Bir yandan Katrina, Rita, Wilma, Alfa derken şimdi de Beta kasırgası, diğer yandan Latin Amerika ve Uzakdoğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde görülen seller … Tüm bu “doğa felaketlerini” nasıl değerlendirmeliyiz? İlahi adaletin tecelli etmesi olarak mı? Yoksa Doğa Ana’nın intikamı olarak mı? Dahası bu olan biteni sadece sıradan “doğa” olayı olarak değerlendirmek yeterli mi?
Belki, Katrina ve Rita gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde olan ve ciddi yıkıma neden olan kasırgaları görünce, bazılarımız “oh iyi oldu. Allah’ın sopası yok ki…bu ilahi adalet olmalı…” gibi “gönül rahatlatıcı” düşünceleri bu mübarek Ramazan günlerinde içimizden geçirmişizdir.
Kimin nasıl zarar gördüğünü hesaba katmayışımız, gerçekten dünyaya kimin zülmettiğini de algılayamamanın hafifliğiyle birleşince böyle tepkisel hassasiyetlerimiz kabarıveriyor. Bu tepkisel davranışlarımız, maalesef asıl meselenin üzerini kâh milliyetçilik, kâh anti-Amerikancılık kâh din düşmanlığıyla örülü yaldızlı peçeler ile saklayıp, algılanmasını imkansızlaştırıyor.
Oysa yaşadıklarımız ve muhtemeldir ki bundan sonra yaşayacaklarımız da basit bir “çevre” meselesiyle karşı karşıya olmadığımıza işaret ediyor. Kasırgaların rekor üzerine rekor kırması ekolojik bir olay olarak değerlendirilebilir belki. Ancak bu rekorların nedenleri ve sonuçları üzerine düşündüğümüzde olayın sadece ekolojik değil “sosyo-ekolojik” boyutu su yüzüne çıkıverir.
Zira gerek kasırgaların son yıllarda sayısındaki ve şiddetindeki artışlar gerek buzulların erimesi, göllerin ve Amazon gibi büyük nehirlerin kollarının kuruması, kuraklığın hüküm sürdüğü topraklardaki artış; hayvanı, bitkisi ve toplumları ile bir çok ekosistemin yaşamını bütün olarak etkiliyor. Biliminsanları tüm bu olup bitenlerin ana sebebi olarak ise ilkim değişikliğini gösteriyorlar.
İklim değişikliğinin ana nedeni ise “insan kaynaklı” faaliyetler sonucu atmosferde giderek artan CO2 emisyonları ve diğer sera etkisi yaratan gazlardaki orantısız artış. Burada “insan kaynaklı” derken sadece “kişileri” kastetmediğimizin altını çizmeliyiz. Birbirimizle ve doğanın geri kalanıyla kurduğumuz ilişkilere vurgu yapıldığını belirtmeliyiz. Zira söz konusu olan doğayla kuruduğumuz ilişki kadar toplumsal ilişkilerimizdir de. Piyasa toplumu, kapitalizm, tüketim toplumu, imparatorluk adına ne dersek diyelim, içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler elbette doğaya bakışımızı da derinden etkiliyor. Bu bağlamda ele aldığımızda kanımca, iklim değişikliğini gerek nedenleri gerek sonuçları ve gerekse çözümleri itibariyle sosyo-ekolojik bir olgu olarak değerlendirmek daha doğru olur.
İklim bilimcilere göre sanayileşmeyle birlikte, özellikle petro kimya ürünlerinin yani fosil yakıtların kullanımındaki artış, otomobil merkezli yaşam biçimimiz ve tüketim toplumu alışkanlıklarımız küresel ısınmadan sorumlu tutulabilecek faktörlerdir. Doğayı insan ihtiyaçlarını karşılamak için kaynak deposu olarak algılayan tüm düşünce sistemleri ve tabi ki kapitalizm de doğaya hükmetme düşüncesini yaşamın olmazsa olmazı olarak ruhumuza işliyor.
Öte yandan iklim değişikliklerinin neden olduğu seller ve kasırgalar sonucu çoğunluğu yoksul olan toplumsal yaşamdan dışlanmış insanların ve sınıfların ya da sınıf-altı katmanların daha fazla etkilendiklerini görüyoruz. Katrina kasırgası sonrası yaşananları bir düşünelim. Yanı sıra buzulların erimesi sonucu doğal yaşam alanları ellerinin altından kayıp giden İnuitleri yani Eskimoları ele alalım. Rusya, Kanada, Grönland ve Alaska’ya yayılmış 155.000 İnuit için iklim değişikliğinin sonuçları çok daha acil olarak kendini hissettiriyor. İnuit Kutup Dairesi Konferansı (Inuit Circumpolar Conference (ICC)) sözcüsü Sheila Watt-Cloutier, bir röportajda meselenin sadece bir çevre sorunu olmayıp “aynı zamanda bir sağlık ve hayatta kalma sorunu” olduğunu belirtiyor. Zamanla deniz buzuna bağımlı deniz canlısı türlerinin bazılarının neslinin, bazılarının sayılarının azalacağını ve İnuitlerin yaşam kültürlerinin yanı sıra yaşam alanlarının da yok olacağını dile getiriyor.(bkz. www.acikradyo.com).
Bundan dolayı artık iklim değişikliği, sadece bir çevre meselesi olarak değil aynı zamanda dar anlamıyla bir insan hakları meselesi, daha geniş olarak ise dünya üzerindeki karmaşık yaşam biçimlerinin (insan da buna dahil) var olma meselesi olarak ele almaya başlanmaktadır. O yüzden bugün bize düşen zorlu olduğu kadar acil görev, bir birimizle ve doğanın geri kalanıyla kuruduğumuz her türlü tahakküm ilişkisini sorgulamak ve doğayla uyum içinde yaşayabileceğimiz yeni ilişkiler ve kurumsal yapılar oluşturabilmektir.