Şu anda bu yazıyı okuyan kaç kişinin haberi vardı bilmiyorum ama, 5 Kasım günü “İşe Yürüyerek Git” günüydü. Avustralya Yayalar Konseyi tarafından başlatılan bu olay her yıl duyurulup, kutlanmaya çalışılıyor. Kamuoyunda ne denli yankı bulduğu ise kuşkulu.

 

 “İşe Yürüyerek Git” günü şu amaçları öne çıkarıyor:

-    Önemli bir ulaşım şekli ve sağlıklı bir aktivite olarak yürümeyi teşvik etmek
-    Özel arabalara bağımlılığı azaltmak
-    Toplu taşım araçlarını kullanmayı tevik etmek (işe yürüyerek gidemeyecek olanlara bunları kullanmak öneriliyor)
-    Gereksiz araç kullanımını azaltarak hava kalitesini iyileştirmek

Arabaların ve kamyonların kent yaşamına etkilerine bakacak olursak bu listeyi çok daha uzatmak mümkün. Çocukluğumuzda oynadığımız sokakları düşünelim. Hatta ilk gençliğimizde bir buluşma mekanı olarak kullandığımız sokakları. Şu andaki gürültülü sokakların aynı işlevi görmesi mümkün değil. Bu yüzden arabalar, aynı sokakta yaşayan insanların birbirinden soyutlanmasına neden oluyor, mahallelerde bir topluluk ruhunun oluşmasını engelleyen bir etken oluşturuyorlar. Ayrıca özel araba ile ulaşım, kentlerin aşırı derecede büyümesini de teşvik ediyor.

Arabalarla dolu sokaklar kentleri çirkinleştiriyor. Bisikletlileri, yayaları ve sokakların diğer kullanıcılarını da sokağı kullanmaktan kaçınmaya zorluyor. En önemlisi, sokakta güvenlik önemli bir sorun haline geliyor. Her an bir trafik kazası olma riskini gözönüne almak durumundayız. Her yıl binlerce insan trafik kazalarında ölüyor veya sakat kalıyor. Arabaların yarattığı gürültü ayrı bir sorun, hava kirliliği bir başka. Küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının yaklaşık dörtte biri taşıt araçlarından çıkan emisyonlar tarafından yaratılıyor.

Ekonomik açıdan ise özel araba en pahalı ulaşım şekli. Genelde arabayla işe gidenler yalnızca benzin masraflarını hesapladıkları için böyle düşünmezler. Oysa arabaya sahip olma, sigorta, bakım, vergiler ve diğer masraflar bütün olarak ele alındığında bu kolayca ortaya çıkar. Vergiler denilince ödediğimiz yerel ve federal vergilerin yol yapımı ve bakımı için ayrılan bölümünü de hesaba katmak zorundayız. Devlet, demiryollarına çok sınırlı bir bütçe ayırır ve bunların maliyetini kullanıcılardan çıkarmaya çalışırken, arabalar için yapılan yollara her yıl bütçenin önemli bir bölümünü ayırıyor. Avrupa’da bu bütçe büyük ölçüde yakıtlardan alınan yüksek vergiyle kullanıcılara yüklenirken, ABD ve Avustralya’da bu sözkonusu değil ve maliyet herkese yükleniyor.

Arabayla ulaşımın maliyetinin bizi doğrudan etkilemeyen diğer ulusal bileşenlerini ise tam olarak hesaplamak olası değil. Bunların en önemlisi hava kirliliğinden, insanların yürümemesinden ve kazalardan dolayı ortaya çıkan sağlık sorunlarının maliyeti. Hava kirliliği, solunum yolları hastalıklarını ve kanser gibi yaşamsal hastalıkları artırıyor. Günlük yürüme süresinin en aza inmesi genel olarak sağlıksız kuşakların ortaya çıkmasına yol açıyor. Sonuçta bunlar sağlıksız beslenme sorunlarıyla birleşip dünya çapında sağlık sektörünü en hızlı büyüyen sektörlerden biri haline getirdi.

Peki bütün bunlar böyleyken neden bu konu kamuoyunda yankı bulmuyor? Çünkü sorun “İşe Yürüyerek Git” günüyle çözülemeyecek kadar büyümüş durumda. Tüm yaşamımız araba merkezli bir biçimde örgütlenmiş. Petrol tekelleriyle otomobil üreticileri ekonomide ve dolayısıyla politikada belirleyici olmuş durumda. Sorunun çözümü halkın doğrudan katılımı ile kentlerin yeniden planlanması ve inşasını zorunlu kılıyor. Bu planlamada ekonomi bir bütün olarak bıçak altına yatırılmak ve tüm politikalar yeniden oluşturulmak durumunda. Bu şekilde herkesin işe yürüyerek gittiği ve en fazla 5 ya da 6 saatlık bir çalışma ile daha kaliteli bir yaşama kavuştuğu bir toplum yaratmak mümkün..

Sonuçta çözüm yine dünyaya hakim olan petrol ve otomotiv tekelleriyle başa çıkacak bir halk örgütlenmesine gelip dayanıyor. Böyle bir perspektifimiz olmadığı sürece ancak geçici ve kısmı çözümlerle yetinmek zorunda kalacağız.

 

Sydney, 6 Kasım 2004