Bir dostum bir defasında, Marx ile ilgili bir şeyler yazmanın- hele hele bu hakim kabulun dışında bir şeyse - "sırat köprüsünden" geçmek gibi olduğunu söylemişti. O vakit pek dikkate almadığım bu kaygıyı şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Ama gene de bu "sırat köprüsü" kaygısının altını biraz deşmeye çalışsak iyi olabilir.
Marx hakkında hakim kabulun dışında bir düşünceyi öne sürmek neden bu kadar kaygı yaratır ki? Daha doğrusu kaygı ile karışık bu korkunun kaynağı ne olabilir? Nedenlerden biri, Marx'ı sadece bir yazar, filozof, düşün adamı ya da bilim-insanı olarak kabul etmeyişimiz olmasın. Belki de O'nu daha çok "tarihin ve yaşamın anlamını keşfeden hatta kanıtlayan" doğa üstü bir güç olarak algılamamızdır bu kaygılı korkunun nedeni. Yoksa bu kaygımızın neden olduğu ruh halimizi yansıtan "sırat köprüsü" ifadesini sadece bir mecaz olarak mı algılamalıyız?
"Hikmetinden sual olunmaz, ilahi bir kudret" olarak Marx'ın hayaletine karşı çıkacak olan ilk Marx'ın kendisi olurdu şüphesiz. "Söyledim ve ruhumu kurtardım", "ben Marksist değilim" diyerek kendisini eleştirebilen / kendisinin eleştirilebilirliğine kapı açan bir "kişi"dir, Marx (buradaki kişi-ye dikkatinizi çekmek isterim!)." Öte yandan, her büyük anlatı sahibinin başına gelmiş olan şeyi, hayatta iken görmesi de bugünlerin habercisi olsa gerek... Sık sık peygamberlerle ve azizlerle polemiğe giren Marx'ın ölümünden 150 yıl sonra izleyicilerinin çoğu tarafından Aziz mertebesine çıkarılması en hafifinden, O'na yapılan en büyük "haksızlık" değil midir?
"Sırat köprüsü" ifadesi mecaz olsun ya da olmasın bazı açılımlara sahip olamaz mı? Örneğin gerçekliğimize... Elbette her mürit kitlesinin bir Aziz'inin olduğu gerçeğini de unutmadan... Peki azizlik mertebesine çıkarılmasında, Marx'ın "tarihin doğal gelişim yasalarını keşfetme" çabasının hiç mi payı yok acaba? Sık sık bu "doğal yasaların zorunluluğundan" bahseden Marx'ın bu tablodaki yeri neresidir?
Şüphesiz "sırat köprüsü"nün yer alacağı bir tablonun en az bir yanına kaygıyla karışık korku ile birlikte, ilahi kudret, günah ve kutsiyet nüfuz edecektir...
***
Kaygı ile karışık korku denince aklıma nedense homofobi geliverir. "Dünyevi hazları, kiliseye ve sisteme itaati engelleyen günah tohumları" olarak gören bir zihniyet olarak homofobiden bahsediyorum.(1) Yani eşcinsel olma korkusu aslında bence, "erkek olmama", "devrimci olmama", "Marksist olmama", "ekolojist olmama" ya da "revizyonist / reformist olma", "çevreci olma" kaygılarıyla paralellik gösterir.
Bir an şeytana uyup erkekliğimizden şüpheye düştüğümüzde ya da en azından kadınsı duygular hissettiğimizden şüphelendiğimizde homofobi devreye giriverir. Anarşist olduğumuzu düşünüyorsak marksist, marksist olduğumuzu düşünüyorsak liberal, devrimci olduğumuzu düşünüyorsak revizyonist ya da reformist, ekolojist olduğumuzu düşünüyorsak çevreci olmak kaygısı her daim bizimle değil midir?
Ve her bastırılanın hastalıklı bir şekilde geri geldiği gibi, homofobi de (en geniş anlamıyla), çoğu zaman abartılı bir şekilde "şiddetli" bir patlamayla su yüzüne çıkar. Önüne geleni alıp götürür, benliğimizle beraber...O zaman daha çok sarılırız ilahi değerlerimize. Ve asla kutsiyetine laf ettirmeyiz. Tıpkı namus gibi... Töre gibi... Din gibi...
"Sırat köprüsü" kaygısı ile homofobiyi aynı bağlamda birleştiren de zaten bu kutsiyet değil mi?
Her kutsiyetin olduğu yerde en az bir tane de şeytan olacaktır şüphesiz. Biz de şimdi şeytanın avukatlığını yapalım biraz. Örneğin olaya eko-marksizm açısından yaklaştığımızda da benzer bir homofobiden bahsedemeyez miyiz? Marx'ın ekolojist olduğunu kanıtlamaya çalışan marksistler açısından baktığımızda, Marx'ın "ekolojist" değil de "çevreci" olması ciddi bir homofobi olarak değerlendirilemez mi?
Bu konuya biraz daha yakından bakmaya çalışalım;
Marx insanın doğa güçleri ile ilişkisini emek dolayımıyla kurar. Emek sürecinde insan işin asıl konusu olan doğayı, yine doğadan elde ettiği üretim araçlarıyla işleyerek kendini ve geleceği var eder. Peki Marx bu emek sürecinde doğayı nasıl tanımlıyor? Marx'ın düşüncesinde insanın doğadaki yeri ve rolü nedir?
"Dokunmayan, örülmeyen iplik, boşa harcanmış pamuktur." Marx'a göre, "canlı emeğin bunlara el atması, ölüm uykusundan uyandırması, yalnızca olası kullanım değerleri olmaktan çıkartıp gerçek etken değerler haline getirmesi gerekir. Bunlar emeğin ateşinde yıkanarak, emek organizmasının esas unsuru olarak, eskiden olduğu gibi süreçteki işlevlerini yerine getirmek için canlanırlar; gerçekte tüketilirler,... bireysel tüketim için geçim aracı olmaya her zaman hazır ya da yeni bir emek süreci için üretim aracı olmaya hazır bir amaçla tüketilirler..." kısacası "emek süreci, kulanım değerleri üretimi ve doğal maddelerin insan gereksinimlerini karşılar hale getirilmesi amacıyla yapılan eylemdir... yani bir yanda insan ile emeği öte yanda doğa ile onun sağladığı maddeler" vardır. Böylece kendinde bir değer barındırmayan, tamamıyla insanın kullanımına amade olarak doğa "insanın ilk kileri olduğu gibi ilk alet deposu da olur."(2)
Marx ayrıca doğayı daha çok üretim sürecindeki bir girdi kalemi olarak kabul etme eğilimindedir. "Bir kullanım değeri", der Marx "ister hammadde, ister emek aracı ya da ister ürün olarak alınsın, tamamıyla emek sürecindeki göreviyle, orada işgal ettiği konumla belirlenir: bu değiştikçe, niteliği de değişir."(3)
Burada doğanın daha çok insan için var olan bir kaynak ve hammadde deposu olarak algılanma eğiliminde olduğunu görüyoruz.
Yanı sıra doğa insanın devamlı mücadele etmesi gerektiği, var olabilmek için sonsuz bir savaş vermek zorunda olduğu bir cangıldır. Böylece zorunluluk alanı olarak daima var ola gelmiş ve var olacak doğa, insanın özgürleşmesinin önündeki en zorlu, acımasız engellerden biridir. Ve insan dünyaya geldiği andan itibaren doğanın kör güçlerine karşı kendini gerçekleştirmek için onunla boğuşmak zorundadır. Doğanın kör güçlerine hükmedip, onu kendi emrine soktuğu oranda yani doğaya hükmettiği oranda özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu özgürlük yolunda koşar adım ilerleyen her şey, tüm yıkıcılığına rağmen kabul edilmelidir. Tıpkı sermayenin devrimci gücü gibi.
Şöyle ki; "(sermaye) burjuva toplumunu" der Marx, "doğanın ve toplumsal ilişkinin toplum üyelerinin egemenliğine ve mülkiyetine girişini üretir. Sermayenin muazzam uygarlaştırıcı etkisi buradan kaynaklanır; ürettiği bu toplumsal aşamayla kıyaslandığında, önceki tüm aşamalar insanlığın salt yerel, kısmi ilerlemeleridir; doğa putperestliğidir. Doğa, tarihte ilk kez salt insan için bir nesne, salt yararlanılacak bir nesne halini alır, özerk bir kudret olarak görülmemeye başlar; özerk yasalarının teorik bilgisi sadece onu bir tüketim maddesi, ya da bir üretim aracı olarak, insana bağımlı kılmaya yarayan bir hile olarak kullanır. Sermaye bu dinamiği gereğince doğa putperestliğini aştığı gibi, tüm ulusal ayakbağlarını ve ön yargılarını, verili ihtiyaçların geleneksel, dar, kanaatkar, kabuk bağlamış doyumlarını, eski yaşam tarzının sürekli yeniden-üretimlerini yıkıp geçer. Bunları hiç durmayan bir devrim hareketi içinde tahrip eder...(4)
William Petty toprağı tüm zenginliklerin anası emeği de babası olarak tanımlar. Buradan hareketle doğanın zenginliğin kaynağını oluşturduğu ileri sürülebilir. Ancak bu zenginlik Marx'a göre, Bookchin'in deyimini ödünç alırsak "eli sıkı, cimri" bir doğa tarafından saklanmıştır. Doğadaki zenginliğin işe yarayabilmesi için doğanın emek potasında emek ateşiyle eritilerek insanın kullanımına hazır hale getirilmesi zorunludur. Aksi takdirde doğanın kendinde bir değeri yoktur. Kör, cimri bir zorunluluk alanı olarak doğa algılaması, insanın özgürleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Sermayenin gelişmesi ve teknoloji bu noktada insanın doğayı tahakküm altına alması için devreye girerler. Böylece zorunluluk alanı olarak doğa, insanın karşısına dikiliverir.
Böylece doğayı insanın kullanımına hizmet eden kaynaklar deposu olarak algılama eğiliminden, doğanın özgürlük potansiyellerini kavrayamayan kör bir noktaya itiliriz.
"Gerçekte" der Marx, " özgürlük alemi ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur;...Tıpkı vahşi insanın gereksinimlerini karşılamak, yaşamını sürdürmek ve yeniden üretmek için doğayla boğuşmak zorunda olması gibi, uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir ve bunu da bütün toplumsal biçimlenişler içersinde, akla gelen her türden üretim tarzları altında yapmak durumundadır....bu alanda özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına alan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir; ve bu, en az enerji harcanmasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında başarılır. Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder...(5)
Görüldüğü gibi insanın özgürleşmesi için doğanın boyunduruk altına alınması gereklidir. Başka bir deyişle doğaya uygulanan tahakküm insanın özgürleşmesinin ön koşuludur. Bu özgürleşme serüveninde sanayileşmenin, kapitalizmin ve tekniğin ileri rolüne çok iş düşecektir. Burada Marx insanlar arasındaki her türlü kısıtlılığı doğadaki kısıtlılıkla paralel değerlendirir. Doğadaki tüm kısıtlamalar ve bağlayıcılıklar teker teker kontrol altına alındıkça, insanlar arasındaki ilişkileri de sınırlayan bağlardan kurtulmanın yolu açılacaktır. Bu anlamıyla sermaye "katı olan her şeyi buharlaştırır", insanları ve doğayı kültürel, sosyal, siyasal süslerinden arındırıp, saf iktisadi kategorilere dönüştürerek özgürleştirir.
Ancak Marx burada durmaz, sermayenin doğa ve insan üzerindeki tüm yıkımına karşın, uzlaşmaz çelişkilerinden dolayı, eni konu kendi mezar kazıcılarını yaratacağını ve komünizme ulaşılacağını varsayar. Ancak böylece doğa ve insanın yabancılaşması sona erecektir. Nihayi amacının kutsallığına ve önemine karşın Marx, özgürlüğün "ön koşulu" olarak tahakkümü, komünizmin "ön koşulu" olarak kapitalizmi kabul edilebilir bir hale getirir.(6)
***
"Kıtlık" toplumunu aşmak için tekniğin ve sermayenin gücüne atfettiği önem açısından Marx'ın yaşadığı çağın hakim görüşünü benimsediği söylenebilir. Doğanın tüm "cimriliğine" ve "eli sıkılığına" karşın sakladığı zenginliğini ortaya çıkarmak için kapitalizmin doğaya hükmetmesinin, "bolluk" toplumunun koşulunu yaratacağını savunur. Marx kıtlık toplumunu aşmak için fazla üretimin önemini vurgular. Böylece kıtlık toplumunun aşılıp "bolluk" toplumuna ulaşılması için sermayenin doğayı durmadan tahrip etmesinin yolunu açar.
Sermayenin öz itibariyle sürekli büyümek zorunda olduğu kabul edildiğinde, asıl mesele "kıtlık toplumu" düşüncesinin, sermayenin adeta yaşam pınarı olmasıdır. Ne kadar fazla üretim yaratırsa yaratsın, sermayenin var olabilmesinin temel koşulu, insanların benliğindeki "kıtlık toplumu düşüncesini" yeniden üretmesi değil midir? Fazla üretim ile belki tüm insanların geçinmesi ve yaşaması için gerekli ortam yaratılabilir. Ancak bu üretim fazlalığı insanların benliğindeki kıtlık korkusunu kendiliğinden yok edemeyecektir. Öyleyse çözüm, doğayla ve insanların birbirleriyle uyum içerisinde yaşayarak "kıtlık toplumu" düşüncesinin tüm boyutlarıyla aşılmasının yollarını keşfetmek olmalıdır.
Doğayı insanların kullanımı için nesneler yığını ve kaynak deposu olarak algılama eğiliminde olan, doğayı zorunluluk alanı olarak kavramsallaştıran ve doğaya hükmetme düşüncesini insanın özgürleşmesi için "gereklilik" olarak kabul eden bir Marx'ın, ekoloji ile ilişkisinin sorunlu olacağı açıktır.
Ama illa Marx yeşillendirilecekse*, ekolojiden ziyade; temelde insanmerkezli olan, doğayı sadece edilgen bir yaşam ortamı, nasıl olursa olsun insanların kullanımına "hizmet edebilecek" bir dışsal nesneler ve güçler yığını olarak kabul eden, özellikle de ‘insanın doğaya hükmetmesi' düşüncesini sorgulamayan çevrecilik düşüncesine yatkın olduğu daha akla uygun olmaz mı?
07.12.2005
Kaynaklar:
1-) İskender Savaşır'dan aktaran Can Dündar, Milliyet, 07.11.2004, http://www.fikirbaz.com/arsiv/000512.html (erişim tarihi 05.12.2005)
2-) K. Marx, Kapital, Sol yayınları, çev. Alaattin Bilgi, c 1, s 200
3-) K. Marx, age 198
4-) K. Marx, Grundrisse, Birikim yayınları, 1979, çev. Sevan Nişanyan, s 448
5-) K. Marx, Kapital, Sol yayınları, çev. Alaattin Bilgi, c 3, s 720
6-) M. Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı yayınları, 1996, çev. Abdullah Yılmaz, s 192
*Marx'ın "ekolojik" olup olmadığını tartışmak en hafifinden anakronizmdir. Zaten Marx'ın böyle bir derdinin olmadığını biliyoruz. Ancak bazı Marksistlerin ısrarla Marx'ın aslında öz itibarıyla "ekolojik" olduğu savlarını irdelemek gerekmektedir. Burada Marx'ın kendisini "ekolojist" ya da "çevreci" olarak tanımlama gayretinde değiliz. Sadece Marx'ın kuramında doğanın yerini irdeleyip hangi düşünceye yatkın olabileceği irdelenmeye çalışılmıştır.