Bugün ekoloji denilince daha çok çevre, politika denince ise yüksek siyaset anlaşılıyor. Belki de bu yazıya başlamadan önce politik ekolojiden söz ederken, ne yüksek siyasetten ne de sadece çevremizden bahsetmediğimizi vurgulamalıyız. Çevrenin imlediği insanın ve toplumsal ilişkilerin dışında, hatta çoğu kez ondan bağımsız bir dışsal nesneler yığınından daha fazlasını kastediyoruz ekoloji derken. Tıpkı politika derken, modern yüksek siyasetin kurallarınca şekillenmiş, iktidar olma amacı ve şiarı temelinde yükselen, bu şiardan güç alan ve bu şiara güç veren bir ilişkiden bahsetmediğimiz gibi.
Çevre ya da çevrecilikte insansız doğa ile insan birbirlerinin karşısında ve bir birlerine dışsal olarak algılanır. İnsan topluluklarıyla doğal çevre arasındaki ilişki ise çoğu kez insan dolayımıyla kurulma eğilimindedir. Bu çerçevede doğa, insanların ihtiyaçlarının karşılandığı edilgen bir mekâna dönüşüverir. Bu mekân kimi zaman tahıl ambarı kimi zaman alet çantası kimi zaman sadece bir manzara olarak yer alır yaşamımızda. İnsanın doğanın bir parçası olarak var olduğu, doğa ile insanın birbirlerinden bütünüyle ayrı şeyler olmadığı, birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri ve dönüştürdüğü gerçeği görülmez çoğu kez.
Benzer şekilde bugün politika denince de kanlı bir iktidar oyunu anlaşılıyor. Yüksek mercilerde oynanan bu oyunun tek hedefi ise iktidarı ele geçirmek. Oysa biz politika derken, aksine insanların kendilerini ve içinde yaşadıkları toplumsal ilişkileri ve kurumları yüksek siyaset kuralları hilafına değiştirme çabalarından bahsediyoruz. Yani klasik anlamıyla insanların gerek birbirleriyle gerek doğa ile olan ilişkilerine aktif olarak etki edebilme ve değiştirebilme çabası ve arzusudur dem vurduğumuz.
Bu politik çabadan doğan “politik ekoloji”nin çoğu kez apolitik mecralara sıkıştırılmasıyla karşılaşabiliyoruz. Ekolojiyi toplumsal-politik bağlamdan muaf tuttuğumuzda, özde bahsettiğimiz aslında çevre düzenlemesinin pek ötesine geçemiyor ne yazık ki. Çevremizi temiz tutmanın, az tüketmenin, daha “sade” yaşamanın ekolojik bir gereklilik olduğu ileri sürülebilir elbette. Bu yaklaşımlar doğru olmakla birlikte çevreyi kirleten, ihtiyaçları üreten ve belirleyen toplumsal politik koşuları dikkate alıp ciddi ve tutarlı bir eleştirel analizden geçirmediğimiz sürece bu düşünceler en basitinden naif öneriler olarak kalacaklardır. Daha da vahimi ekolojik problemlerin toplumsal, politik ve iktisadi nedenleriyle yüzleşmediğimiz müddetçe politik olanı politikanın dışına çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda kapitalizmin üstünü yeşil bir dantelle süsleyip gizliyoruz da.
Öte yandan tek bir “politik ekoloji” düşüncesinden bahsedemeyeceğimiz de açık. Faşist ekolojiden, eko sosyalizme, derin ekolojiden toplumsal ekolojiye –tabii ki bunların değişik oranlarda karışımı ile oluşturulmuş- birbirlerinden sadece farklı olmakla kalmayıp taban tabana zıt saikler temelinde gelişmiş pek çok politik ekolojik düşünceden söz etmek mümkün bugün. Gerek insanın doğadaki yeri ve rolü üzerinden gerekse insan topluluklarının bir birleriyle ilişkisi üzerinden ele alındığında herkes tarafından mutabık kalınan tek bir ekolojik tasavvurun olmadığını görebiliriz. Haliyle bu minvalde 1980’lerin meşhur sloganı “ne sağ ne sol öncü bir ekoloji” den bahsetmek de bir o kadar tartışmalı hal alıyor. Bu noktada ekolojinin toplumsal-politik değerlerimizle doğrudan ilişkili olduğunu, ekolojik problemlerimizin toplumsal bağlamdan bağımsız tartışılmasının sorunların özünü kavramada ve bu sorunlara çözüm üretme konusunda yetersiz kalacağını vurgulamakla yetinelim. Ve “ne sağ ne sol öncü bir ekoloji” sloganının düşünsel yapısı üzerinde yapılacak düşünsel bir çabayı başka yazıya bırakıp, bu uzun girizgâhtan sonra asıl konumuza gelelim.
Ekolojiyi toplumsal ilişkiler ve çelişkiler bağlamında ele aldığımızda, insansız doğa ile insanlar arasındaki ilişkiden insanların bir birleriyle olan ilişkisine kadar her şey ekolojinin dolayısıyla politik ekolojinin ilgi alanına girer. Öyleyse 21.yüzyılın şafağında dünyada ve ülkemizde yaşadıklarımıza politik ekolojik bakış açısıyla yaklaşmak mümkün. Joel Kovel’in “Savaşın ekolojik sonuçları” başlıklı sunumu yaptığı, Irak Dünya Mahkemesinde söylediği gibi herhangi bir şeyin “ekolojik sonuçları” olduğu pek sık ortaya atılan bir fikir değil.(1) Tıpkı dünyada ya da içinde yaşadığımız toplumda olup bitenlerin “politik ekolojik” açıdan yeniden düşünülmesi fikri gibi. Biz bu kısa yazıda böylesi bir düşünsel çaba içinde olmayı deneyeceğiz.
***
Bu yazıda hem bizden hem bizden olmayan hem içimizde hem de dışımızda olan bir konudan dem vurmaya çalışacağız; Ortadoğu’dan bir bakıma kendimizden… Zira Ortadoğu’nun bize uzak olduğu pek söylenemez; bizatihi içindeyizdir pek çok açıdan tıpkı onun da bizim içimizde olduğu gibi. Öte yandan Türkiye toplumunun modernleşme serüvenin patolojik bir sonucu olarak benliğimizde ötekileştirdiğimiz bir fobi nesnesidir Ortadoğu. Hesaplaşmak için pek hevesli olmadığımız öteki yanımız gibidir.
Bugün Ortadoğu’da olanları nasıl görmeliyiz? Yüksek siyasetin ve büyük stratejik hesaplara gark olan değerlendirmelerin ışığından uzak, Edward Said’in deyimiyle “emperyal kibrin körlüğüne” kapılmadan olup bitenleri nasıl anlayabiliriz?(2) Politik ekolojik açıdan Ortadoğu’da olup bitenleri nasıl değerlendirebiliriz?
Ortadoğu’da ekosistemin bombalanması ve işgali
Bir şeyin ekolojik sonuçlarından bahsedince insanların aklına hemen daima insansız doğanın gördüğü zarar geliverir. Ortadoğu’da yıllardır süren savaş hali ve işgal söz konusu olunca da bu ön yargı pek değişmez. Savaşta atılan bombaların petrol rafinelerine isabet etmesi sonucu denizlerin kirlenmesinden tutun, savaşta kullanılan tankların ya da araçların tükettiği petrol oranlarına, atılan bombaların ve kullanılan kimyasal silahların vahşi doğayı çoraklaştırmasından, suların kirlenmesine kadar pek çok etki sıralanır. 1. Körfez savaşının unutulmaz karelerinden biri değil midir petrole bulanmış karabatak. Oysa Karabatak’ın durumu aynı zamanda insansız doğa ile insanın ve tabii ki diğer hayvanların birbirleriyle olan hayati ilişkisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Sonuçta büyük bir ekosistemde yaşadığımızın ve gerek birbirimizle gerekse doğa ile kurduğumuz ilişkilerin hepimizi etkilediğinin temsili gibidir bu fotoğraf. Özellikle son 15 yıldır giderek şiddetlenen etkisiyle Ortadoğu’daki savaşın ekoloji üzerindeki olumsuz etkisine baktığımızda da bunu tüm çıplaklığıyla görmek mümkün.(3) Savaşta kullanılan silahların ve özellikle seyreltilmiş uranyumun ve diğer kimyasal maddelerin havamızı, suyu, toprağı kirletip verimsizleştirmesinin yanında Ortadoğu’daki insanların yaşam alanlarını harabeye çevirdiğini, sağlık sistemini ve sosyal yapıyı yok ettiğini görüyoruz.(4) Örneğin; 1991’den bu yana Bağdat, Ramadi, Balad, Tikrit ve Musul’un yanı sıra güneydeki yerleşim yerlerinde yaşananlardan dolayı daha şimdiden kanser, düşük, kısırlık ve kalıtımsal bozukluk vakalarında patlama olmuştur. El Tuvayta köylerinde yapılan ölçümlerde radyasyon seviyesi normal düzeyin 10000 katına kadar çıkmıştır.(5) Kovel ABD’nin Irak işgalini “nükleer savaş” olarak tanımlamıştır; “yani 4 milyar yıldır evrim geçiren ekolojik ilişkilerin paramparça edilmesinin en üst şekli”.(6)
Tüm bunlara Irak savaşının ardından yer üstü ve yer altı zenginliklerin ulus-ötesi şirketler tarafından yağmalanmasını da eklemek gerekmektedir. Yeniden yapılandırma adı altında yapılan özelleştirme sürecinde Irak’ın petrol rezervlerinin yanında temiz su havzalarının ve tarımın özel sektöre açılması temel kalemleri oluşturuyor. Bu amaçla 19 Eylül 2003’te, alt yapı inşasında olduğu gibi suyun özelleştirmesinde de dünyanın en büyük şirketlerinden olan Bechtel’in yönetim kurulu üyesi olan Paul Bremer, doğal kaynakların –petrol- dışında kalan tüm ticari işletmelere kârın yüzde yüzünü 40 yıl boyunca ülke dışına çıkarma garantisi veren 39 Sayılı Yürütme Emrini çıkarmıştır. Bunun yanında Irak tarımını küresel piyasaya açıp, genetiği değiştirilmiş (GDO) tohumlar dahil çok uluslu şirketlerin tohumlarını satmak amacıyla Irak’ta yeni bir tohum yasası oluşturulmuştur. Bu yasa ile Iraklı çiftçilerin binlerce yıldır yaptıkları gibi tohumlarını diğer hasada saklamaları yasaklanmış, böylece çiftçiler genetiği değiştirilmiş tohumları her seferinde yeniden satın almak zorunda bırakılmıştır. Benzer şekilde su kaynakları da büyük bir hızla özelleştirilmiştir.(7)
ABD ve ulus-ötesi şirketlerin Irak işgali sadece askeri değil temelde iktisadi ve ekolojik boyutlarıyla karşımıza çıkıyor. Ana fikir ise insansız doğanın ve insan doğasının yani bütün olarak ekosistemin metalaştırılması. Ancak bu olayların sadece Irak’ı Afganistan’ı ya da Lübnan’ı etkilediğini dünyanın diğer köşelerinin kutsal olduğu kadar ölümcül de olan, kâr güdüsüyle beslenen neoliberal etkiden muaf olduğunu düşünmek doğru olmaz. Ortadoğu’da olanlar ile dünyada olanların doğrudan birbiriyle ilişkili olduğu gerçeğini görmezden gelemeyeceğimiz gibi, küreselleşen kapitalizmin ulus ötesi ve ulusal kurumlarını da bu tablodan muaf tutamayız. Örneğin bugün Türkiye’de de ulus ötesi tohum şirketlerinin genetiği değiştirilmiş tohumları da içeren bir tohum piyasası inşa etmeye çalışmalarını nasıl görmezden gelebiliriz. Bu minvalde tıpkı Hindistan, Latin Amerika, Afrika gibi dünyanın diğer bölgelerinin yanı sıra, ABD çiftçisinin de bu etkiden azade olmadığını hatırlamak anlamlı olacaktır.
Öte yandan ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra terörle mücadele konusunda kendilerine kısıtlamalar getirdiği için ordunun, Göçmen Kuşlar Antlaşması Kanunu, Deniz Memelilerini Koruma Kanunu ve Tükenmekte Olan Cinsler Kanunu’nun bazı kısımlarından muaf olduğunu biliyoruz.(8)
Öyleyse Ortadoğu’da olup bitenlerin sadece Ortadoğu’yla sınırlı kalmayıp tüm dünyaya yayıldığını ve her yeri değişik boyutta ve şiddette etkilediğini ileri sürmek mümkün.
Savaş kirletir!..
Ortadoğu’daki savaşta (işgal demek daha doğru) doğa tahrip olurken aynı zamanda insanın doğası ve toplumsal ilişkilerimiz de harap oluyor. Yukarıda savaşın çevremizi nasıl kirlettiğini ana hatlarıyla hatırlamaya çalışmıştık. Buna toplumsal birlikteliklerimizin temelini oluşturan hayati kavramları ve düşünce kalıplarını da eklemek gerektiğine inanıyorum. Ortadoğu’daki savaşın ve sunuş şeklinin demokrasi, insan hakları, özgürlük, vicdan, hoşgörü, birlikte yaşam, dayanışma gibi evrensel insani değerlerimizin gücünü yok etmeye çalıştığını ve bu değerleri kirlettiğini de vurgulamak önemli. Örneğin diğer baskıcı rejimler gibi Bush yönetiminin de “demokrasi” ve “özgürlük” kavramını kullanarak Ortadoğu’daki halklara uyguladığı tahakkümü ve sömürüyü meşrulaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Haklılığını gücünden alan bu şiddet dili, “ya bizdensin ya da düşmanımızsın” ifadesindeki küstah bir kibirle birleşince kullandığı “demokrasi” ve “özgürlük” kelimelerini de ciddi anlamıyla kirletiyor. Öte yandan ana akım medyanın savaşı bir film gibi oturma odalarımızdaki genel geçer sohbetlere meze etme çabalarıyla bu kirlenmeye duyarsızlaştırmayı da eklemek gerekiyor. John Berger’in dediği gibi; “Kitleleri hükmü altına alan bir zorbalık çağının en karanlık günlerini yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde acı var. Yegane erdemin kâr tutkusu olduğu bu düzenin en etkili aracı ise medya. Bir an önce bizden çaldığı sözcükleri geri almalıyız. Yoksa bize tek bir sözcük kalacak: Utanç.”(9). Bu kavramların toplumsal kurucu gücü ve önemi dikkate alındığında, Ortadoğu’da yaşanan vahşetin etkilerini benliğimizden ve vicdanlarımızdan temizlemek pek kolay görünmüyor.
***
O yüzden bugün Ortadoğu’da olup bitenleri daha geniş bir perspektiften görmeye ve anlamaya çalışmalıyız.(10) Bir yanıyla Ortadoğu küresel kapitalizmin günümüzdeki gelişiminin ve çelişkilerinin göbeğinde oturuyor, öte yandan kendine has toplumsal ve kültürel ilişkilerle ve çelişkilerle ayakta kalmaya çalışıyor. Bu durumda Ortadoğu sorununu sadece büyük emperyal güçlerin hegemonya oyununun bir öğesi olarak değerlendirmek ne kadar eksik ise kendi başına ve dünyanın diğer coğrafyalarından ve insanlık durumundan bağımsız değerlendirmek o kadar eksik olacaktır.
Bugün Ortadoğu denince akla katliamlar, bitmeyen bir savaş hali, yoksulluk ve her türlü yoksunluk, açlık geliyorsa aynı zamanda petrol, doğal gaz, yer altı kaynaklarının zenginliği ve su havzaları da geliyor. İkinciler üzerinden yürütülen çıkar çatışmalarının birincilere neden olduğu, en azından en büyük nedenlerini oluşturduğu açık değil mi? ABD-İsrail iş birliğinin ötesinde ulus-ötesi şirketlerin gözlerinin de Ortadoğu’daki enerji kaynaklarında olmadığını kim söyleyebilir bugün? Kovel’in dediği gibi Irak’ın temel üretim kalemini petrol değil de ayçiçeği oluştursaydı ABD Irak’a saldırır mıydı?
Elbette petrol ve yer altı kaynaklarının zenginliği Ortadoğu’da olup biten insanlık dramının ve vahşetin en önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilebilir. Ancak böylesi bir yaklaşım bir yandan emperyal güçlerin istila ettiği tüm bölgeleri aynılaştırıp özgünlüklerini ve kendi içlerindeki sınıfsal ve toplumsal çelişkileri gözlerden saklarken, öte yandan bu bölgelerdeki halkların mücadelesinin etkilerini de önemsizleştirme tehlikesi taşıyabilir.
Örneğin bugün Afganistan ile başlayıp Irak işgaliyle devam eden ve İsrail’in Lübnan ve Filistin’deki katliamlarıyla doruğa çıkan ABD-İsrail-İngiltere’nin işbirliğinin kudreti, Birleşmiş Milletler’ in nezdinde uluslar arası kurumların aczi ile birleşince zihinlerde ve vicdanlarda oluşan çaresizliği bir düşünün. Bu dehşetengiz çaresizlik duygusundan Ortadoğu halklarının dışındaki halkların muaf olduğu iddia edilebilir mi? Bu halk ABD ve İsrail halkı dahi olsa. O yüzden bugün Ortadoğu’da yaşananlar az ya da çok, farkında olunsun ya da olunmasın tüm halkları ilgilendiriyor. Zira ABD ve İsrail naklen yayınlarla kendilerine karşı olanlara yaptıkları vahşeti sadece televizyonlarda yayınlatmıyorlar. Aynı zamanda kendi vatandaşları da dahil tüm insanlığa gözdağı vererek, tüm çıplaklığıyla korku ile çaresizliği zihinlere kazımaya çalışıyorlar. Bugün Afganistan’a, Irak’a, Filistin’e ya da Lübnan’a atılan her bomba, yıkılan her ev, katledilen her çocuk aslında muhalif olmanın bedelini el âleme göstermek için uğursuz kara bir bayrak gibi sallandırılıyor.
11 Eylül’ün artçı sarsıntıları ve korku imparatorluğu
Dünya tarihi incelendiğinde, büyük devletlerin halklarını zapt-u rapt altına alıp, içte ve dışta yaptıkları insanlık dışı müdahaleleri sıradanlaştırmak için daima bir korku nesnesine başvurduklarını görüyoruz.
Küresel kapitalizmin bekası için halkların tahakküm altına alınıp etkisiz kılınması en az enerji kaynaklarının kontrolü kadar hayati bir meseledir. Bu noktada 11 Eylül saldırısı ABD hükümetine bulunmaz bir fırsat bahşetti. Kendi halkının içindeki korku nesnesini hem kendi halkına hem de “ötekileştirdiği” diğer halklara karşı fütursuzca kullanma olanağı sağladı. Artık yeni düşmanı hedef gösterebilirdi. Dünyanın en güvenilir ülkesinde, “terörist”lerden uzakta korunaklı olarak yaşamlarını süren Amerikalıların bu “korku” dolu günleri, artık hiçbir yerin güvenli olmadığı gerçeğini beyinlerine kazıyordu. Bush yönetimi de 11 Eylül travmasının yarattığı korkuyu, savaş propagandasının esası olarak belirledi; başta İslami terör, korkunun yeni ve ancak bir o kadarda muğlak adresiydi artık.
Yurtseverlik ve milliyetçiliğin diz boyu yükseldiği günlük yaşam retoriğinde, savaş karşıtlarının ya da diğer muhaliflerin “kötü yurtseverler” ya da “hain”ler olarak damgalanmasıyla korku, gündelik hayatı teslim aldı. Bir cadı avı yaşanıyordu. Bush hükümetinin dünyaya dayattığı “sürekli savaş” stratejisinden önce, ABD halkı tam bir sürekli savaşın haleti rûhiyesinde yaşatılıyordu. Bu durum, özgürlükler ve demokrasi ülkesi ABD’de pek çok özgürlüğü ve medeni hakkı gasp eden yurtsever yasası’nın çıkmasını dahi kolayca meşrulaştırdı. Dünya halklarına ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ götürmeyi kendisine şiar edinmiş olan bir devlet, ‘güvenlik devleti siyaseti’ sayesinde demokrasi ve özgürlükleri cendereye alıyordu. ‘İmparatorluk’ çağının yükselen değeri; önce ‘güvenlik’, sonra ‘demokrasi’ olmuştu. İşte tam bu sosyo-psişik ortamda Bush ve yeni-muhafazakâr elit, Afganistan’a müdahalenin devamı olarak Irak işgalini ve tabii ki son günlerdeki İsrail devletinin Lübnan işgalini insanlığa dayattılar. Amerikan yaşam tarzına ve ulvi değerlerine yöneltilen her türlü saldırıya ve saldırı olasılığına karşı ABD ve İsrail’in bir birine sıkı sıkıya bağlı “ulusal çıkarları” savunulmalıydı. Gerçekte ise Amerika’nın küresel hâkimiyet tutkusu ve özellikle de zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu bölgelerde hegemonyasını pekiştirme amacı güttüğü tüm çıplaklığıyla ortadaydı.
Böylece ABD ve İsrail’in işbirliği ile Ortadoğu’da yaratılan vahşetin etkileri sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmayıp, adeta küreselleşiyor. Ancak bu etki Ortadoğu’da yaşayan halklara doğrudan bir yıkım ve acı getirirken, dünyanın diğer bölgelerinde farklı boyutta ve şiddette kendini hissettiriyor. Ortadoğu’da yaşayanlar bizatihi ateşin içinde kıvranırken, dünyanın geri kalanı sıranın bir gün kendilerine de gelebileceği korkusu ile duyarsızlaştırılıp sindirilmeye çalışılıyor.
Öte yandan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD ve İsrail’in elitlerinin Müslümanları ve İslamiyet’i ötekileştiren tavrı dikkate alındığında olaylara başka bir boyut daha eklemek gerekiyor. Olayların dini-inanç boyutu insanları ve halkları birbirlerine düşman etmekle kalmıyor, farklı inançları ve kültürleri ötekileştirip, bu kimlikler çevresinde örgütlenen radikal köktenci yaklaşımları da besliyor. Bununla birlikte, insanların kâh dış görünüşlerine, kâh kimliklerine, kâh aksanlarına, kâh inançlarına büyük bir kaygı ve ötekileştirme amacıyla bakılıp, toplumsal yaşamdan tecrit edilmelerine zemin hazırlanıyor. Bu, bir yandan farklı kültürlerin ve kimliklerin bir arada yaşama olasılığının altını oyarken, öte yandan her şeyi piyasada alınıp satılan metalara indirgeyen, insanî ilişkileri sadece basit ekonomik çıkardan ibaret kabul eden neoliberalizm düşüncesinin yerine, dinî, millî ya da kültürel kimlikleri koruyup savunma dışında gerçek bir siyasal-toplumsal alternatifler yaratılmasının da önünü tıkıyor.
Ortadoğu’da olup bitenleri sadece ABD yönetiminin ve onun işbirlikçisi İsrail’in yaptığını söylemek, küresel sermayenin sorumluluğunu maskeleme tehlikesini taşır. Aynı şekilde yaşadığımız zorbalık ve sömürü çağının sorumlusu olarak sadece Bush’a ya da ABD’ye yapılacak vurgu, küreselleşen kapitalizmi, devlet-sermaye baronlarının çıkarlarının birlikteliğini ve dinamiklerini algılamamızı da zayıflatacaktır.
Ulus-ötesi şirketlerin bu planın başından beri içinde olduklarını hatta bizzat savaşın mutfağından cepheye kadar ellerini kanla yıkadıklarını unutmamalıyız. Hem ülkemizdeki hem de dışarıdaki sermaye baronlarının, serbest piyasa politikalarının terörizme karşı yapılacak savaşta en önemli ekonomik cephane olduğu, serbest ticaret ve pazar ekonomisinin desteklenerek ancak, “geri kalmış terörist ülkelerin” demokratikleştirilebileceği ve özgürleştirilebileceği, bunun tek yol olduğu savlarını nasıl unutabiliriz! O halde bugün Ortadoğu’yu konuşurken küreselleşen kapitalizmi konu dışı edip dikkatleri sadece ABD ya da İsrail’e yöneltmemeliyiz. Afganistan’ta, Irak’ta ya da Lübnan ve Filistin’de olan insanlık suçlarını ve doğanın (her türlü doğanın) yağmalanmasını daha büyük bir resme oturtmaya çalıştığımızda karşımıza sadece etnik ve dini çatışmalar değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin yeni veçhesi çıkacaktır.
Sonuç yerine…
O yüzden bugün, Ortadoğu’da olup bitenlere ya da yaşadığımız diğer olaylara politik ekolojik bakış açısıyla bakmamız gerektiğini, aksi takdirde resmin bütününü fark edebilme konusunda sorun yaşayabileceğimizi düşünüyorum. Tıpkı kime, neye karşı, “nasıl” mücadele etmemiz gerektiği konusunda ciddi sorunlarla karşılaşabileceğimiz gibi.
21.yüzyılın şafağında doruğa çıkan neoliberalizm fikriyatının kapitalizmi sadece küreselleştirmediğini, aynı zamanda farklılaştırdığını ileri süren pek çok görüşten bahsedilebilir, bugün. İçinde yaşadığımız düzenin yeni adına ister “imparatorluk”(11), ister “yeni emperyalizm”(12), ister “Kaos İmparatorluğu”(13), isterse “enformatik kapitalizm”(14) diyelim; tüm bu adlandırmalar kapitalizmin az ya da çok değiştiğinin işaretleri olarak değerlendirilebilir. Neyin değişip neyin değişmediği konusunda muhtelif düşünceler var. Kapitalizmin özü olarak nitelendirebileceğimiz daha fazla kâr elde etme itkisinin değişmemekle beraber, günümüzde artık sermaye birikimini arttırmak için kullanılacak yöntem ya da araçların her türlü ahlaki ya da toplumsal değerden muaf tutulduğunun altını çizmek önemli, kanımca. Daha da vahimi genlerimiz dahil, gezegendeki tüm yaşam formlarını, patentleyerek yaşamın metalaştırılmasının da yolunun açıldığı gerçeği.
Kapitalizm bugün toplumsal ilişkiler içine gömülü, az ya da çok toplumsal değerler ile yönlendirilen iktisadi yapıdan farklı olarak adeta toplumsalı istila edip, onu iktisadileştirmeye çalışıyor. İnsanlara piyasa ve çıkar ilişkilerinin iktisadi mantığını yaşamın doğal bir unsuru olarak kavramalarını ve bu değerler içerisinde pasif bir aktör olarak yaşamalarını dayatıyor. Büyük ölçüde de bunu başardığını söylemek pek yanlış olmasa gerek. Böylece, Kapitalizm bugün erotik duygularımızdan, kişisel ilişkilerimize, toplumsal ilişkilerimizden, insansız doğa ile olan ilişkimize, psişik yapımıza hatta muhalefet etme tarzlarımıza dek doğrudan ve tümüyle yaşamımızı kontrol etmeye başlıyor. Kısacası kapitalizm sadece bir ekonomi olmanın ötesine geçip, hızla toplumsal bir formasyona dönüşmekte.
Bu değişimin doğuracağı en önemli sonuçlardan biri “güçlü olanın yaşamaya hak kazandığı, zayıfların ise yok olmaları gerektiği” fikrinin toplumca benimsenmesidir. ABD hükümetinin uluslar arası hukuku hiçe sayarak Irak’ı işgal etmesi ya da İsrail, dünyanın gözleri önünde binlerce masum insanı katlederken BM’nin bir kınama kararını bile çıkaramamasının insanlarda yarattığı etkiyi düşünün. Güçlünün haklılığını gücünden aldığı bir dünyada, muktedirlere karşı duyulan vicdanlarındaki öfke, kolayca muktedire imrenme duygusuyla yer değiştirebilir. Bu noktada, Ortadoğu’da olup bitenlere yönelik ülkemizde verilen tepkileri düşünmek manidar olabilir.
Bu, kapitalizmin iktisadi sömürüyü derinleştirmesinin yanında toplumsal hiyerarşileri ve tahakküm biçimlerini de meşrulaştırıp derinleştirdiği anlamına gelmektedir. Öte yandan bu zihniyetin dayanışma, işbirliği, farkındalık, hoşgörü ve empati gibi toplumsalı inşa eden ilişkilerin ve etik değerlerin altını oyduğunu en azından zayıflattığını ileri sürebiliriz.
Günümüzde iktisadi alanda olmasa bile askeri alandaki etkisiyle ABD, tek süper güç olarak kendini gösteriyor. Ancak şurası da bir gerçek ki, günümüzde ABD dahil hiçbir devlet küreselleşen kapitalizmin kontrolünü tek başına ele alıp yönetebilecek ekonomik güce sahip değil. Sermayenin ulus ötesi gelişimi, sermaye birikim yasalarının iç mantığı gereği daha fazla kâr elde etmenin her türlü “değerin” üstünde olan kutsallığı, kapitalizmin büyümek ya da ölmek arasındaki dinamiği nedeniyle, bu pek mümkün görünmüyor. Ancak bununla birlikte hiçbir ekonomik sistem, siyasal denetlenmenin ve geleceğe dair uzun dönemli stratejik bir vizyona sahip kurumsal yapılanmanın olmadığı bir ortamda işleyemez. Hele hele bu, insansız doğayı ve toplumu giderek daha hızlı ve fütursuzca yok eden ölüm yönsemeli bir iktisadi-sosyal düzense.
Şimdiye dek bu ihtiyacı ulusal devletler sağlıyordu, hatta şimdi bile az ya da çok bu görevlerine devam ediyorlar. Ancak artık sermayenin ulusötesi kurumlar ile yeni bir siyasal denetleme mekanizması inşa etmeye çalıştığını görüyoruz. Bu yeni düzende bazı ulusal devletlerin form değiştirerek imperyal devletlere dönüşme yolunda olduklarını pek çoğunun ise sermayenin sınırsız genişlemesi için daha çok askeri-kolluk gücü olarak dönüşebileceklerini söyleyebiliriz. Her halükârda ulusal devlet artık eski ulusal devlet olmayacaktır. Ancak tahakküm içeren baskıcı özü form değiştirse de baki kalacak gibi görünüyor.
Bugün adına ne dersek diyelim, gerek birbirimizle gerekse insansız doğa ile olan ilişkilerimizi tahakküm üzerine inşa eden, yaşamın her formunu yaşamın her düzeyinde tahrip eden ölüm yönsemeli bu sisteme direnmek için yeni tahayyüller geliştirmemiz gerekiyor. Hayatlarımızın denetimini giderek kaybettiğimiz bu düzende, yaşamımızın gücünü ele almanın yeni yollarını bulmalıyız. Kesin olan bir şey varsa, insanları ve toplumları edilgenleştiren, bireyi toplumsal ilişkilerinden koparıp mekanikleştiren ve iktisadi bir nesneye indirgeyen bu sisteme karşı mücadele edeceksek bunu o sistemin nirengi noktalarını kullanarak yapamayız.
Doğanın ve toplumsal yaşamın alabildiğince yok edildiği, insanların ve halkların her yönüyle yoksunlaştırıldığı bir sisteme, ulusal, dini ya da kültürel kimlikler üzerinden yapılacak bir mücadele ile direnme şansımız yok. Bugün herkesin kendi yaşamına doğrudan müdahil olabileceği, farklı kültürler ve topluluklar ile birlikte yaşamanın yollarını birlikte örebilecekleri, doğa ile uyumlu, politik olduğu kadar etik temellere yaslanan yeni bir toplumsal tahayyüle ihtiyacımız var. Yerel değerlerden beslenen ancak yerele sıkışmayan, ulusal sınırları aşan, farklılıkları zenginlik olarak değerlendiren, “evrensel değerlere” dayanan yeni siyasal-toplumsal tahayyüle ve yaşama pratiklerine ihtiyacımız var…
Bu makale Özgür Üniversite Forumu’nda (2006, sayı 31) yayınlanmıştır.
Kaynaklar:
1- Joel Kovel, “Savaşın ekolojik etkileri”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu 23-27 Haziran 2005 içinde, Metis yayınları, 1. Basım Haziran 2006
2- Edward Said, Radikal, 27 Temmuz 2003 (Los Angels Times’tan alıntı), aktaran Tanıl Bora, “Emberyal heveslerin kör kibri…ve Türkiye için Ortadoğu ar mı?”, Birikim, sayı 173, s. 15, Eylül 2003
3- Savaşın insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkileri için bakınız MEDACT Report: Continuing Collateral Damage: The health and environmental costs of war on Iraq 2003 , http://www.medact.org/wmd_war.php
4- Irak savaşında ABD kuvvetlerinin kullandığı seyreltilmiş uranyum ile ilgili detaylı bilgilerin düzenli bir dökümü için bakınız, Akira Maeda, Sayo Satura, Koyiçi İnamori, “Seyreltilmiş Uranyum Silahlarının Kullanılması”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu içinde, agy, s. 192-208, Thomas M. Fasy, “Irak’ta Kullanılan Seyreltilmiş Uranyum Silahlarının İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu içinde, agy, s. 209-211.
5- Su’ad Naci El Azzavi, “Irak İşgalinde Yürütülen Askeri Operasyonların Çevreye Verdiği Zararlar”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu içinde, agy, s. 344-352.
6- Joel Kovel, agy
7- Herbert Docena, “İktisadi Sömürgeleştirme”, Irak Dünya Mahkemesi Nihai İstanbul Oturumu içinde, a.g.y, s.237-264.
8- Joel Kovel, agy
9- John Berger, “Neredeyiz?”, Le Monde Diplomatique Türkiye, 15 Mart-15 Nisan 2003, s. 21-23
10- Tanıl Bora, a.g.y.
11- M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı yayınları, 2001
12- David Harvey, Yeni Emperyalizm, Everest yayınları, Kasım 2001
13- Alain Joxe, Kaos İmparatorluğu, İletişim yayınevi, 2003
14- Chaia Heller, “Mc Donalds, MTV ve Monsanto: Bilgisel Sermaye Çağında Biyoteknoloji”, Toplumsal Ekoloji, sayı 2, Güz 2002