Ekolojik ve toplumsal sorunların iç içe geçtiği ve giderek şiddetini arttırdığı bir çağda yaşıyoruz. Bir yanda giderek artan gelir dağılımındaki adaletsizliğe eşlik eden ekonomik ve sosyal yoksulluk ve yoksunluk durumu, öte yanda ekolojik problemlerin daha hissedilir olduğu bir ekosistem. Gerek toplumsal dünyamızda gerek insansız doğadaki yoksunluk ve erozyon, birbiriyle yarışmakla kalmıyor adeta içiçe geçip çığ topu gibi büyüyor. Öyleki önceleri sadece ekoloji-yeşil çevrelerde dillendirilmeye çalışılan iklim değişikliği meselesi, ki günümüzün en acil ve önemli meselelerinden biridir, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin yayımladığı son rapor (1) ile magazin programlarını bile süslemeye başladı.

Adı geçen raporun bu denli ses getirmesinin ardında küresel iklim değişikliği ile ilgili gerçeği tüm çıplaklığıyla ve net ifadelerle gözler önüne sermesi var şüphesiz. Raporda net olan, etkisini şu anda dahi değişik şiddette yaşadığımız iklim değişikliğinin nedeninin insan faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıktığı saptamasıdır. Bence daha önemlisi, bu raporun aynı zamanda insanlar olarak birbirimizle ve doğa ile kurduğumuz ilişkinin sürdürülebilir olmadığını, insan-toplum- doğa ilişkisini yeniden kurgulamamız gerektiğini işaret etmesidir. Asıl tartışmamız gereken de tam burası: insan-toplum-doğa ilişkisinin yeniden “nasıl” yapılandırılması gerektiği konusu.

Bu da bizi şu anda tüm çıplaklığıyla kendini hissettiren ekolojik sorunların kaynağının neler olduğu sorusuna götürüyor. Burada uzun uzadıya ekolojik sorunların kaynağını tartışmak değil niyetim. Niyetim daha çok ekolojik problemleri temel olarak hangi bağlamda tartışmamız gerektiği konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak. Öncelikle, Birikim’in “Ekoloji ve Toplum” ile ilgili tartışma platformunun amacına uygun olarak, daha önce bu sayfalarda yayımlanmış olan Dilaver Demirağ’ın (2) ve Armağan Öztürk’ün (3) yazılarıyla ilişkili düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım.

İlk bakışta birbirine zıt gibi görünsede Dilaver Demirağ ve Armağan Öztürk’ün yazılarındaki ortak noktalara dikkatinizi çekmek istiyorum.  Dilaver Demirağ sol düşünceyi homojen yekpare bir düşünce sistemi olarak resmediyor ve onun bu homojenlik bazında öne çıkardığı insan-merkezci yaklaşımını mahkûm ediyor. Öte yandan Armağan Öztürk oldukça “keskin kenarlı”, hatta tartışmaya gerek olmayan bir tavırla “kati doğrularını” dikte ederken, benzer şekilde “ekolojik hareketleri”n tamamını homojen, yekpare kabul edip, “sol” mücadelenin önündeki en büyük engellerden biri olarak mahkûm etmekten çekinmiyor. (Burada Armağan Öztürk’ün çevrecilik ile ekoloji kelimelerini aralarındaki ciddi farklara ve ihtilaflara karşın birbirinin yerine kullandığını, bu konuda ciddi kafa karışıklığı içinde olduğunu vurgulamam gerekiyor. Öte yandan Armağan Öztürk’ün yazısının günümüzdeki otoriter-eril “sol” düşüncenin dilini ifşa ettiğini düşünüyorum.) 

İkinci ortak noktaya geçmeden önce burada geniş bir parantez açmakta yarar var. Yekpare, homojen bir “sol” hatta sosyalist ya da anarşist düşünceden bahsedemeyeceğimiz gibi; homojen bir “ekoloji” düşüncesinden de bahsedemeyiz. Zira yekpare bir ekolojik düşüncenin varlığı, ekolojiye farklı bakış açılarına sahip toplumsal ekolojist, derin ekolojist, eko sosyalist, eko faşist vb. yaklaşımların fiili varlığıyla mesnetsiz bir tez haline dönüşmüştür, bugün. Hem sol hem de yeşil-ekoloji künyesini taşıyan hareket ve düşünceler, birbirinden çok farklı hatta bazı noktalarda birbirlerine zıt  da olabilen oranda çeşitliliğe sahip. Kaldı ki, her kavram gibi sol ve yeşil/ekolojik düşünceler de durağan değil devamlı değişen yaşamlara sahipler. Bu yaşam yolculuklarında her bir düşüncenin kendi tarihi ve evrimi var. O yüzden bundan sonra hangi sol ve hangi ekoloji düşüncesinden bahsettiğimi ve hangi noktalarda birbirleriyle uyuşmaz hangi noktalarda birbirlerini tamamlayabileceklerini tartışmaya çalışacağım. 

 

İkinci ortak nokta ise her iki yazarın da insan ile doğayı birbirlerinden ayırmaları ve birbirlerinin karşısında konumlandırmalarıdır. Örneğin Dilaver Demirağ, ekolojik problemlerin nihayetinde doğa ile “öz” olarak barışık olması mümkün olmayan insanın bizatihi kendi doğasındaki sorundan kaynaklandığını söylüyor. Bu yüzden asıl çözümün insanın doğaya -sadece- uyum sağlamasından geçtiğini, onu değiştirip dönüştürmekten geçmediğini ifade ediyor. Bu noktada Dilaver Demirağ’ın ekoloji düşüncesindeki primitivistlerle ve derin ekolojist düşünceyle pek çok noktada benzer düşündüğünü söylemek mümkün. Bu özcü yaklaşım, temel olarak ekolojik problemlerin toplumsal bağlamda tartışılması yerine, adeta biyolojik temelde “türsel” bir bağlamda tartışılmasının daha doğru olacağına dayanıyor. Öte yandan insanın bir tür olarak varlığını geliştirmesi bir yana, insanın kendini “gerçekleştirmesinin”, ancak onun ezel ebed karşısında konumlanan “doğa”nın hilafına mümkün olabileceğini ön görüyor. Kısacası insan ile doğa birbirinden tamamen ayrı kabul edilip birbirinin karşında konumlandırılıyor. Bu bende “en iyi insanın aslında var olmayan insan olduğu” düşüncesinin dillerde olmasa bile beyinlerin bir kenarında yedekte saklandığını düşündürtüyor doğrusu. Diğer yandan Armağan Öztürk yazısında muhafazar-totaliter bir sol anlayışın tüm izlerini taşıyarak, doğayı insanlar için bir kullanım nesnesi olarak gören kadim insan merkezci bir yaklaşım sergiliyor. İronik olan doğayı algılama konusunda Armağan Öztürk’ün durmadan eleştirdiği çevrecilerin ardında yaya kalmasıdır.  

 

Hangi ekoloji hangi sol…

Yukarıdaki düşüncelerin ışığında tekrar yazının başına dönelim; insan-toplum-doğa ilişkisini yeniden nasıl kurgulayabileceğimiz meselesine… Ve sol düşüncenin daha doğrusu özgürlükçü bir sol düşünce ile ekolojinin ilişkisine… Ben ekolojik düşünce ile özgürlükçü bir sol düşüncenin birbirleriyle mutlak geçimsiz olduğunu düşünmüyorum. Aksine toplumsal ve ekolojik problemlerin birbiriyle yarıştığı çağımızda, sol-ekolojik bir düşüncenin ve politikanın sadece mümkün olmadığını böyle bir tasavvurun gerekli olduğunu düşünenlerdenim. O yüzden bu yazıda neden özgürlükçü sol bir ekolojik düşünceye ve politikaya ihtiyacımız olduğunu genel hatlarıyla anlatmaya çalışacağım. Özgürlükçü sol-ekolojik düşünceden kastım ekoloji ve sol düşüncenin kendi evrimsel süreçlerinde yarattıkları “en iyi” yanlarını birleştirmesidir. Ancak bu birleşmeyi değerleri basitçe yan yana koyarak ya da birbirine ekleyerek değil, birbirleri içine geçirip yeni bir içerikte ve zenginlikte  yeniden kurarak yapabilmeliyiz. Yani basit bir,  bir-arada-lıktan değil, birlikte, iç içe yaratılacak bir yeniden yaratımdan bahsediyorum.

Tam da bu noktada yekpare ve homojen bir ekoloji ya da sol düşün sisteminden bahsedemeyeceğimizi hatırlamamız gerekiyor bence. O zaman hangi sol ve hangi ekolojik düşünceden bahsedeceğiz? Genel olarak sosyalist ve anarşist (toplumsal anarşist) soldan bahsettiğimizde, bu düşüncelerin bir toplumsal zeminden daha doğrusu bir toplumsallaşma zemininden beslendiğini, aynı zamanda bu zemini dert edindiklerini söylemek pek yanlış olmaz. Sorunların toplumsal bağlamda ele alınması gerektiği yönündeki inanışın, sol düşüncenin ortak noktası olarak kabul edilmesi, sol düşünceyi zorunlu olarak özgürlükçü kılmaya yetmeyebiliyor şüphesiz. Ötekine yaşam hakkı tanımayan, farklılıkları zenginlik olarak değil bir tehdit olarak algılayan, yaşamı iktisadi yasalara tabi kılan, iktidarı sorgulamayan insan merkezci, eril, otoriter olup kendini “sol” olarak ifade eden pek çok düşünce ve hareketten bahsetmek mümkün bugün. O yüzden biz burada, sosyal adaletsizliği, ekonomik eşitsizlikleri, sömürüyü, her türlü hiyerarşi ve tahakküm biçimini sorgulayan, bunların nedenlerini daha çok toplumsal bağlam içinde anlamaya çalışan ve çözümü de doğal olarak toplumsal ilişkilerdeki değişimlerle ilişkilendiren, ancak insan-merkezci olmayan, insanların birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla kurduğu / kuracağı her türlü ilişkiyi dert edinen bir düşünceden bahsediyoruz, “sol” derken.  

Benzer şekilde tek bir “ekoloji” düşüncesinden bahsedemeyeceğimiz de açık. Faşist ekolojiden, eko sosyalizme, derin ekolojiden toplumsal ekolojiye –tabii ki bunların değişik oranlarda karışımı ile oluşturulmuş- birbirlerinden sadece farklı olmakla kalmayıp taban tabana zıt saikler temelinde gelişmiş pek çok politik ekolojik düşünceden söz etmek mümkün bugün.  Gerek insanın doğadaki yeri ve rolü üzerinden gerekse insan topluluklarının birbirleriyle ilişkisi üzerinden ele alındığında herkes tarafından mutabık kalınan tek bir ekolojik tasavvurun olmadığını görebiliriz. Haliyle bu minvalde 1980’lerin meşhur sloganı “ne sağ ne sol öncü bir ekoloji” den bahsetmek de bir o kadar tartışmalı hal alıyor. Bu noktada ekolojinin toplumsal-politik değerlerimizle doğrudan ilişkili olduğunu, ekolojik problemlerimizin toplumsal bağlamdan bağımsız tartışılmasının sorunların özünü kavramada ve bu sorunlara çözüm üretme konusunda yetersiz kalacağını düşünüyorum.

Bence “ekoloji” nin kendisi “tek başına” Peter Staudenmaier’in belirttiği gibi “ölümcül derecede kararsız” bir yapıya sahiptir. (4) Politik ekolojinin nasıl şekilleneceği ise ekolojiye, doğaya, insanın doğadaki yeri ve rolüne, uygarlığa, akla yükleyeceğiniz anlamlarla ve bu kavramların hangi “bağlamda” ele alındığıyla doğrudan bağlantılıdır.  Bu noktada kanımca “insanın ve toplumun doğadaki yeri nedir? insan ve toplum evrimsel süreçte nasıl bir rol oynamıştır? İnsanın evrimsel süreçteki rolü ne olmalıdır?” gibi sorular hayati sorulardır. Bu konu ve sorular akademik ilginin çok ötesinde doğrudan yaşama ve geleceğe dair sorular olarak algılanmalıdır diye düşünüyorum.  O yüzden bu üç hayati soru üzerinden neden özgürlükçü bir sol-ekolojik düşünceye ihtiyacımız olduğunu açıklamaya çalışacağım.

 

II

İnsan-toplum-doğa ilişkisi açısından yaklaştığımızda temelde üç farklı yaklaşımdan bahsetmek mümkün. (Bu üç yaklaşımın değişik oranlarda karışımı ile oluşturulmaya çalışılan diğer yaklaşımları burada ele almayacağım.) Birincisi doğayı insanlar için kaynak deposu olarak algılayan ve doğadaki tüm canlıların insanın refahı ve bekası için var olduğunu kabul eden insan-merkezci yaklaşım. İster teolojik ister seküler olsun bu yaklaşım, temel olarak doğaya hükmetme düşüncesini sorgulamak bir yana bunun gerekli olduğunu düşünür. 21. yüzyılın şafağında temelde bu düşünceden doğan yaklaşımların doğal evrimi tersine çevirdiğini,  insansız doğadaki yaşamın yanı sıra insan yaşamını da yok edecek bir noktaya getirdiğini söylemek lazım. Kapitalizmin ve sosyalist düşüncenin beslendiği ana damarlarından birinin insan-merkezci düşünce olduğunu ifade etmek önemli. İnsan-merkezci yaklaşım ile doğaya uyumlu bir yaşamın yaratılamayacağını aksine bu yaklaşımın doğası gereği doğal evrimi tersine çevirdiğini görüyoruz.

Öte yandan insanı doğal evrim sürecinde oluşmuş bir tümör olarak algılayan, insansız doğayı, el değmemiş, vahşi doğa olarak resmeden ve bu resmi yücelten doğa merkezci bir yaklaşımdan bahsetmek mümkün. Temelde derin ekolojik düşünceden beslenen bu yaklaşıma göre, doğadaki canlı cansız her şey evrimsel süreçteki farklılıkları görmezden gelinerek “eş değer” kabul edilir. (5) “İnsan-merkezci” yaklaşımın simetrisi olarak kendini “doğa-merkezli” bir düşünüş olarak tanımlayan derin ekoloji temelde doğa ile mistik bir “birlik” olarak bütünleşme yolunu Budizm’de, Taoizm’de ve özellikle diğer doğu dini düşüncelerde bulur. (6) İnsanın doğadan ötekileşmesini “ilk günah” olarak görüp buna lanet etmekle kalmaz, ekolojik problemlerin sorumlusu olarak insanı ya da insanlığı gösterir. Günümüz sömürücü toplumunda tüm insanlar “aynı derecede” bu krizden “sorumlu” tutulur ve suçlanırlar. Bu düşünüşün en vahim yanı ekolojik sorunların toplumsal ilişkilerle bağını koparmasıdır. Ekolojik sorunların bir tür olarak “insanlar”dan kaynaklandığını ileri sürdüğümüzde bu sorunların toplumsal ilişkilerden kaynaklandığı gerçeğini devre dışı bırakmış oluruz. Böylece insanlar kategorisi içinde sınıf farklılıkları, cinsiyet ayrımı, baskı altındaki azınlıklar, egemen kesimler, üçüncü dünyanın açlıktan kırılan çocukları ve çok uluslu şirketler ve birinci dünyanın baronları hepsi aynı sepete konur. Ve ekolojik krizin müsebbibi olarak insanlık adı altında homojenleştirilmeye çalışılır. Böylelikle toplumsal nedenler göz ardı edilir ve bir  tür olarak insan ya da insanlık şeytan olarak hedef gösterilir.

Son olarak da insanı doğal evrimin içine gömen, ancak aynı zamanda “yaratıcı ve özgürleştirici” potansiyellerini göz ardı etmeyen, insanla doğanın birbirlerini kısıtlayarak değil uyum içinde birbirlerini zenginleştirerek çoğalabileceğine inanan, insanı doğa’nın vicdanı olarak kabul eden toplumsal ekolojik düşünceden bahsedebiliriz. Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu sömürmesinden kaynaklandığını kabul eder. Bu yüzden her türlü tahakküm ilişkisinin yok edilmesiyle insanın doğa üzerindeki bu yıkıcı tahakkümünün de sona ereceğini savunur. (7)

Toplumsal ekolojiyi sonraya bırakıp Dilaver Demirağ’ın yazısında büyük oranda temel aldığı eko-merkezci düşünceye yakından bakmaya çalışalım. Ekolojik sorunların kaynağını toplumsal bağlamdan ziyade tür olarak “insan”ın genetik yapısına bağlayan bu düşüncenin tam da bu noktada insanlık karşıtı karanlık yüzüyle karşılaşırız. İnsanı basit bir tür olarak gören bu düşünüşe göre insan da diğer hayvanlar ya da bitkiler gibi doğanın vahşi yasalarına tabidir. Örneğin kıtlık söz konusu olduğunda bu durum “nüfus fazlası” nı karşılayamayacak düzeydeki “yiyecek azlığı” na bağlanıp, basit bir biyolojik mesele olarak ele alınır. Böylelikle kıtlık sorunu basit bir zoolojik görüngü olarak algılanır. Kıtlığın toplumsal ve politik nedenlerinden ise hiç bahsedilmez. Böylece biyomerkezci düşünce temelinde tıpkı doğadaki fareler ya da tavşanlar gibi insanlar da vahşi ve karşı konulmaz “doğa yasalarına” tabi kılınır.

İnsanın doğal evrim tarafından kendisine bahşedilen tasarım ve planlı çalışmaya olanak tanıyan gelişkin sinir sistemi sayesinde çevresini ve kendisini değiştirme ve dönüştürme kapasitesi, bir arada yaşayarak yarattığı toplumsallaşma pratikleri insanın tür olarak biyolojik varlığı karşısında ihmal edilip, çoğu kez küçümsenir. Bu düşüncenin en büyük çıkmazı insanı doğadan ayrı olarak hatta hemen daima doğanın karşısında konumlandırmasıdır. Bir yandan insanı doğal evrimin bir ürünü olarak kabul edip, bu evrim sürecinde edinmiş olduğu potansiyelleri kullanmasına karşı çıkılması anlaşılması güç bir yaklaşımdır.

Öte yandan bu yaklaşımın savunucuları, Dilaver Demirağ’ ın yazısında bolca görebileceğimiz gibi, insancılık ve insan merkezcilik ile insanlığı ya da insanı aynı ve eş kabul etme eğilimindedirler. İnsanın doğaya yaptığı, yapacağı her türlü müdahaleyi daha baştan lanetleyip doğal evrime uygun, etik bir müdahalenin mümkün olmadığını düşünürler. O yüzden insanın yapması gereken “sadece” doğaya uyum sağlamasıdır. Bunun dışında hiçbir şekilde insan-oğlu/kızı  doğaya müdahale etmemelidir. Oysa bu yaklaşımın ne kadar “ekolojik” olduğu ciddi bir tartışma konusudur. Zira insandan doğal evrim sonucu edindiği potansiyellerini kullanmasını istememek bir bal arısından çiçeğin özünü emmesini istememeğe benzer. Oysa önemli olan insan-oğlu/kızının doğaya müdahale etmemesi değil “nasıl”, hangi etik değerler ışığında müdahale edeceğidir.

Aslında insanın doğaya yapacağı her türlü müdahalenin bizatihi kendi doğasına da etki edeceği gerçeğini görmezden gelen bu yaklaşımın bence önemli bir çıkmazı daha var. Bu açmaz, insanın evrimsel süreçle gelişen ve toplumsallaşma pratikleriyle biçimlenen kendisini ve çevresini değiştirebilme yetisini, mistifiye edilen vahşi doğa imgesi içinde eritme eğilimidir. Bu yaklaşım insanlığın daha iyi bir yaşam ve biyosfer için elde ettiği bütün kazanımları külliyen yok sayma eğiliminde olup, insanların daha iyi bir geleceği tahayyül edebilme ve bunu gerçekleştirebilme potansiyelini görmezden gelir. Kısacası insanların yok etme gücünü mutlaklaştırdığımızda yaratma ve iyiye doğru değiştirebilme gücünü ve potansiyelini yok sayarız.

Bu yaklaşımın anti-demokratik eğilimi besleyebilecek niteliği üzerine düşünmenin önemli olduğu kanısındayım. Tekrara düşme pahasına şunu vurgulamam gerekiyor ki, bu düşünce insan-merkezcilik düşüncesini eleştirirken (bu eleştiriye tamamıyla katılıyorum) insanlık karşıtlığına savruluyor. Daha vahimi ve ürkütücü olanı ise kutsal doğa yasalarının hükümdârlığında bir insanlık tahayyül etmesi. Böylesi bir sosyobiyolojik tasavvurun dünya tarihindeki faşizmin ve faşizan düşüncelerin üzerinde yeşerdiği en “verimli” vasat olduğunu nasıl unutabiliriz?

Üstelik her çağda değişebilen adeta topluma tutulan bir tür “ayna” gibidir doğa algısı. (8) Çoğu kez toplumsal ilişkilerimizin doğaya yansıtılması ile oluşturulan doğa algısı, toplumsal düzenin en önemli ve kadim “meşrulaştırıcısı”dır. Bu yüzden doğa algısı her zaman için genelde topluma ve özellikle yöneten seçkinlere var olan düzen için bir haklılık şemsiyesi sağlamıştır. Bir tür meşruiyet kaynağıdır doğa. Doğal olan, doğada var olan işleyiş ya da kurallar adeta sorgusuz sualsiz hayatımıza hükmetme eğilimindedir. Hemen daima ise toplumsal ilişkilerimizden kaynaklanan bir temeli vardır bu doğa algısının. Tıpkı Ortaçağ Avrupasında yaşamış inançlı bir Hıristiyan olan Aziz Thomas Aquinas’ın geliştirdiği doğa fikrinin, dönemin feodal toplum yapısıyla benzerliği gibi Darwin’in evrim teorisinin bel kemiği olan “doğal seleksiyon” fikrine dayalı güçlü olanın hayatta kalması fikri de, kapitalizmin dayattığı yaşam pratiğiyle ciddi oranda benzeşmektedir. Dahası her iki doğa algısının içinden doğdukları dönemi meşrulaştırdıklarını söylemek abartı olmayacaktır.(Darwin’in bizatihi kendisi bu şekilde düşünmese bile takipçilerinin bu yönde düşündüklerini söyleyebiliriz.) Örneğin Robert Hoyt’a göre Aziz Thomas Aquinas için,  “Evreni yaratan temel fikir, içinde bütün yaratıklara özel bir konum ve sıranın tahsis edildiği feodal hiyerarşi içinde, feodal statü kavramıyla aynı türden, her üyenin görevleri ve onlara eşlik eden haklarıyla özel bir sıraya sahip olduğu bir hiyerarşidir.” (9) Öte yandan sosyal Darwinizm üzerine çalışmalar yapan tarihçi  Gertrude Himmelfarb’a göre Darwin’in doğa nitelemesi sanayi çağı politikacılarına tartışılmaz derecede hizmet etmiştir.  “Darwinizm rekabeti, gücü ve şiddeti”, der Himmelfarb, “teamül, ahlak ve dinin üzerine yükseltti. Böylece de, milliyetçilik, emperyalizm, militarizm ve diktatörlük gardırobu  kahraman, süpermen ve efendi ırk’ın mezhebi olmaya başladı.” (10)

Çünkü biliyoruz ki “doğal olan” kutsaldır. Onu sorgulamak ya da değiştirmek yasaktır, günahtır. Toplumsal çelişkilerin ve çatışmaların, sosyal adaletsizliğin ve her türlü tahakküm ilişkisinin ve hiyerarşinin kısacası insanlar olarak birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin “doğa yasası”na uygun olduğunu varsaydığımızda bu ilişkileri sorgulama ve değiştirme şansımız giderek imkânsızlaşır. Böylece bu “doğallaştırma-kutsallaştırma” sonucu varolan düzenden nemalanan seçkinlerin ve çıkar gruplarının hakimiyeti pekişir.

Öte yandan vahşi doğayı, el değmemiş doğa olarak kutsallaştıran görüşün insanı ve insanlığı şeytanlaştırdığı gibi, kutsal olanın her daim bir şeytana ihtiyacı vardır. Bir yanda her şeyi bilen ve her şeye kadir bir doğa, öte yanda onun kutsal ve değişmez değerlerine sadık olması gereken insan. Şüphesiz ki, doğal dengenin bozulduğu dönemlerde doğanın adına ilahi değerlere vakıf bir lidere ya da  bir zümreye ihtiyaç olacaktır. Zira bu önemli mesele sıradan insanlara bırakılmayacak kadar kutsaldır; önemli vasıfları gerektirir. Demokrasi açısından yaklaştığımızda, böylesi bir doğa tapınması ile Führer’e tapınma arasındaki çizgi kolayca muğlaklaşır. Özleri itibarıyla yaradılıştan doğaya uyumlu olmayan insan imgesi onu hizaya sokacak, insanların ve toplumsal ilişkilerin ötesinde ve üzerinde bir gücü yani iktidarı gerektirir. Nazi döneminin “ekolojik” anlayışı takip edildiğinde bu etki tüm çıplaklığı ve ürkünçlüğüyle önümüze serilir. (11) Nazilerin doğaya ve insanın doğadaki yerine nasıl baktıklarına odaklandığımızda temel olarak “doğadaki cangılın” ve “doğa kanunu”nun toplumsal kuralların ve düzenin de belirleyicisi olması gerektiği fikrinin yattığını görebiliriz. Bu fikrin özünde ise güçlü olan ırkın ayakta kaldığı ve uygarlığın asıl taşıyıcısının da bu ırk olduğu düşüncesi yatar.

Benzer şekilde Dirk C. Fleck  “GO! Ekolojik Diktatörlük” (12) adlı romanında ekolojik felaketlerin geri dönüşümsüz safhaya doğru ilerlediğini düşünen bazı bilim adamlarının hükümetlerin ve büyük şirketlerin veri bankalarına ve bilişim sistemlerine karşı yapılan virüs saldırıları sonucu yıkılan modern uygarlıktan sonraki dünyayı anlatır. Devrim sonrası kurulan GO! Devletleri’nin “önce dünya, sonra insan” sloganıyla başlayan, “dünya insanlara ait değildir; o, kendine aittir. GO!” sloganıyla biten on temel yasası vardır. “Sıradan insanlara” basit ekolojik bağlantıları anlatmakla görevli Enformasyon Bakanlığı sözcüsü Xenia’nın mühendis Malin ile diyaloğu ilginçtir: “Gezegenimiz canlı bir varlıktır; yoksa başkaları için nasıl yaşam koşulları yaratabilirdi. Hayvanlar ve bitkiler dünyasını dilsiz dünyalar olarak aşağılamanız, size onları yok etme hakkını vermez. Onlar dilsiz değil, onların iletişimi sizinkinden çok daha incelikli o kadar… Sizin diliniz neye benziyor? Ruhun bir aracı mı? …duyarlı olan eski halk kültürlerinin şarkıları öyleydi... oysa siz yerküre ile birlikte değil, ona karşı yaşıyorsunuz; siz bir kanser türüsünüz… ölüler kanser değildir… Sizin ruh hastalığınız bize başka seçim hakkı tanımadı. Sizi çepeçevre kuşattık; ne seyahat etmenize izin veriyoruz, ne de binalar kurmanıza, size huzuru dayatıyoruz.” (13) Enformasyon Bakanı Heiland ise Ekoloji Kurulu toplantısında görevlerini şöyle ifade ediyor: “Ekoloji Diktatörlüğü bir tür ruhsal Mortgenhau planı. Savaşın, hayatta kalma savaşının ta kendisi sevgili meslektaşlarım!... Ekoloji Kurulu’nun tek bir yükümlülüğü vardır: ruhsal yenilenmeye giden yolun, bu yolda gidemeyecek kadar zayıf olanlar tarafından kapatılmamasını sağlamak. Bu nedenle, en çok gereksinim duyduğumuz, güvenilir bir ordu ve geçmişin kabuslarının yeniden yaşanamaması için nöbet tutacak güçlü ekiplerdir.” (14)

Ekoloji Diktatörlüğü’nün mümkün olmadığı ileri sürülebilir. Ancak insanı yaradılış olarak doğanın karşısında konumlandırıp, ekolojik problemlerin toplumsal nedenlerini tutarlı olarak analiz etmedikçe kuracağımız “ekolojik” düzenin zorunlu olarak demokratik olacağının hiçbir garantisi yoktur.

Doğadan özgürleşmek mi? doğayla özgürleşmek mi?…

İnsan ile doğayı birbirlerine dışsal ve birbirinin karşısında konumlandırdığımızda ya insan merkezci bir yaklaşım ile doğayı sömürmenin yolunu açarız ya da tam karşıtı, doğa merkezli bir yaklaşım ile insanın toplumsal boyutunu es geçip onu sadece basit bir biyolojik varlık olarak değerlendiririz. İnsan-merkezci yaklaşım, insanı adeta tanrılaştırırken doğayı daima mücadele edilmesi ve zapturapt altına alınması gereken dışsal nesneler yığını olarak görür. İkincisinin en büyük tehlikesi ise insanın doğa dışında tanımlanması adeta şeytanlaştırılmasıdır. Böylece bir düşman imgesi olarak insan ve insanlık, kutsal doğa ananın karşısına dikiliverir. Onu yok etmek ya da  en azından potansiyellerini gerçekleştirmesini kısıtlamak için yapılacak her türlü anti demokratik müdahale vahşi doğanın yararına olduğu gerekçesiyle meşru kılınabilir. İnsan karşıtı özelliği ile derin ekolojik düşünce böylece anti demokratik müdahaleleri besleyebilecek bir konuma kolayca kayabilir. Zira doğanın nasıl algılandığı, doğa kanunlarının neler olduğu özellikle doğal yaşama uyumun zorunlu olduğu durumlarda hayatidir. Oysa ekolojinin biyosferdeki tüm varlıkların birbiriyle ilişkisi açısından kapsayıcılığı dikkate alındığında doğal evrimin ürünü olan insan’ı dışarıda bırakan hiçbir yaklaşımın tam anlamıyla ekolojik olduğu iddia edilemez.

Halbuki insanın da doğanın bir parçası olduğunu düşündüğümüzde insan ile doğanın bir birinden tamamen koparmanın mümkün olmadığını, insana yapılacak her müdahalenin bizatihi doğaya yapılacak olduğu gerçeğini fark edebiliriz. Böylelikle özgürlüğü ve kurtuluşu insanın doğadan özgürleşmesinde değil, doğayla özgürleşmesinde aramanın zeminini yaratabiliriz. Bu noktadan hareketle insanın potansiyellerine ket vurmadan doğayı da özgürleştirebilecek yollar ve yöntemler bulma şansımızı yeniden inşa edebiliriz. Aksi takdirde insanın gelişimi ile doğanın gelişimini bir birinin hilafına var ederiz ki; bu durum nihayetinde ya insanlığın ya da doğanın yok edilmesiyle sonuçlanır.

Sonuç yerine

Küresel iklim değişikliğinin giderek şiddetini arttırdığı bir çağda yaşıyoruz. Önümüzdeki on yıllarda ekolojik problemlerin nedenlerinin ve çözüm önerilerinin sıkça tartışılacağı açık. Öyleyse şimdiden sormak zorundayız: Ekolojik bunalımın ve çevre sorunlarının kaynağını “toplumsal” bağlamdaki sorunlarla mı tartışacağız yoksa bu sorunları mistik  bağlamda ele alıp, ciddi, tutarlı toplumsal analizlerin dışına “tepkisel” siyasete ve düşüncelere mi gark edeceğiz?

Ekolojik politika meselelerini ırk, etnisite, mistisizm, biyo bölgecilik, biyo merkezcilik ya da sosyobiyolojik bağlamda mı ele alacağız; yoksa kapitalizmi, sınıfsal-ekonomik sömürü ve sosyal adaletsizlik ve ataerkil zihniyet dünyasını da kapsayan hiyerarşik yapılanmaları, başta insanların birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla kurduğu her türlü tahakküm ilişkisini mi temel dayanak noktamız yapacağız? Nasıl bir dünyada ve toplumda yaşamak istiyoruz?

Şu anda yakıtını insan-merkezci yaklaşımdan alan kapitalizmin büyümek ya da ölmek arasında salınan doğası gereği gerek insan doğasını gerekse insansız doğayı nasıl tükettiğini görüyoruz. Doğaya hükmetme düşüncesini genetik ozalitlerimize kadar genişleten kapitalizmin toplumsal ve ekolojik problemleri çözemeyeceği açık. (15) Öte yandan insanın yaratıcı potansiyelini inkar eden, vahşi doğayı merkez alan, insanlık karşıtı bir ekolojik düşüncenin de “doğaya hükmetme düşüncesinin” toplumsal nedenlerini sorgulamadığı için gerçek anlamda ekolojik ve özgürlükçü  olamayacağını düşünüyorum. Zira doğaya hükmetme düşüncesini ortadan kaldırmak istiyorsak gerek birbirimizle gerekse doğayla kurduğumuz her türlü tahakküm ilişkisini radikal olarak sorgulamalıyız.

İnsanların birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla kurduğu her türlü tahakküm ilişkisinin ve sömürünün yok edildiği; sosyal adaleti, eşitliği/eşdeğerliliği, özgürlüğü tesis edebilecek; insanların kendi yaşamlarında doğrudan söz sahibi olabilecekleri;  gerek insanın gerekse doğanın geri kalanının evrimsel potansiyelini geliştirebilecek olanakların ve ortamların desteklendiği ve beslendiği bir ilişki tarzını/ yaşamı kuran ve destekleyen bir dünyada / toplumda yaşamak istemeyen var mıdır içimizde? Kendi adıma benim hayal ettiğim dünya böylesi bir dünya.

Bu dünya özleminin ne kadar “ekolojik” ne kadar “sol” olduğunu tartışabiliriz. Ancak, böylesi bir dünya görüşünde, cinsi, etnik ya da dini fanatizmin ve ayrımcılığın yeri olmadığı bence açık. Ne de kâr hırsıyla var olan ve büyüyen kapitalizmin yeri var. Ayrıca, özgürlükçü ekolojik düşüncenin toplumu iktisadi olarak ele alıp açıklayan, toplumların ya da kültürlerin gelişiminin doğal yasalar gibi “iktisadi yasalara” tabi olduğu inancından beslenen ve toplumları buna göre mertebelendiren Marksist ya da liberal tüm “iktisadi ideolojileri” reddetmesi ve sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. (16)

Yanı sıra her türlü tahakküm ilişkisine ve ekonomik ya da ekonomi-dışı her türlü sömürüye de karşı olması gerektiğini düşündüğüm için, böylesi bir sol-ekolojik düşüncenin anti otoriter, ademi merkeziyetçi, anti hiyerarşik, anti militarist ve özgürlükçü olması gerektiğini de…

------------------------------

***Bu yazı Birikim dergisi (sayı 216, 2007) de yayımlanmıştır.

KAYNAKLAR:

  1. http://www.ipcc.ch/
  2. Dilaver Demirağ, “İnsandan öte hayat var mı? Ekoloji ve hümanizma”, Birikim, sayı 211, Kasım 2006, s. 71-81.
  3. Armağan Öztürk, “Doğa olanın nesneleştirilmesine karşı çıkanlara karşı”, Birikim, sayı 201, Ocak 2006, s. 58-63.
  4. Peter Staudenmaier, “Faşist Ekoloji: Nazi Partisi’nin “yeşil kanadı” ve “faşist ekolojinin tarihsel kökenleri”, İskenderiye Yazıları, sayı 24, Ocak-Şubat 2000, s.17-27
  5. Daha fazla bilgi için bkz. Derin Ekoloji, çev: Günseli Tamkoç, Ege Yayıncılık, 1994
  6. Stephan Elkıns, “Mistik ekolojik politika”, Birikim,  sayı 57-58, Ocak-Şubat 1994
  7. Toplumsal Ekoloji hakkında daha detaylı bilgi için Murray Bookchin’in kitaplarına başvurulabilir, örneğin Özgürlüğün Ekolojisi, çev: Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 1994; Toplumu Yeniden Kurmak, çev: Kaya Şahin, Metis Yayınları, 1999; Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, çev: Rahmi G. Öğdül, Kabalcı Yayınevi, 1996, vd.
  8. ‘Ayna’ benzetmesini Jeremy Rifkin’e borçluyum. Bkz. Biyoteknoloji Yüzyılı, çev: Celal Kapkın, Evrim Yayınları, 1998, s. 222-252 
  9. Robert Hoyt’dan aktaran, Jeremy Rifkin, age, s. 226
  10. Gertrude Himmelfarb’dan aktaran Jeremy Rifkin, age, s. 232
  11. Peter Staudenmaier, age
  12. Dirk C. Fleck, GO! Ekolojik Diktatörlük, çev: Zehra Aksu, Ayraç Yayınları, 1998.
  13. Dirk C. Fleck, age, s. 53
  14. Dirk C. Fleck, age, s. 61
  15. Küresel ısınma özelinde, Kapitalizmin ekolojik sorunlara neden çözüm bulamayacağı konusunda daha detaylı açıklama için bkz. Reha Alpay, “Küresel ısınma ve ekolojik felaketler”, Özgür Üniversite Forumu, sayı 31, 2006, s. 5-14
  16. İktisat ideolojisine ekolojik eleştirel bir bakış için bkz. Şadi İdem, “Marksizm, ekonomik indirgemecilik ve iktisat ideolojisine ekolojik eleştirel bir bakış”, Toplumsal Ekoloji, sayı 5, Kış 2007, s. 66-72