çabası olarak oluşturulan ekososyalizm fikriyatı Kovel ve Löwy' nin kaleme aldığı ekososyalist manifestoyla yeniden gündeme geldi. Sosyalist ve yeşil/ekoloji çevrelerde yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bazı konuları, Ekososyalist manifesto ve ekososyalizm bağlamında, bu kısa yazıda, yerim elverdiği oranda gündeme getirmeye çalışacağım.

Ekososyalist manifesto’nın girişinde Kovel ve Löwy, “Üzerimize çöken en ağır gölge ne terör, ne çevrenin tahribatı ne de küresel resesyondur. En ağırı, kapitalist dünya düzenine olanaklı bir alternatifin olmadığını ileri süren içselleşmiş kaderciliktir. Ve biz de, şu andaki kaygı verici uzlaşmayı ve pasif kabullenmeyi kasıtlı olarak reddeden bir dilin bir örneğini kurmayı istedik” diye yazmaktadırlar(1). Bu çabanın, sırf bu çıkış saikiyle bile önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca şunu da belirtmem gerekir ki; ekososyalizmin, ekolojik sorunların toplumsal ilişkileri ve kapitalizmi sorgulamadan anlaşılamayacağı ve radikal, kalıcı bir çözümün yaratılamayacağı düşüncesine sonuna kadar katılıyorum. Yanı sıra Kovel'in özellikle değişim değeri yerine kullanım değerine ve hakkına yaptığı vurguyu ve Marx'a atıfla Marx öncesi toplumlardaki özgürlükçü ve eşitlikçi ruhun küllerinden gün yüzüne çıkardığı "intifa hakkı"nı, yeniden gündeme taşıma çabasının da önemli olduğu aşikardır. "İnsanın başkasına ait bir mülkü kullanması ve o mülkten keyif alması ve geliştirmesi" (2) olarak tanımlanabilecek intifa hakkı ilişkisini ekolojik bir toplumun önemli etik değerlerinden biri olarak kabul etmek gerektiği kanısındayım.

Yukarıda saydığım pek çok fikir ekososyalizmin "aydınlık" yüzünü oluşturuyor bence. Özgürlükçü ekolojik bir toplum mücadelesinde bu değerli fikirlerin çok önemli katkıları olacağı açıktır. Ancak şunu açık yüreklilikle eklemem gerekir ki; bu yazı ekososyalizmin "karanlık" yüzüyle ilgilidir. Yazının bundan sonraki kısmını daha çok Kovel'in ekososyalizm tahayyülünü temel alarak tartışmaya çalışacağım. Yazının son bölümünde ise ekososyalist manifestodan yola çıkarak, özgürlükçü ve ekolojik bir mücadeleyi örme sorunumuz üzerinde yoğunlaşıp, daha gündelik ve yakıcı sorunlarımız üzerinden tartışmaya devam etmeye çalışacağım.


***


"Doğanın Düşmanı" (3) adlı kitabında Kovel, uzun uzun reel sosyalizm denemelerinin neden başarısızlığa uğradığını tartıştığı bölümde özetle, reel sosyalist devletlerin "kapitalist güçler içinde önemsiz bir yerde ve bağımlı bir statüde olduklarını, devrimi gerçekleştirdikten hemen sonra güçlü hasımlarının düşmanlığıyla karşı karşıya kaldıklarını ve hiçbirinin demokrasi geleneği ve bu geleneği besleyecek sivil toplum kuruluşlarının yokluğunu" ileri sürer. Aynı sayfalarda Kovel, devrimin oluşum aşamalarını "gerilimin tırmandığı... devrim öncesi dönem, devlet erkinin ele geçirildiği...devrim anı ve son olarak toplumun dönüşümünün oluşturulacağı son aşama olan, esas devrim olarak sıralar. Ve ekler "zaferden sonraki ilk gün eldeki yegane şey yeni devlet aygıtıdır: Devletin bir baskı ve yönlendirme aracı olarak taşıdığı önem düşünülürse, hiç de azımsanacak bir başarı değildir bu..." Hemen ardından devrimin üçüncü evresinin çeşitli güçlerin ipoteği altında olduğunu ve "sosyalizmin bir türlü demokratik hale getirilememesi kabiliyetsizliğinin hepsinin ortak özelliği olduğunu" ileri sürer.(italikler bana aittir Ş.İ.).(4)

Öyle anlaşılıyor ki Kovel merkezi iktidar olarak devletin bizatihi kendisinin yozlaştırıcı etkisini pek dikkate almıyor gibi görünüyor. Aslında burada Kovel'in elit bir grubun devrimi demokratikleştirememe "kabiliyetsizliği" nin altında merkezi İktidarın ve Güç'ün  yozlaştırıcı etkisinin yattığını görmezden geldiğini, en hafifinden önemsemediğini söyleyebiliriz. Halbuki, antik dönemden günümüze dek tarih bize bir şey gösterdiyse o da, Devlet iktidarının bir canavar gibi kendisine bulaşan her şeyi soğurup yozlaştırdığıdır. Devleti ideal amaçlarla değiştirmek isteyenler, kısa süre içinde ideal amaçlarından bağımsız olarak devlet kurumları içinde amansızca yeniden biçimlendirilmişlerdir.  

Kovel'in devlet iktidarına bakışını daha iyi anlayabilmek için, ekososyalist devrimin ve toplumun yeniden kurulma sürecindeki düşüncelerine yoğunlaşalım. Kovel, ekososyalist devrim sonrası toplumu dört kısımda tasnifler: "birincisi en muteber tabaka olarak siyasi fail olarak ve/veya direniş topluluklarının üyeleri olarak devrimde yer alanlar; ikincisi, devrime doğrudan katılmamış ancak üretim faaliyeti ekolojik üretimle uyumlu alanlarda çalışanlar(ev kadınları, hemşireler,öğretmenler, yaşlılar, bakıma muhtaç olanlar vb...), üçüncü kısımda devrim öncesi pratiklerini sermaye yönünde kullananlar yer alır (tam anlamıyla burjuvalar, ekososyalist açıdan değersiz işlerde çalışanlar örneğin halkla ilişki uzmanları, araba satıcıları, reklamcılar, süper modeller, "Survivor" gibi gösterilerde görev alanlar, tefeciler, güvenlik görevlileri, viziteleri kabarık psikologlar vs.) Son kısımda ikinci ve üçüncü kategoriler arasındakiler, faaliyetleri kapitalist metalara artıkdeğer katan sanayi proleterleri, rençberler, kamyon şoförleri gibi çalışan kesimi görürüz". Kovel'e göre "bu son kısımda yer alanların çoğu çevreyi kirleten, ekolojiyi tahrip eden yerlerde, diğerleri de silah fabrikası veya diyet meşrubat üreten fabrikalar gibi ekolojik açıdan rasyonel bir toplumda pek veya hiç yeri olmayan sanayilerde çalışmıştır". Kovel bu tasnifi yaptıktan sonra "toplum yeniden kurulacaksa eğer",der, "bütün bu kişiler yeniden eğitilmeli ve donatılmalıdır." Bunun için de, devrimci direniş topluluklarından geçici bir meclis oluşturulacağını ve "toplumu örgütlemede gerekirse güç kullanacak bir vekalet grubu" oluşturulacağından bahseder(5).

Ekososyalist toplumun "kooperatif" olarak adlandırdığı üretim topluluklarının birliğinden oluşacağını tahayyül eden Kovel, bu üretim topluluklarını hem siyasi hem de iktisadi birim olarak tanımladıktan sonra devrimci grupların asıl işinin "başka işçileri üretim toplulukları ağına hızla asimile etmek" olduğunu söyler. Kovel "toplulukların kendi ekosistemsel bütünlüğüne katkılarını denetlemek" ve "kaynakların tahsisi, toplumsal ürünün yeniden yatırımda kullanılması ve toplumsal faaliyetlerin genel koordinasyonu gibi yaşamsal bazı işlevlerin daha merkezi meclislere" devredileceğinden bahseder. Nihayetinde "devlet benzeri bir işlevden kaçınmak söz konusu değildir";der Kovel, "bu işlev er geç geçici meclisten, demokratik duyarlılığa sahip uygun komiteler aracılığıyla bütün topluma devredilecektir. Bu sürecin (genel olarak bütün sistemin) başarısı, demokrasinin toplum içinde canlı bir varlık haline gelmesiyle doğru orantılıdır...Devrim sonrası devletin baskıcı ve otoriter olabileceği korkuları zaferden sonra, yaraların henüz tane olduğu ve birçok anlaşmazlığın süreceğinin tahmin edildiği dönemde hissedilecektir özellikle. Bu olasılığı geriye hiçbir şüphe bırakmaksızın devre dışı bırakabilecek biri var mı(dır)?”(6).

Kovel ekososyalist bir devrim sonrasında devletin toplum için bir canavara dönüşmesini engellemenin yollarının yaratılmasının devrimin en büyük önceliği olduğunu söyler. Bunun için de "hakiki demokrasinin" gelişmesini sağlamanın önemli olduğunu vurgular. Oysa sormak zorundayız, devlet iktidarının otoriter ve baskıcı ortamında toplumların hakiki demokrasiyi geliştirmelerini beklemek ne kadar gerçekçidir? Bakunin'in yaklaşık 150 yıl önce dediği gibi; "iktidar, onun şalını örtünenler kadar, ona boyun eğmek zorunda kalanları da yozlaştırır...İktidarda olanlar, onun yozlaştırıcı etkisi altında, hırslı ve açgözlü despotlara ve kişisel veya sınıfsal çıkarları için toplumu sömüren zorbalara dönüşürler, iktidara boyun eğenler ise köleleşirler"(7).

Şurası açık ki, geçen yüzyılın bize öğrettiği bir şey varsa o da, ister “demokratik” isterse yaşanmış reel sosyalist devletlerin, kendi bekalarını sağlamak ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için askeri, bürokratik ve sosyal alanlarda durmadan merkezileşmeye gereksinim duyduklarıdır. Böylece merkezileşen güç odağı olarak ve “meşru” şiddet tekelini kullanarak devletler, kendi yurttaşlarına ve diğer halklara dehşet verici zorbalıklar ve baskılar uygulayabilmişlerdir. Üstelik bu uygulamaları halkın iyiliği ve esenliği için, sistemi halk adına korumak ve kollamak amacıyla gerçekleştirmişlerdir. Bakunin’in dediği gibi, “Halk Devleti de dahil olmak üzere her devlet, özünde halkın ne istediğini ve neye ihtiyacı olduğunu bizzat halkın kendisinden daha iyi bildiklerini sanan, kendini beğenmiş entelektüellerin ayrıcalıklı azınlığı aracılığıyla kitleleri tepeden yöneten bir aygıttan ibarettir”(8).
Bu bağlamda anti-kapitalist olmasına karşın Kovel'in ekososyalizminin, devlet iktidarına bakışının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Geçmişte yapılan hatalardan ders alacaksak, gerçekten küreselleşen kapitalizme ve devlete karşı çıkmak için iktidar / güç perspektifimizi yeniden tanımlamalı ve açık yüreklilikle tartışmalıyız. Bugün, insansız doğayı ve toplumsal yaşamı kemiren, bireyi toplumsal ilişkilerinden koparıp mekanikleştiren ve iktisadi bir nesneye indirgeyen bir sisteme karşı mücadele edeceksek, bu mücadeleyi o sistemin nirengi noktalarını kullanarak yapamayız. İnsanı kendisine, içinde yaşadığı topluma ve doğaya karşı yabancılaştıran “devlet”in kurumlarını kullanarak daha özgür daha demokratik bir dünya kuramayız.

Belki de tam burada, Marx’ın o ünlü özdeyişini hatırla(t)makta hepimiz için hayır vardır:
“Tarihte her şey iki kez yaşanır. İlki trajedi ikincisi komedi olarak…”

***

Manifestoda Kovel ve Löwy,  "ekolojik krizlerin ve toplumsal çöküntülerin"  esas olarak kapitalist sistemden kaynaklandığını ileri sürerler. Gerçekten de ekolojik krizin ve toplumsal çatışkıların kapitalist sistemle birlikte giderek derinleştiğini ve hatta kangrenleştiğini görüyor ve yaşıyoruz. Bununla birlikte, tüm bu toplumsal ve ekolojik problemlerin kaynağını “sadece” kapitalist ilişkilerle sınırlandıramayacağımızı düşünüyorum. Bookchin'in vurguladığı gibi, kapitalist ilişkilerin büyüyerek bağrından çıktığı, insanların birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla kurduğu her türlü tahakküm ilişkisini ve hiyerarşik yapılanmaları radikal olarak eleştirmeliyiz. Bu yaklaşım, kapitalist ilişkilerin doğurduğu sınıfsal çelişkileri dışlamaz. Ancak “sadece” onunla da sınırlı kalmaz. Sınıfları hiyerarşik yapılanmalara kadar genişletir. Aksi takdirde emek-sermaye çelişkisini “asli” unsur olarak kabul ettiğimizde, kapitalizmin kendinden önceki zaman diliminde, tarihin eski toplumlarının zindanlarından kendi bünyesine kattığı  ataerkillik ve kadın sorunu gibi iktisadi olmayan tahakküm biçimlerini de barındırdığını kolayca ihmal ediveririz. O yüzden,  ekososyalizm "emeğin özgürleşmesini merkezileştirirken" diğer tahakküm ilişkilerini talileştirme eğilimindedir ne yazık ki.  

Bu yaklaşımdan uzaklaşmadığımız takdirde, yakın tarihe kadar sosyalizm ile ekoloji ve feminizm hareketleri arasındaki temel sorunlardan biri olan "eşitler arası ilişkinin" bir türlü sağlanamaması gibi yanlışların; bugün de ekososyalizm ile feminizm, barış hareketleri ve yurttaş hareketleri gibi kent hareketlerinin arasında da yaşanması işten bile değildir. Özgürlükçü ve ekolojik bir toplum yaratacaksak, bunu şu anda ekosistemdeki her şeyi tarumar eden, ölüm yönsemeli kapitalizmin ve diğer tahakküm biçimlerinin karşısında ilk olarak yaşam hakkını, özgürlüklerin geliştirilmesini, eşitsizlerin eşitliğini ve sosyal adaleti   savunmalıyız. Sadece kadınların değil, sadece erkeklerin, sadece çocukların değil, sadece insanların değil; aynı zamanda insanın dışında tüm bitkilerin, hayvanların, insansız doğa dediğimiz her şeyin yaşam hakkını savunmalıyız. Böylesi bir tahayyülün "çeşitlilik içinde birlik" şiarıyla hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Artık kapitalizmi sadece bir iktisadi yapı olarak değil, toplumsal bir yaşam biçimi olarak yaşamaktayız. Tabii ki böyle olunca kapitalizmin kendinden önceki dönemlerden devraldığı ataerkillik ve kadın sorunu gibi bazı sorunlara ek olarak,  kapitalizmin kendisinin yarattığı çok farklı sorunlarla da yüz yüze olduğumuzu kim inkar edebilir. Doğal olarak farklı sorunlar farklı hareketleri ve mücadele biçimlerini de ortaya çıkarıyor;  çevre , ekoloji, barış ve işçi sınıfı hareketleri yanında tabana dayalı yurttaş girişimleri, köylü hareketleri, kent meclisleri ve feminist hareketler gibi daha pek çok farklı mücadele alanından yeşeren oldukça zengin bir muhalefetten bahsedebiliriz bugün.

O yüzden bugün, ekolojik ve özgürlükçü bir toplumu hep birlikte yaratmanın yolunun farklılıklarımızı eritmeden ve yüceltmeden,  bu farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul etmemizden geçtiği kanısındayım. Eğer geçmişte yaptığımız hataları tekrarlamak istemiyorsak, hiçbir "özne"nin diğerlerinden daha "üstün"/merkezi konumda olmadığı, farklı kesimlerin sağlıklı etkileşimine olanak tanıyacak "eşitler arası" bir "muhabbet ilişkisi"ni tesis etmenin hayati olduğunu düşünüyorum.

Hayat-memat meselesi olarak ekolojik "muhabbet"

"Zali Gurevitch’in yazdıklarıyla düşünürsek",der Ferhat Kentel bir söyleşisinde,  "muhabbet sadece iki kişiyi bir araya getiren bir “diyalog” durumu değil; daha da önemlisi, o kişilerin “konuştuklarının” ötesinde,  aralarında  -orta alanda- yeni bir “dil”in doğmasını sağlayan ve aslında “gündelik hayat”ı, hatta biraz daha iddialı konuşursak, “hayatı anlatan bir ilişki biçimi(dir)... yani hayat böyle bir şey; bütün katılanların katkıda bulunduğu, bir arada yaşamayı, iç içe geçmeyi, paylaşmayı sağlayan ortak bir güzergah ya da yol(dur)."(9).

Belki de mücadeleye bu noktadan başlamamız gerekiyor. Bu mücadele sadece kapitalizme karşı yürüteceğimiz bir mücadele değil, aynı zamanda her türlü tahakküm ilişkisine ve özellikle birbirimize yönelik ön yargılarımıza karşı da yürüteceğimiz bir mücadele olmalıdır. Hayatı yeniden yaratacağımız "muhabbet ilişkisi"nin  olmazsa olmazı ise "eşit/eş değerde" olan aktörler arasındaki bir diyalog süreci olduğunun kabulüne dayanır. En az bunun kadar önemli olan  bir diğer konu, birbirimizle kuracağımız muhabbet ilişkisinin "etkileşime açık" olması gerektiğidir. Bu muhabbeti sağlıklı bir şekilde oluşturup oluşturmayacağımız ise birbirimize karşı geliştirdiğimiz ön yargılarımızdan ne oranda kurtulduğumuza bağlıdır. Bundan dolayı daha baştan birbirimizle diyalogumuzu sakatlayan, koca koca ön yargı tuğlalarıyla ördüğümüz devasa "algı duvarlarımıza" irili ufaklı iletişim-etkileşim delikleri / kapıları açmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben bu kapılara/deliklere "havalandırma delikleri", başka bir deyişle "hayat kapıları" diyorum. Yani "Hayat"a açılan kapılar. Burada "hayat" kelimesini üç anlamda kullandığımı belirtmeliyim: ilki bildik anlamda hayat; yaşam, var oluş anlamında; ikincisi birlikte oluşturulan ve paylaşılan "ortak bir güzargah ya da yol" anlamında, üçüncüsü ise günün büyük bir kısmının eş dost ile bir araya gelinip muhabbet edildiği Anadolu'nun pek çok bölgesindeki eski evlerin sofalarına verilen ad anlamında hayat. Bu mücadelenin kolay olacağını söylemek istemiyorum şüphesiz. Ancak bu şekilde oluşturacağımız yeni ilişki biçimlerimizle "ortak bir dil" inşa etme olasılığımızın olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde yüz yüze kaldığımız çok ağır ve derin toplumsal ve ekolojik sorunlara karşın, şu anda dünyamızda özgürlükçü ve ekolojik bir topluma doğru güçlü bir yönelişin olduğunu söylemek mümkün değil belki. Ancak 21.yy eşiğinde, bugünden yarına ekolojik ve özgürlükçü bir toplumu hep birlikte öreceksek, farklılıklarımızı eritmeden ve yüceltmeden bir arada olma ve bir şeyler yapma yollarını geliştirebilecek, yeni bir "mücadele etiği" ne ve "muhabbet ilişkisi"ne ihtiyacımız olduğu açıktır.


KAYNAKLAR
1- Joel Kovel, Michael Löwy, "Ekososyalist Manifesto", 2001, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=77, erişim tarihi: 12.11.2009.
2- Aktaran Joel Kovel, Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin sonu mu, dünyanın sonu mu?, Metis yay.,2004, çev.: Gürol Koca, s.299-300.
3- Joel Kovel, age
4- Joel Kovel, age, s.254-255.
5- Joel Kovel, age, s. 304-305.
6- Joel Kovel, age, s.308.
7- Der.: Sam Dolgoff, Bakunin, hayatı, mücadelesi, düşünceleri, Kaos yay. 1998, çev.: Cemal Atila, s.355.
8- Sam Dolgoff, age, s.365.
9- Ferhat Kentel, Ehlileşmemek, Düzleşmemek, Direnmek,  söyleşi: Esra Elmas.
Hayy Kitap Söyleyecek Sözü Kalanlar-2, 1.baskı İstanbul, Şubat 2008, s.179-180.

Bu makale Üç Ekoloji Dergisi 8.sayı’da yayınlanmıştır.