Türkiye’nin büyük bir ekonomik ve siyasi kriz yaşamakta olduğu bu günlerde Bergama direnişi 10.yılını tamamladı. Kimilerine göre siyasi krizin tetiklediği bir ekonomik kriz, kimilerine göre ise zaten uzun dönemdir Türkiye’nin bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin sonucunda oluşmuş bir siyasal kriz ile karşı karşıyayız. Daha azınlıkta olanlara göre ise kriz tamamıyla bir siyasal kriz niteliğinde. Her halükarda Türkiye büyük bir krizin içinde.

Kanımca bu büyük krizin en çarpıcı yanı, temsili demokrasi ve parlamenter siyasi sistemin içinde bulunduğu krizdir. Zira son dönemde yapılan kamuoyu araştırmaları halkın büyük bir çoğunluğunun- bazı araştırmalarda bu oran %40’ları aşabiliyor- hiçbir siyasi partiye güvenmediğini ve hiçbirini bir diğerinden ayırmaksızın hepsini “aynı” ve “bir” kabul ettiğini gösteriyor. Bu da Türkiye’de yaşanan krizin, siyasi bir kriz olup, temelde “temsili demokrasi” ve parlamenter siyasi sistemin krizine işaret ettiğini düşündürüyor. Bu durumun sadece Türkiye’ye özgü olduğunu söylemek bir yanılgı olur. Son 20 yıldır ABD’den tutunda Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda halkın genel seçimlere katılımı giderek azalmaktadır. Türkiye’de ise henüz böyle bir tepki yok. Ancak kamuoyu araştırmaları, en azından şimdilik, böyle bir olasılığı da akla getiriyor. Burada artık sorgulanması gereken şu partinin “iyi” bu partinin “kötü” olduğu değil, bizatihi temsili demokrasinin açmazları ve kendisidir. Devlet idaresi mekanizması içerisinde olan her kesin kişiliğinden bağımsız olarak bu dev makinanın dişlileri içerisinde biçimlendiği ve bundan sonrada biçimleneceği unutulmamalıdır.

Kapitalizm ekonomik alanda serbest piyasa ekonomisini dayatırken, kendi çıkarlarının olduğu yerlerde ise parlamenter siyasi yapı içinde şekillenen “temsili demokrasi” yi dayatıyor. 1980’lerin sonlarından itibaren neoliberal iktisadi yasalarını tek kutuplu dünyadaki hakimiyeti giderek keskinleşirken son yıllarda, kapitalizmin ve ulus-devletlerin halklar ve doğa üzerindeki tahakkümüne karşı tüm dünyada küreselleşme ve kapitalizm karşıtı hareketler boy göstermeye başladı. Dünyanın tek hakimi olduğunu zanneden çok uluslu şirketler ve imperyal ulus-devletler el ele verip dünyayı ve üzerindeki tüm yaşamı daha fazla kâr adına yok ederken, her yerden yükselen muhalif sesler artık bu işlerin bu kadar kolay olmayacağını gösteriyor. Değişik talepler ve çeşitli renklerle muhalefet sahnesine çıkan küresel karşıtı hareketlerin şu ana kadar sadece birkaç saatliğine yada bir günlüğüne sokaklara sahip olmalarına tanık olduk. Gerçekte ise sadece sokaklara değil “emanet yaşamları” geri alarak, yaşama ve geleceğe sahip çıkmak gerekmekte. İşte Bergama köylülerinin 10 yıldır yaptıkları mücadele tam da böyle bir şey. Yaşama ve geleceğe sahip çıkma mücadelesi. Bergama köylüleri, 10 yıldır bu mücadeleyi vermekte. Onlar buna “direniş” diyorlar. Bergama direnişi on yıl önce siyanürlü altına hayır! ile başladı. Ovacık köyündeki o verimli topraklara, siyanürle liç yöntemiyle altın çıkarmak için gelen çok uluslu bir şirket olan Eurogold’a karşı yaşamlarını, topraklarını, geleceklerini savundular. Yaşadıkça gördüler ki, bu sadece kendi köylerinin yada Bergama’nın bir sorunu değil. İlk başta yerel ölçekte kalan mücadeleleri daha sonra Her yer Bergama hepimiz Bergamalıyız! sloganı ile Bergama dışına taştı. Her fırsatta insanları yaşamlarına  ve geleceklerine sahip çıkmaya çağıran Bergama köylülerini, kimi zaman Lefke’de, Kaymaz’da veya Artvin’de halklar ile yan yana dayanışırken, kimi zaman kapitalizm’in simgesi olan Mc Donalds’a karşı yapılan eylemlerde gençlerle, kimi zaman özelleştirmeye karşı yapılan eylemlerde işçilerle yan yana, Prag’da Küreselleşme karşıtı eylemlerin olduğu gün ve saatlerde ise “Bergama-Prag El Ele” mitinginde küreselleşme karşıtı hareketlere destek verirken görüyoruz.

Bergama direnişi artık ne sadece Eurogold’a ne de sadece siyanürlü altına karşı bir harekettir. Bu hareket, günümüzde her yurttaşın kendi yaşamına ve geleceğine sahip çıkmasını ve yaşamının her alanına doğrudan etkide bulunması gerektiğini vurgulayarak yeni bir“politika” anlayışını hayata geçirmeye çalıştığı için, sadece bir çevre koruma hareketi olarak değerlendirilemez. Olsa olsa rekabete ve paraya dayalı “büyü yada öl” mantığıyla yaşamı büyük bir piyasaya çeviren kapitalizme ve küreselleşmeye karşı, “insanı” ve “doğayı” temel alan, dayanışmayı, karşılıklı yardımlaşmayı ve kendi kendine yetebilirliği ilke edinen alternatif bir yaşam biçimi olarak algılanabilir. Bu anlamıyla küreselleşme karşıtı hareketlere katkısı azımsanmamalıdır.

Bergama köylüleri kahvehanelerde, çay ocaklarında ve köy meydanlarında toplanıp, gelecekleri ile ilgili konularda tartışıyor ve kararlar alıyorlar. Bu haliyle kahvehaneler ve köy meydanları günlük yaşantımızdaki alışıldık kullanımlarından farklı olarak sadece eğlence hayatımızın değil politik yaşamın şekillendiği mekanlar haline dönüşüyor. Bu yeni politik alan kavramı ve politika, siyasi parti ve parlamenter siyasi yapıdan farklı özellikler içeriyor.

Temsili demokrasiye dayanan günümüzün parlamenter siyasi sisteminde sıradan yurttaşlar, kendi kendilerini yönetmekten aciz ve çocukmuş gibisine bir “seçmene” ve “vergi mükellefine” indirgenir. Politikaya katılmaları ise belirli periyotlarda yapılan seçimlere katılıp oy kullanmaları ile sınırlıdır. Seçimler dışında politika oluşturma ve icra işine hiç katılmazlar. Böylelikle, yurttaşlar bu iktidar sisteminde yaşamları üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan, basit bir figüran olmanın ötesine geçemezler. Bergama köylülerinin hareketinde ise “Politika” yeni bir anlam kazanır- tıpkı 2000 yıl önceki Bergama ve Atina’da olduğu gibi-. Burada doğrudan demokrasinin özü ile karşılaşırız: sıradan her insanın, hayatında ve toplum yaşamında söz sahibi olabilecek ve, hayatını yönetebilecek potansiyele sahip aktif bir yurttaş olarak belirmesi.


Kapitalizm ve ulus-devletlerin yurttaşların yaşamlarını emanet yaşamlara dönüştüren, insanı ve doğayı meta olarak gören, yapay bir kıtlık yaratıp dünya nüfusunun büyük bir kısmını açlığa mahkum eden küreselleşme sürecinde, Bergama köylüleri emanet yaşamlara ve ölü ruhlara inat yaşamlarına ve geleceklerine dört elle sarılmış durumdalar. İnsanların inandıkları ve bu uğurda mücadele verdikleri takdirde ancak, kaderlerini değiştirebileceklerini ve “bugünden” geleceklerini bir oya gibi ince ince nakışlayabileceklerini gösterdiler dünyaya ve hâlâ gösteriyorlar.

Yaşamımızın en ücra köşelerine dahi sızan bir piyasa toplumunda piyasa değerleri, insani değerlerin yerini büyük bir hızla alıyorken, kapitalizm dokunduğu her şeyi yok eden bir virüs gibi bedenimizi, beynimizi, hayallerimizi de piyasaya sürmeye çalışıyor. En çok da hayallerimizle ve ütopyalarımızla uğraşıyor. Sürekli bir yapay kıtlık ortamı yaratarak tüketim çılgınlığını ve rekabeti  göklere çıkarıp ufkumuzu, “sonsuz bir şimdi” ile sınırlıyor. Sanki geçmiş hiç olmamış, gelecek hiç olmayacak gibi. Sadece ulus-devlet ve kapitalizm. Bütün tarih bundan ibaretmiş ve bundan böyle de öyle kalacakmış gibi bir yanılsama içerisinde yaşamamız pompalanıyor bilinçlere. Tam da bu “sonsuz şimdiki zaman” yanılsaması içinde yaşıyor iken, Bergama köylüleri geçmişin de var olduğunu ve geleceğin de “kurulabileceğini” hatırlattılar. 2000 yıl önce doğrudan demokrasinin beşiği olan Bergama’da, 21.yüzyıla girerken kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin tek seçenek olmadığını, doğrudan demokrasinin kurumlarının günümüzde de oluşturulabileceğini gösterdiler.

Daha önce de vurguladığım gibi, Bergama direnişi bugün, Türkiye’nin  özgün koşulları içerisinde basit bir çevreyi koruma hareketi özelliğinin çok ötesindedir. Bu hareket artık, insanların kendi yaşamlarının her alanına ve geleceklerine sahip çıkma mücadelesi ve insan ile doğanın uyum içinde yaşayabileceği özgür ve demokratik bir dünya hayali ile anılmaktadır. “Daha iyi ve yaşanılabilir bir dünya” özlemleri ile küresel karşıtı hareketlerle ortak paydada buluşmakta ,“doğrudan demokrasi” ve her insanın sağlıklı bir ortamda yaşama ve kendi yaşamı hakkındaki kararlara doğrudan katılma hakkını savunmaktadır. Bu yönüyle Bergama hareketi küresel karşıtı hareketlerin eylemler süresince birkaç saat veya bir günlük “sokaklara sahip olma” sloganını radikalleştirerek “yaşam alanlarına ve yerleşimlerine sahip çıkma” nın gerekliliğini gösteriyor. Kanımca, dünyanın ve Türkiye’nin Bergama köylülerinden öğrenecek çok şeyi var.

Tükenmiş ve emanet yaşamlara inat, dipdiri ve gelecek umuduyla alevlenen yüreklerin birlikteliği, yeni bir “politika”, yeni bir yaşam tarzı ve yeni bir gelecek için direnirken, özetle insana ve yaşama dair çok şey öğretiyorken; “sol” inatla, yaşamı ıskalamaya devam ediyor.


Bu yazı EBTO Bülten’de (2000) yayınlanmıştır.