Geçen yıl ABD’de yaşanan Katrina felaketi ve Karaip denizinden gelen diğer fırtınalar küresel ısınmanın ne denli acil bir sorun haline geldigini gösterdi. Artık tüm bilim insanları doğal afetlerdeki artışın küresel ısınmadan ve özellikle deniz sularının ısınmasından kaynakladığını kabul ediyor.
Radikal olmayan ana akım çevreci örgütler dahi küresel ısınmaya karşı acil önlemler alınması için sürekli olarak çağrı yapıyorlar. Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Vakfı, gezegenin üretebildiğinden yaklaşık yüzde 20 daha fazla doğal kaynağın tüketildiği uyarısında bulunuyor. Vakfın yayınladığı “Yaşayan Gezegen 2004 Raporu”nda bunun sonucu olarak 1970-2000 yılları arasında denizde ve karada yaşayan canlı türlerinin nüfusunun yüzde 30, tatlı suda yaşayanların nüfusunun ise yüzde 50 oranında azaldığı bildiriliyor.[1]
20. yüzyılın sonlarından bu yana hava koşullarından kaynaklanan ekolojik felaketler görülmemiş bir artış gösterdi. Hortumlar, tayfunlar ve diger fırtınalar hem sayıca hem şiddet itibariyle artıyor. Bu felaketlerden milyonlarca insan etkileniyor. Binlerce insan yaşamını kaybederken, diğerleri evlerinden, hayvanlarından oluyor. Sel baskınları ve toprak kaymaları da farklı değil. 2003'te Avrupa'da ortaya çıkan aşırı sıcak dalgası sırasında kaç bin kişinin öldüğü henüz tam olarak saptanamadı. Tahminler 14 bin ile 32 bin arasında.
Daha kötüsü tüm bu felaketler henüz deniz seviyesinde beklenen ciddi yükselme ortaya çıkmadan gerçekleşti. Küresel ısınma sonucunda kutupları ve çevresini kaplayan buzlar eriyor. Bilim insanları bu erimenin önceki tahminlerden on kat daha hızlı gerçeklestiğini ve daha da hızlanabileceğini saptadı. Bu, deniz suyu seviyesinde beklenen yükselişin çok daha önce gerçekleşebileceği anlamına geliyor. Bu yükselmenin sonuçlarına ilişkin bir çok teori var ve hiç biri diğerlerinden daha iyimser degil.
İstatiskilerle Ekolojik Felaketler
Dünya Bankasının açıkladığı bir rapor bu konudaki eğilimleri somut olarak ortaya koyuyor[2]. Bu rapora göre hava koşullarından kaynaklanan afetlerin yol açtığı doğrudan maddi zararlar 1950’lerde yılda 3.9 milyar dolarken, 1990’larda 63 milyar dolara çıkmış. Kabaca her on yılda bir katlanmış diyebiliriz ve buna göre 2030’larda yılda bir trilyon dolara ulaşacak gibi görünüyor. Bu zarara depremler gibi diğer doğal afetlerin yol açtığı zararlar ve üretim kaybı gibi dolaylı zararlar dahil değil.
Tüm doğal afetlerden etkilenen insan sayısı ise on yıllık süre içinde üçe katlanarak 2 milyara çıkmış. Bunun bir bölümü iklimsel değişikliklerle ilgisi olmayan depremlerden etkilenenler. Ancak büyük bir ağırlık küresel ısınma sonucu yaşanan ekolojik felaketlerin sonucu. Bu insanların evleri fırtınalar ve su baskınları sonucu tümüyle yıkıldı ya da hasar gördü. Bunlar hayvanlarını ya da tarımsal ürünlerini kaybettiler; günlerce yiyecek ve su sıkıntısı çektiler; yayılan salgın hastalıklardan etkilendiler.
Dünyanın ikinci büyük reassürans (sigorta şirketlerini sigortalayan) şirketi Swiss Re, 2005’te yaşanan Katrina’nın yol açtığı hasarı 135 milyar dolar olarak saptamış. Diğer fırtınalarla birlikte yıllık toplam 175 milyarı buluyor. Bu rakamlar benzer düzeyde hasarın yinelenmesi durumunda ortaya çıkan zararların beklendiğinden daha hızlı artabileceğini gösteriyor. Sigorta şirketlerini ilgilendirmeyen tarımsal üretim kayıpları ve bulaşıcı hastalıkların yol açtığı zararlar ise bu rakamlara dahil değil.
Bu arada kimi su baskınlarının küresel ısınmanın sonucu olmadığını ancak yaygın ormansızlaştırmanın sonucu olduğunu ve bunun aynı zamanda küresel ısınmaya da katkıda bulunduğunu belirtmekte yarar var. Sözgelimi Bangladeş’te her yıl ortaya çıkan düzenli sel baskınları Himalayaların eteklerindeki ormanların kesilerek yok edilmesinin bir sonucu. Daha önce yoğun yağışlar sel baskınlarına yol açmıyordu, çünkü bu ormanlar yağmur suyunu tutuyor ve regülatör işlevi görüyorlardı. Oysa 2004’te muson yağmurları ülkenin yüzde 60’ını sular altında bıraktı.
Okyanuslardaki Su Seviyesi Yükselince
Bilim insanları küresel ısınma sonucunda kutuplardaki ve çevresindeki buz tabakasının erimesiyle yüzyılın sonuna kadar okyanuslardaki su seviyesinde bir metreye kadar bir yükselme bekliyorlar. Bu yükselme bir çok ülkede yaşamsal değişimlere yol açacak. ABD’nin Florida eyaletinin ve Hollanda gibi kimi ülkelerin önemli bir bölümü su altında kalacak. Belki daha önemlisi Bangladeş, Çin ve Hindistan gibi Asya ülkelerindeki pirinç tarlalarının önemli bir bölümü deniz seviyesinin altında kalacak. Dünya Bankasının yayınladığı bir rapora göre deniz seviyesindeki bir metrelik bir yükselme Bangladeş’te pirinç üretiminin yarısının kaybedilmesi demek.
Bunlardan daha yaşamsal olan ise buz tabakasının erimesi sonucu kutuplardan gelen soğuk suların okyanuslardaki su akımlarında yaratacağı değişim. Sözgelimi bugün İngiltere, Kanada ile aynı enlemde olduğu halde daha ılıman bir iklime sahipse bunu Atlas okyanusundaki sıcak su akımına borçlu. Eriyen buzlar bu ve benzeri akımları ortadan kaldırırsa İngiltere’nin yılın büyük bir bölümünde kar altında kalması olasılığı hiç de düşük değil. Nitekim küresel ısınma sonucunda yazlar daha sıcak olurken, bir çok yerde kışların daha soğuk olduğu gözleniyor. Avrupa’da görülen ve yüksek düzeyde hasara yol açan kış fırtınaları da bunun bir başka göstergesi.
Küresel Isınma ve Ulaşım
Sanayileşmeyle birlikte insanlık fosil yakıtları çok yoğun olarak kullanmaya başladı. Başlangıçta bu daha çok kömürün buhar makinalarında, dökümhanelerde ve ısınma amaçlı kullanılmasıyla sınırlıydı. Günümüzde ise kömürün yanı sıra petrol ürünleri ve doğalgaz endüstriyel işlemlerde, elektrik üretiminde, ulaşım ve ısınma amaçlı kullanılıyor. Bu yakıtların yanması sırasında sera gazı dediğimiz karbondioksit ve diğer gazlar havaya salınıyor. Sera gazları atmosferi oluşturan gazlar arasındaki dengeyi değiştiriyor ve atmosferin güneşten gelen enerjiyi tutma kapasitesini etkiliyor. Sonuçta da güneş enerjisini daha fazla miktarda koruyan yeryüzü ısınmaya başlıyor.
Her ne kadar çöpler, hayvancılık ve tarım etkinlikleri gibi sera gazlarına yol açan bir dizi başka etken olsa da fosil yakıtların yakılması sera gazlarındaki artışta belirleyici rol oynuyor. Fosil yakıt tüketiminde de ulaşım, en hızlı artış gösteren sektör. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayan araba merkezli kentleşme bunun temel nedeni. Üretimin devasa fabrikalarda gerçekleşmesi önce hızlı bir kentleşmeye neden oldu. Ardından büyüyen kentlerde toplu taşım yerine özgürlük vaat eden otomobiller ve asfalt yollar desteklendi. Daha 1950’lerde ortaya çıkan aşırı hava kirliliği ve buna bağlı yığınsal ölümlere karşın hala otomobil merkezli kentleşmenin kaçınılmaz olduğu varsayılıyor. Oysa bugün dahi kentlerdeki hava kirliliğine en fazla katkı arabalardan geldiği gibi sera gazlarının artışından da ilk sırada arabalar sorumlu. Her geçen gün büyüyen kentlerde daha fazla insan her gün işe arabayla ve daha fazla mesafe kat ederek gidip geliyor.
Tabii ulaşım denince yalnız arabalar anlaşılmamalı. Günümüzün küreselleşen ekonomisinde nerede emek ucuzsa ya da doğal kaynaklar daha ucuzsa üretim oraya kayıyor. Sanayi devrimi öncesinde olduğu gibi tüketiciyle yüz yüze ilişki içinde olan üretici artık ortadan kalktı. Bunun sonucunda ekolojik açıdan bakıldığında gerçek üretim maliyetini aşan boyutta bir ulaşım maliyeti ortaya çıkıyor. Bu maliyet genelde göz ardı ediliyor. Çünkü okyanuslarda seyreden gemilerin ve kıtalararası uçakların yarattığı kirlilik ve saldığı sera gazları hiçbir zaman maliyet hesaplarına yansımıyor. Üçüncü Dünya ülkelerinde emeğin ucuz olması ise maliyet hesaplarında böylesi bir enerji israfını ekonomik açıdan haklı çıkartıyor.
Gökdelenler ve Alışveriş Merkezleri
Günümüzün metropolleşmiş devasa kentleri yalnız ulaşım açısından küresel ısınmanın temel kaynağı değil. Aynı zamanda gökdelenler ve alış veriş merkezleriyle de sera gazı üretimine çok önemli bir katkıda bulunuyorlar. Devasa gökdelenler yapıları itibariyle doğal havalandırma ve ışıklandırmaya olanak vermiyor. Zorunlu olarak bu binalar sürekli elektrikle aydınlatılıyor, havalandırılıyor, soğutuluyor ya da ısıtılıyor. Üstelik çevrelerindeki beton ve asfalt kütlesiyle birlikte kentlerde sıcaklığın bir iki derece fazla olmasına yol açıyorlar. Bu da yaz aylarında soğutma için daha fazla enerji ihtiyacı demek.
Geçmişteki pazarların ve çarşıların yerini almış olan devasa alışveriş merkezleri de gökdelenlerden farklı değil. Buralara çoğu insan arabayla gitmek zorunda kalıyor. Güneş ışığıyla aydınlatılan küçük dükkanların aksine bunlar elektrikle aydınlatılmak ve klimayla havalandırılmak zorunda. ABD’de iş ve ticaret amaçlı tüm binaların enerji tüketimi öyle bir hızla artıyor ki, toplamda tüm konutlardaki enerji tüketimini yakalamak üzere. Aynı eğilimin tüm dünyaya yayılacağını kolayca öngörebiliriz.
Bunlar kaçınılmaz mı?
Sanayi devriminden bu yana İngiltere’den başlayarak kırsal kesimde yaşayan nüfus yığınlar halinde kentlere akıyor. 1990’lara kadar bu insanlar kentlerdeki fabrikalar ve diğer üretim merkezlerinde çalışmak üzere göç ediyorlardı. Günümüzde gelişen teknolojiler ve otomasyon sonucu üretimde eskisi kadar işgücü gerekmiyor. Üstelik artık küçülmüş olan fabrikalar kolayca emeğin daha ucuz olduğu ülkelere ya da kırsal kesime taşınabiliyor.
Buna karşın kapitalizmin yarattığı ve tümüyle ekonominin pazar ekonomisi aracılığıyla yönlendirilmesini sağlayan kurumlar üretimde çalışanlardan çok daha fazla insani istihdam ediyor. Bunlar bankalar, sigorta şirketleri, finans kurumları, emlak sektörü ve bu sektörlere hizmet veren milyonlarca şirketten oluşuyor. Bu sektörler bilgi işlem ve iletişim başta olmak üzere bir çok alanda hizmet ihtiyacı yaratıyor. Ayrıca bu sektörlerde çalışan profesyoneller üretimle hiçbir ilişkileri olmadığı halde uzun saatler boyunca stresli bir şekilde çalışıyorlar. Sonuçta da ne yemek pişirmeye ne elbiselerini temizleyip ütülemeye vakitleri yok.
Sonuçta maddi üretim nüfusun küçük bir bölümü tarafından gerçekleştiriliyor dahi olsa kentler büyümeye devam ediyor. Bu büyüme büyük ölçüde yukarıda sözünü ettiğim hizmet sektöründeki büyüme sonucu. Aynı zamanda tüm dünyadaki üretimi kontrol altında tutmaya çalışan ulusötesi şirketlerin bürokrasilerinin sürekli büyümesi sonucu. Bu şirketler kapitalizmin “büyü ya da öl” ilkesi gereği sürekli büyümek zorunda.
Kapitalist sistem varoldukça üretim ve onu kontrol eden bürokrasiler sürekli merkezileşmek zorundalar. Bu, şirketlerin üretim teknolojilerini kendi tekelleri altında tutmalarından kaynaklanıyor. Paylaşılan teknolojiler daha fazla kar elde etmeyi olanaksız kılar. Elinizdeki teknolojiyi daha iyi uygulayan rakibiniz sizin yerinizi alabilir. Dolayısıyla sahip olduğunuz teknolojiyi şirket sırrı olarak saklamak zorundasınız. Tüm kapitalist işletmeler olabildiğince merkezi üretim birimleri yaratmak zorunda ve bunu destekleyen teknolojiler üretmek zorunda.
Kapitalizmin yarattığı bu çarpık teknolojiler ve üretim birimleri hammaddelerin, ürünlerin ve yarı mamullerin sürekli olarak ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya taşınmasına yol açıyor. Sonuç ise fosil yakıtların tüketimine dayanan korkunç boyutta bir ulaşım gereksinimi. Yalnızca pazar ekonomisini yürütmek amacıyla yaratılmış olan yapay işlerde çalışan milyonlarca insanın kentlerde yarattığı ulaşım gereksinmesini de buna eklersek kapitalizmin ulaşım ihtiyacını azaltamayacağını açıkça görebiliriz. Aynı şekilde kapitalizm merkezi kontrolü zorunlu kıldığı için bu kontrolü gerçekleştiren bürokrasilerin yerleştiği devasa gökdelenlerden de vazgeçemez.
Kapitalizm Küresel Isınmaya Çözüm Bulabilir mi?
Gerek üretimde gerek onun organizasyonunda merkezileşmeden vazgeçemeyen kapitalizm küresel ısınmaya karşı teknolojik çözümler öneriyor: daha az yakıt tüketen araçlar, daha az yakıtla ısınan evler ya da elektriğin daha az sera gazı salınarak üretilmesi. Burada daha azın nereye kadar gidebileceği büyük bir soru işareti. Çünkü araçlar daha az yakıt tüketse dahi milyarın üzerinde nüfusu olan Çin ve Hindistan’da gelişmiş Batı ülkelerindeki gibi her ailenin en az bir aracı olursa acaba ne kadar az yakıt tüketimi çözüm olacaktır?
Evlerde daha az enerji tüketimi ise çözüme yardım etmeyecek, çünkü şu anda ulaşım dışındaki asıl artış gökdelenlerdeki ve alışveriş merkezlerindeki enerji tüketiminde. Buralarda da yenilenebilir enerji kaynaklarını yaşama geçirmek dahi çok zor.
Elektriğin daha az sera gazı salarak üretilmesi için özellikle Bush ve Blair nükleer teknolojiyi öneriyorlar. Oysa nükleer teknolojiler elektrik üretim sürecinin tümü göz önüne alındığında yenilenebilir enerji kaynakları gibi sera gazları emisyonunu sıfırlamıyor. Gerek uranyumun topraktan çıkarılması sırasında gerek santrallerin yapımı ve sökülmesi sürecinde ciddi ölçüde sera gazına yol açıyorlar. Üstelik yarattıkları riskler ve inşaatın uzun süre alması nedeniyle ne ekonomik açıdan ne de yaşama geçirmek açısından nükleer teknoloji akılcı değil ve geniş halk kesimlerinin tepkisini çekiyor. Üstelik dünyadaki tüm elektrik santrallarının seragazı üretimine katkısı yüzde 20’den az. Küresel ısınmayı durdurmak için bilim insanları 2050’ye kadar yüzde 50’lik bir indirim öngörüyorlar. Dolayısıyla tüm elektrik santrallarindeki sera gazı salınımı engellense dahi bilim insanlarının belirlediği bu indirimi sağlamak olanaksız.
1950’lerden bu yana kömürün yerini doğalgazın bir ölçüde alması kükürt dioksit gibi kimi zehirli gazların azaltılması açısından önemli bir işlev gördü. Ancak karbon dioksit üretimi açısından ne yazık ki arada fark doğalgazı çözümün bir parçası yapacak boyutta değil. Üstelik Avustralya gibi kimi ülkeler ekonomik göründüğü için hala kömürden dahi vazgeçmiyorlar.
Yenilenebilir enerji kaynakları henüz oldukça sınırlı bir ölçüde gündemde. Bunun nedeni de çok açık: Güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynakları merkezi üretimden çok desentralize üretime daha uygun. Sözgelimi güneş panelleri her evin çatısında kullanıldığı zaman daha ekonomik oluyor. Rüzgar türbinleri de daha çok küçük ve orta boylu üretime uygun. Öyle olunca merkezi üretimle daha fazla kar eden enerji şirketleri bu alanlara kaymak istemiyorlar.
Kapitalizmin üreteceği teknolojik çözümler daha fazla kar amacından vazgeçemeyeceği için doğal kaynakların kendilerini yeniden üretme hızından daha hızlı tüketilmesini durduramayacak. Bu doğrudan doğruya “büyü ya da öl” mantığının doğal sonucu ve bunu kapitalizmin yenilenebilir enerjiye karşı direncinde görebiliyoruz. Satışlar bazında dünyadaki en büyük on şirketten çoğunun araba ve petrol üreticileri olduğunu göz önüne alınca kapitalizmin ulaşımda da bu büyüme zorunluluğundan vazgeçemeyeceğini öngörebiliriz (Exxon Mobil, Shell, BP, General Motors, Chevron, DaimlerChrysler, Toyota ve Ford bunların başlıcaları). Bu şirketler daha az yakıt tüketen araçlar üretseler ve yenilenebilir kaynaklarla üretilebilen hidrojeni[3] devreye soksalar bile artan araç sayısı ve sürekli artan ulaşım ihtiyacı bu olumlu etkiyi sıfırlayacaktır. Sonuçta bu şirketler büyümek ve daha fazla satış yapmak; bunun için de daha fazla doğal hamadde kullanmak zorundalar. Oysa biz doğayı daha az tüketerek yeryüzünün bunları yeniden üretmesine izin vermek zorundayız.
Özet olarak kesintisiz büyümeyi varsayan kapitalist pazar ekonomisi doğanın yeniden üretimine izin verecek bir şekilde ekonominin küçülmesine izin veremez. Zaten ekonominin küçülmesi kapitalist ekonomide çözüm bulunması gereken bir bunalım demek. Ekonomik bunalım da ancak daha fazla üretim ile çözülebilir.
Kapitalizmin Toplumsal Dinamikleri
Ekolojik sorunlar yalnızca kar etmek amacıyla üretime dayanan kapitalist sistemin yarattığı tek sorun değil: Zengin ve yoksul arasındaki uçurumun sürekli derinleşmesi, yaşamın giderek daha tekdüze ve mekanik bir hale gelmesi, kadınların üzerindeki baskının ortadan kaldırılamaması, ırkçılık ve milliyetçilik gibi toplumsal azınlıkları baskı altına alan tahakkümlerin ortadan kaldırılamaması. Tüm bunlar ve daha başkaları kapitalist toplumun bugüne değin çözemediği sorunlar. Bunlarla bağlantılı da olsa savaş ve şiddetin yok edilememesi belki de en önemli sorun.
Kapitalizm küresel ısınmaya gerçekçi bir çözüm üretemezken insanlığın karşı karşıya bulunduğu bu sorunlara çözüm bulabilecek mi? Tarihsel süreçleri incelediğimizde kapitalizmin tümüyle çözemese dahi geniş yığınların bu sorunlardan daha az etkilenmesine yönelik önlemler alabildiğini görüyoruz. Sözgelimi Batı Avrupa ve Amerika’da 19. yy.ın ikinci yarısında sendikal haklara izin verilerek işçi sınıfının çalışma koşullarında iyileşmeler sağlandığı ve böylece işçi sınıfının reformcu bir çizgiye çekildiğini biliyoruz. Benzer şekilde bu yıllarda başlayan sınırlı refah devleti uygulamalarının İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaştırılarak işçi sınıfının sisteme entegre edildiği bir gerçeklik. Bu, büyük ölçüde Sovyet devriminin daha fazla yayılmasına karşı bir önlem olarak gerçekleşti ve bu uygulamalar bugün geri alınmaya çalışılıyor. Ancak kapitalizm, tehdit altında kaldığı koşullarda ezilen sınıflar için ekonomik iyileşmeleri kolayca uygulayabildiğini gösterdi. Nitekim bunu yapmaması için bir neden de yok. Çünkü karı sürekli artırma eğilimi bunu her zaman teşvik etmese de uzun vadede refah devleti uygulamaları pazarı büyütüyor ve devletin şirketlere kaynak transfer etmesinin aracı oluyor.
Soyut olarak baktığımızda kapitalizm, her alanda yeni yatırımlara yol açacak çözümler üretebilir. İşsizlik sigortası, sağlık sigortası gibi uygulamalar, çeşitli alanlardaki eşitsizlikleri yumuşatacak kurumlar kapitalist ekonomik büyümeye zarar verecek değil, aksine yardım edecek uygulamalar. Dolayısıyla kapitalizm her ne kadar sürekli olarak eşitsizlik yaratma eğiliminde olsa da tehdit altında kaldığında kendi yarattığı ya da derinleştirdiği eşitsizlikleri yumuşatmaya yönelik önlemleri de almaktadır. Tarih boyunca buna defalarca tanık olduk. Bu önlemler eşitsizliklerin altında yatan tahakküm ilişkilerini ortadan kaldırmasa da bu tahakküm ilişkilerinin kapitalizmi tehdit edecek bir devrime yol açmayacak şekilde yumuşatılmasını başardı. Bir örnek ırkçılık sorununa karşı ABD’de ve Güney Afrika’da alınan önlemler. Bir diğer örnek ise bir zamanlar ev kadını olmaya mahkum olan kadınların bugün şirketlerin başında yer alabilmesi.
Bununla birlikte kapitalizm toplumu her yönden kontrol etmeye dayanan bir toplumsal sistem olduğu için hiçbir tahakküm ilişkisini kökten ortadan kaldıramaz. Onlar toplumu kontrol etmek için her zaman bir araç olarak kullanılacaklardır ve ister istemez eşitsizlikler bir yandan yumuşatılırken bir yandan da daha kökleşecektir. Sözgelimi işçi sınıfının bir bölümü yüksek ücretlerle çalışan bir orta sınıf katmanına dönüşürken bir başka kesimi yarı zamanlı ve geçici işlerde çalışan ve iş güvencesi olmayan koşullarda acımasızca sömürülmektedir. Ancak 19. yy.daki gibi katı sınıf sınırları olmadığı için ikinciler hep birincilere dönüşme umudu taşıyarak yaşamaktadırlar. Nitekim İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda ya ücretsiz üniversiteler ya da harç kredileri yoluyla işçi çocuklarına üniversite eğitimi yolu açılmış oldu. 19. yy.ın aksine bir çok işçinin gerek eğitim yoluyla gerek ticaret yaparak veya kendi işini kurarak orta sınıfa atlama şansı var. Sonuçta hem ayrıcalıklı işçiler hem bu konuma gelme umuduyla yaşayanlar sisteme daha fazla bağlanarak sınıf tahakkümünün kökleşmesini sağlıyorlar.
Yalnızca kar etmek amacıyla üretime dayanan pazar ekonomisi koşullarında küresel ısınmaya çözüm bulunamayacağını saptadıktan sonra, kapitalizmin toplumsal tahakkümleri kendi varlığını sürdürmek için kullanma kapasitesini küçümsememiz gerektiğini gördük. Bu durumda kapitalizmi yıkma ve hiç bir tahakküme izin vermeyen bir toplum kurma görevi küresel ısınmadan etkilenen ve insan türüyle birlikte varlığı tehlikeye girmiş olan tüm halka düşmektedir. Burada sınıf, cins, ırk, etnik köken farkları bir kenara itilmek ve insanlığın ve hatta dünya üzerindeki çoğu canlının geleceğini kurtarmak için birleşme zorunluluğu önümüze geliyor.
Çözüm Nedir?
Öncelikle sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkan doğayı kontrol altına almak ya da insanın doğaya hakim olması düşüncesini aşmak zorundayız. Kapitalizm, doğaya hakimiyet düşüncesini tüm insanlığı sermayeyi sürekli daha büyüterek yeniden üretmek yolunda seferber etmek için kullandı. Oysa bizim hedefimiz doğaya hakim olmak ve onu kullanmak değil doğayla uyum içinde olacağımız bir yaşam kurmak olmalı. Bu yaşam ile insan ihtiyaçları göz ardı edilmeyecektir, ancak bu ihtiyaçların karşılanması için doğayı sömürmek yerine onu tahrip etmeden daha üretken kılmak yolu seçilecektir.
Doğayı sömürmeden yaşamanın ilk koşulu arabayla ulaşıma dayanan kentlerden vazgeçip insani ölçekte kentler yaratmaktır. Günümüzün büyük kentlerinde gerçek insan ihtiyaçlarına yönelik üretim oldukça sınırlı. Buralardaki ana etkinlikler devlet bürokrasileri ve yatırım bankacılığı veya emlak piyasası gibi mali etkinlikler. Zaten bu etkinlikleri gerçekleştiren bürokrasiler de küresel ısınmaya yol açan karar mekanizmalarıdır. Dolayısıyla politik olarak da iktidar gücü bu kurumların elinden alınmak durumunda. Endüstriyel kapitalist ekonomiyi yönetmeye yarayan bu kurumları ortadan kaldırmanın tek yolu halkın kendi yaşamını doğrudan kendisinin örgütlemesi, iktidar gücünü kendi eline almasıdır. Bu aynı zamanda ekonomik akılcılığa dayanan merkezi üretimin, yerini yerel üretime bırakmasını da kolaylaştıracaktır.
Küresel ısınmaya yol açan üretim süreçlerini ve teknolojileri değiştirmek için ekonomik akılcılık, yerini ekolojik bir bakışa ve doğanın kendisini yeniden üretmesine dayanan bir akılcılığa bırakmak zorundadır. Böyle bir akılcılık ancak halkın doğrudan doğruya katıldığı bir karar alma süreci içinde yaratılabilir. Halkın kendi yaşamını etkileyen bu kararlara doğrudan katılması, ihtiyaç duyulan radikal dönüşümlerin böyle bir katılım olmaksızın uygulanamaz olmasından ötürü de yaşamsaldır.
Kapitalizmin yarattığı korkunç boyuttaki devlet ve şirket bürokrasilerinin ortadan kaldırılması tabii ki büyük bir boşluk yaratacaktır. Bu boşluğu aşağıdan yukarıya dolduracak olan halk meclisleri ilk planda sürdürülebilir bir yaşam için zorunlu olan değişimleri gündeme alacaklar ve üretimin koordinasyonu görevini böyle bir perspektifle gerçekleştireceklerdir.
Toplumsal Dayanışma Temelinde Örgütlenme
Halk meclisleri, yüz yüze tartışma ve karar almaya olanak verecek boyuttaki siyasal yönetim birimlerinde oluşacaktır. Bunlar kentlerdeki mahaller, kasabalar ya da köyler olabilir. Bu topluluklar karşılıklı yardım ve toplumsal dayanışma temelinde örgütleneceği gibi topluluklar arasındaki ilişkiler de bu temelde oluşacaktır. Yaratacakları federasyon ve konfederasyonlarla bölge ve kıta düzeyinde örgütlenecek, ulusal sınırları aşacaklardır.
Doğrudan demokrasi, konfederasyonlarda verilen kararların delegelerin iradeleri doğrultusunda değil halk meclislerinin verdiği kararlar doğrultusunda olmasını gerektirir. Dolayısıyla güç, üst organlarda değil yine halk meclislerinde olacaktır. Delegeler yalnızca orada verilen kararları iletmek ve o kararlar doğrultusunda çözümler üretmekle yükümlüdür. Bu şekilde farklı topluluklar arasında toplumsal dayanışma ve karşılıklı yardım örgütlenecektir. Temel ihtiyaçlar olabildiğince yerel olarak üretilirken, özellikle bilgi ve teknoloji paylaşımı yoluyla toplulukların birbiriyle karşılıklı bağımlılık içinde yaşamaları sağlanacaktır. Dolayısıyla hammadde ve ürün paylaşımı sürse dahi bugünkü durumla karşılaştırıldığında minimum düzeye inecek ve ulaşım ihtiyaçları azalacaktır. Hammadde, ürün ve yarı mamullerin ulaştırılması yerine teknolojiler paylaşılacaktır ve yerel üretimi daha verimli kılacak teknolojiler elbirliğiyle geliştirilecektir.
Bu koşullarda bugünkü bürokrasilere ve onlara hizmet eden devasa hizmet sektörüne gerek kalmayacak ve arabaların işgali altında olmayan kentlerde yaşamak mümkün olacaktır. Bu kentlerde üretilen ürünlerin paylaşımı için devasa alışveriş merkezlerine de gerek kalmayacaktır, çünkü üretici ile tüketici yüz yüze ilişki içinde dağıtımı kolayca organize edebilir.
Geçiş Süreci
Ütopik görünen böyle bir toplumsal yapıya geçiş çok problemli görülebilir. Ancak piyasa mekanizmaları içinde daha fazla kar amacıyla geliştirilen teknolojilerle küresel ısınmanın yarattığı sorunlar çözülemeyince insanlığın önünde başka bir seçenek kalmayacak. Egemen güçler doğal olarak ellerindeki gücü kolay kolay vermek istemeyecekler. Güçlerini kaybetmemek için büyük olasılıkla her zaman olduğu gibi şiddete başvuracaklar. Ancak halkın gücü ele alması tarih boyunca hiçbir zaman olmadığı kadar yaşamsal olacak, çünkü insanlığın tür olarak varlığı tehlikede.
Bununla birlikte insanın yapı itibariyle alışageldiği yaşam tarzından kolayca vazgeçmediğini biliyoruz. Bu hem kendisi adına başkalarının karar vermesi anlamında böyle hem de arabalı büyük kent yaşamı anlamında. Ama önümüzdeki on yıllarda sürekli artacak ekolojik felaketlerin varacağı boyutu göz önüne aldığımızda bu alışkanlıklardan vazgeçileceğini öngörebiliriz. Burada temel güdü geleceğe ilişkin belirsizlik olacaktır. Gerek sayı gerek şiddet itibariyle sürekli artan fırtınalar, seller, toprak kaymaları, sıcak dalgaları ve buna karşı önlem alamayan bir sistem içinde yaşamak tam bir belirsizlik ortamına yol açacak. Ekonomik büyüme artan tüketime değil ekolojik felaketlerin yarattığı hasarı tamire ve gelecekteki hasarları azaltmaya yönelik önlemlere dayanacaktır.
Aynı zamanda içecek su ve yeterli yiyecek üretimi ciddi bir sorun haline gelecek. Bunların paylaşımı sorunu toplumsal çatışmalara yol açacak ve belirsizliğe bir başka boyut katacak. Her ne kadar bu sorun et tüketiminin minimuma indirilmesiyle çözülebilirse de bunun yukarıdan aşağıya verilen kararlarla yapılması toplumsal huzursuzluğun daha da artmasına yol açar. Günümüzde tüketilen suyun yüzde yetmişi tarım ve hayvancılık için kullanılmaktadır. Bunun içinde en büyük pay büyükbaş hayvancılığa ve ardından pirinç üretimine aittir. Eğer bu alanlarda üretim minimuma indirilerek sebze ve doğrudan tüketim için tahıl üretimine daha fazla ağırlık verilirse mevcut su kaynakları önemli ölçüde azalsa dahi artan nüfusun su ve yiyecek ihtiyacı sorun olmayacaktır. Ancak bu gibi kararlar demokratik bir tartısşma sonucunda tüm toplumun katılımı ile verilmelidir.
Sonuç Yerine
Önümüzdeki on yıllarda insanlığı daha önce yaşanmamış boyutta zorluklar bekliyor. Benzer zorluklar tarih boyunca yerel olarak ortaya çıktı ve kimi toplumlar kıtlık benzeri zorluklara çözüm buldular. Kimisi de bir çözüm bulamadı ve yükseltilen uygarlıklar sonlandı. Günümüzde küresel boyutta tartışmalar ve insanın insan üzerinde tahakkümünü ortadan kaldırmaya yönelik mücadelenin sürekli yükseliyor olması bugün iyimser olmayı gerektiriyor. Küresel ısınmaya karşı da çözümsüz kalınacağını düşünmek için bir neden yok. İnsanlık, kendi kaderini eline almak için örgütlenecek ve yalnız maddi zenginlik ve ayrıcalıkları için türün varlığını tehlikeye atan egemen seçkinlerin bize dayattığı kapitalizme son verecektir.
Geniş halk yığınları, doğa üzerinde tahakküm kurma ve yalnız maddi zenginliği artırma düşüncesinin sonuçlarını gördükçe doğayla uyum içinde bir yaşamı yaratmak için gerekli örgütlenmeye yöneleceklerdir. Bu şekilde insalığın karşılıklı dayanışma ve toplumsal yardım yoluyla aralarındaki ilişkileri güçlendireceklerine ve yaşamlarını her yönden zenginleştireceklerine güvenebiliriz.
[1] Bu rapora ulaşmak için http://worldwildlife.org/about/lpr2004.pdf
[2] Dünya Bankası “Natural Disasters: Counting the Cost”:
http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/NEWS/0,,contentMDK:20169861~menuPK:34458~pagePK:64003015~piPK:64003012~theSitePK:4607,00.html
[3] G.W.Bush hidrojenle çalışan taşıt raçlarının geliştirilmesi için yapılan araştırmaları 6 milyar dolarlık bir bütçeyle destekliyor. Ancak bu araştırmalar yenilenebilir enerji kaynakları yerine doğalgaz yakılarak hidrojen üretmeyi amaçlıyor. Büyük olasılıkla doğalgaz yerine yenilenebilir kaynakların kullanımıyla hidrojen üretimi için çok geç kalınmış olacak.