Türkiye'nin bugün geldiği çelişkilerle dolu politik konumu anlamak için geriye dönüp bakmakta ve AKP'nin 9 yıllık geçmişini değerlendirmekte yarar var. Bu yazıda bunu yapmaya çalışmadan önce devlet ve hükümet arasındaki ilişkiler konusunda genel bir analizle giriş yapmak istiyorum.
Devlet ve Hükümet
Temsili demokrasilerde siyasi partiler potansiyel bir devlet örgütlenmesi gibi kendilerini şekillendirir, politikalar oluşturur ve hükümet olarak devleti yönetmeyi hedefler. Merkezi örgütlenme ve güçlü liderlik bu örgütlenmenin anahtar noktalarıdır. Bu arada bir yandan değişime yönelik politikalar oluştururken bir yandan da devlete güvence vermek esastır. Yoksa devlet tarafından bir tehdit olarak algılanır ve baskı altına alınır ya da kapatılırlar.
Değişim ve yenilenme programlarıyla seçimleri kazanıp hükümet olan her parti izleyeceği politikaların devlet tarafından benimsenmesini bekler. Ancak devletin ne kadar kemikleşmiş yapılanmaları olduğuna ve bu yapıların yeni politikalara ne denli açık olduğuna bağlı olarak bu bazen kolay bazen zordur. Genelde devlet yeni politikaları kendi süzgecinden geçirir ve aykırı bulursa bunların uygulanmasına karşı direnç gösterir. Bunun ötesinde de yeni politika arayışı içinde olan hükümetler ancak devlet tarafından yönlendirilerek yeni politikaları yaşama geçirebilirler. Genelikle de bunlar deforme edilmiş bir şekilde yaşama geçer. Bu özellikle güvenlik ve dış politika alanları için geçerlidir.
Aslında daha derinliğine bakarsak bu alanlarda politikalar, bazen "süper NATO" da denilen ABD'deki derin devlet tarafından formüle edilir ve diğer derin devletlere eğitimler, konferanslar ve benzeri araçlarla empoze edilir. Güvenlik alanında bu bazen de yeni teknolojiler aracılığı ile yayılır. Geliştirilen yeni strateji ve taktikler bilgi paylaşma ya da teknoloji tanıtma görüntüsü altında diğerlerine benimsetilir.
Dolayısıyla sözgelimi Türkiye'de güvenlik güçlerinin 90'lı yıllar ile bugünlerde farklı taktikler uygulamaları burada verilen kararların sonucu değil küresel derin devletler ağının geliştirdiği yeni kavramlar ve yöntemlerden kaynaklıdır. Bundan ötürü bazı politikalardaki değişimlerin nedenini analiz ederken daha geniş bir perspektiften bakmak zorunludur. Örnek olarak işkencenin yerini önemli ölçüde telefon kayıtlarının yaygın dinlenmesi gibi istihbarat faaliyetlerinin alması derin devlet yönlendirmesinin artması sonucudur, hükümetin daha insani politikaları tercih etmesi değil.
Türkiye'ye ve AKP'ye gelecek olursak öncelikle hangi koşullarda böyle bir partiye ihtiyaç duyulduğunu hatırlamakta yarar var. 2002 yılında Türkiye'nin açmazları nelerdi? Dokuz yıl önce bu konuda şunları yazmışız: "... Türkiye'deki elit tabaka, Dünyadaki dengeler içerisinde alacağı konuma karar vermek durumundadır. ABD'nin beklediği gibi bölgesel jandarma rolü mü üstlenecektir? Yoksa Avrupa'nın bir parçası mı olacaktır? İlk anda birbiri ile çelişmez görünen bu iki konum aslında birbiri ile uyumlu değildir. Birincisi istenen görevleri üstlenmeyi engelleyebilecek toplumsal muhalefetin önünün baştan kesilmiş olmasını gerektirirken, ikincisi ise Avrupa'nın çıkarlarına aykırı olabilecek jandarmalık görevlerinin gerçekten sivil bir hükümetin denetimi altındaki ordu tarafından yerine getirilmemesi anlamına gelmektedir."(1)
Bu koşullarda derin devlet birincisi yönünde tercih gösterirken burjuvazinin farklı kesimleri ikincisi yönünde tercih ortaya koyan AKP'ye destek verdi ve hükümete getirdi.
AKP'nin Hükümet Olması
AKP'nin ilk dönemi ilginç bir görüntü veriyor. Çünkü bu dönemde bizzat başbakanın ağzından güvenlik gibi kritik alanların devlete bırakılacağı ifade edildi ve öyle yapıldı. Tek istisna 2003'te Meclisin Irak savaşı için tezkereyi reddetmesiyle ortaya çıktı ki bu AKP'nin verdiği karar doğrultusunda değil aksi yönde idi. AKP bu dönemde AB'ye giriş için gereken demokratikleşmeye yönelik adımlar atarken kendi meşruiyetini sağlamlaştırmayı ve kendi tabanını genişletmeyi hedef aldı.
Bu ilk dönem 2007 başına kadar sürdü. 2007 itibariyle AKP ordu içindeki 12 Eylülcü, darbeci unsurlara karşı ABD'nin desteğini aldı. Bu destekle girdiği seçimde büyük bir başarıya ulaştı. Artık kalfalık dönemine girmiş oldu. 2007-2010 arası bu dönemde cesaretli bir şekilde Ergenekon gibi darbeci derin devlet oluşumlarını tasfiye etti. Ancak burada kaçınılması gereken bir yanlış algılamaya düşülmemeli. Derin devlet yalnız bu darbeci oluşumlarla sınırlı olmadığı gibi bu tasfiyeler derin devlete rağmen yapılmış değildir. Aksine onunla anlaşarak, ordudan tasfiyelerle ortaya çıkan boşluk için alternatifler yaratılarak gerçekleştirilmiş bir tasfiyedir. Üstelik bu darbeci unsurlardan rahatsız olan ABD'nin de desteği alınarak bu süreç başlatılmıştır.
Bu dönemin ilginç bir özelliği ise ABD'nin desteğini yitiren bu darbeci unsurlar Avrasyacılık gibi alternatif dış politika önerilerini gündeme getirirken AKP de bu yönde adımlar atmış bu silahı onların elinden almıştır. İran'ın nükleer çıkmazına Venezuela ile birlikte çözüm aramak, İsrail'e karşı yapılan çıkış bunun örnekleridir. Bu dönemde 1990'ların sonlarında ağır darbeler yemiş olan Kürt özgürlük hareketinin yeniden güçlenmesine karşı da 90'lardaki yöntemlerle değil istihbarat ve tutuklama yoluyla çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Ancak bunun AKP'den kaynaklı bir değişim olduğunu düşünmek için ortada hiç bir neden yoktur, çünkü bu tüm dünyada değişen yöntemlerin Türkiye'ye adapte edilmesinden başka bir şey değildir. Yukarıda belirttiğimiz gibi tüm dünyadaki derin devletler birbiriyle bağlantılıdır, uygulanan yöntemleri ve deneyimlerini paylaşırlar. AKP'nin neden olduğu tek farklılık bu yöntemlerin milliyetçi faşist unsurlar tarafından değil ağırlıkla Fethullahçı kadrolar eliyle yaşama geçirilmesidir.
Bu kalfalık döneminde AKP kamusal alanda başörtüsü, azınlıklara yönelik açılımlar gibi yeni politikaları yaşama geçirmeye çalışmış, ancak bunlar devletin direnişinden ötürü güdük kalmıştır. En son fiyasko 2009'da Kürt açılımının yeterli ön çalışma yapılmadan Mahmur kampından bir grup mültecinin ülkeye geri dönmesi sırasında yaşanmıştır. 2010 yılında ise anayasa referandumuyla devlet içindeki darbeci unsurların yargıdan da büyük ölçüde tasfiye edildiğini görüyoruz. Bunun ardından da artık kendisini tehdit altında görmeyen AKP'nin devlete herhangi yeni bir politika önermekten tamamen vaz geçtiğini. Hatta dış politika dahil olmak üzere ABD üzerinden devlete önerilen politikaların gözü kapalı uygulanmasını. Füze kalkanı projesine onay verilmesi, Suriye'ye yönelik politikalar bunlara örnek olarak verilebilir.
Ustalık Dönemi
Ustalık döneminin bu şekilde açılması ne anlama geliyor? Bu soru ülkenin geleceği açısından herkesin yanıtını aradığı bir soru. Kimileri yanıtı AKP'nin geçmişte izlediği demokratikleşme adımlarına ve verdiği kimi sözlere bakarak iyimser bir şekilde veriyor. AKP'nin AB'ye giriş için daha aktif olacağını ifade eden açıklamaları da bu yönde. Kimileri ise AKP'nin muhalefete yönelik tutuklamalar ve katı bir medya kontrolüyle faşizme yöneldiğini ve yeni bir rejim inşa etmekte olduğunu düşünüyor.
Doğru yanıtı bulmak için yukarıda alıntı yaptığım yazının bir sonraki paragrafına bakmakta yarar var: "MHP ve ordu, hem Türkiye'ye IMF kapılarında büyük kolaylık sağlayan jandarmalık görevlerini muhalefetsiz üstlenebileceği bir siyasi rejimi korumak hem de AB'ye üye olmak istiyorlar. Bunun için de AB'nin Türkiye'nin "özel koşullarını" gözönünde tutmasını istiyorlar. İdam cezasının kaldırılmasına, ana dilde eğitim ve yayın hakkına karşı çıkışların altında bu yatıyordu. Şu anda da düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sağlamadan AB'ye üyelik istiyorlar."(2)
O dönemde MHP, ordu ve derin devlet bu konumda idi. Bugün tutuklanan gazetecilerin çıkaracağı kitabı "bomba" olarak niteleyen Başbakan aynı konumda değil mi? Tutuklu gazetecilerin mesleki etkinlikten ötürü tutuklanmadıklarını söyleyip Türkiye'ye farklı normlar uygulanmasını bekleyen de o değil mi?
Buradan yola çıkarak 2002'deki koşullara döndük demek doğru olmaz, ancak benzerlikleri saptamakta yarar var. Öte yandan 2002'de Türkiye IMF'ye muhtaç durumdaydı, bugün ise IMF'ye muhtaç değil, ama sürekli yabancı sermaye girişine muhtaç durumda. Avrupa Gümrük Birliğine girmenin bir sonucu olarak 2002'den bu yana ihracata yönelik sanayileşme hızlandı ve ülke çapında hızlı bir ekonomik büyüme yaşandı. Ancak bu dışarıdan gelen kısa ve uzun vadeli sermaye yatırımlarına bağımlılığı artıran bir süreç oldu.
Ekonomik büyüme AKP'nin daha bağımsız politikalar izleyebileceğini değil aksine dışa daha bağımlı bir konumda olduğunu anlamasına yol açan bir etken oldu. Daha önceki bağımsız bölgesel bir güç olma fikrinden vazgeçip ABD'nin taşaronu ya da jandarması olmayı kabul etmesinde bu önemli bir rol oynamış olsa gerek. Döviz kurlarındaki yükseliş başta gelmek üzere Türkiye'de büyümenin yavaşlayacağı ve işsizliğin artacağına dair bir çok gösterge var. Bu yavaşlama IMF'nin öngördüğü düzeyde olursa AKP'nin politik desteği hızlı bir inişe geçebilir. Öyle görünüyor ki AKP kurmayları bu koşullarda derin devletle uyum içinde muhalefeti yok ederek ve ABD'nin jandarmalığını yapmanın ödüllerini toplayarak ayakta kalmayı planlıyorlar.
Burada hükümet olmanın avantajlarını kullanan partilerin ve liderlerin çevrelerini kayırma ve zengin etme alışkanlığı içine girdiklerini ve bunun ister istemez onları belirli bir süreden sonra derin devlete tabi kıldığını da belirtmekte yarar var. Türkiye'de şimdiye kadar bunun istisnası olmadı, AKP'nin de istisna olacağını düşünmek için bir neden yok. Aksine son derece pragmatik bir liderliğe sahip olduğunu saptamakta yarar var.
Bu görünüş sanıyorum sola yönelik tutuklamaların kazandığı hızı ve hukuksuzluğun ulaştığı boyutları açıklıyor. Karşımızda yeni bir rejim inşa eden değil, ama 12 Eylül rejimini farklı güç dengeleri oluşturarak yeniden dirilten bir devlet var. Derin devlet insiyatiflerine tabi olan AKP ise bu plan içinde baş rolü oynuyor. Geçmişte ordunun üstlendiği roller Adalet Bakanlığının denetimi altında olan yargı kurumları tarafından yerine getiriliyor. Ülke, sonuçları çok vahim olabilecek ağır bir psikolojik savaşa sürükleniyor. Medya ve internet üzerinde sıkı bir kontrol oluşturulmaya çalışılıyor.
Amaçlanan şeyin 12 Eylül sonrasına benzer bir suskunluk olduğu ortada. Henüz bilinmeyen ise ABD'nin bu operasyonu ne amaçla desteklediği. Türkiye'de yükselen sol muhalafeti tüm Ortadoğu halkları için esin kaynağı olacak bir tehdit olarak gördüğü için mi? Demokratik özerklik önerisinin yer yer fiilen yaşama geçirilmesi ve geniş sol kesimlerin verdiği destek böyle bir kaygı uyandırmış olabilir. Yoksa Ortadoğu'da jandarma rolü üstlenecek bir Türkiye'de hiç bir muhalefete olanak verilmemesini istedikleri için mi? Veya Ortadoğu'da Arap ülkelerine böyle bir "model" mi yaratmaya çalışıyorlar? Ya da yalnızca Türkiye'deki derin devletin hassasiyetlerinden ötürü mü?
Öte yanda bu muhalefetsiz Türkiye hevesinin başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin bir çok temel sorununu çözümsüz bırakacağı ortada. Avrupa'nın yanıbaşındaki Türkiye'nin bu sorunları çözümsüz bırakmasından hoşnut olmayacağı kesin. Bu aynı zamanda AB kapılarının Türkiye'ye bir süre daha kapalı kalması demek. AB'ye girerek yeni olanaklara kavuşmak isteyen burjuvazinin de bu durumdan hoşlanmayacağı aşikar. Belki bir süre için ekonomik yavaşlamadan ucuza kurtulma maliyeti olarak görüp buna katlanabilirler, ama uzun vadede tepkiler yükselecektir.
Sonuç
Ortaya çıkan tabloya bakarsak AKP döneminde her ne kadar kimi demokratikleşme adımları atılmış olsa da Türkiye'nin sorunlarının 2002'dekinden pek de farklı olmadığını söyleyebiliriz. AKP bu sorunlarda derin devletin her sefer çözümsüzlükle sonuçlanmış olan bildik formüllerinin ötesine geçme yönünde bir iradeye sahip değil. Aksine derin devlete tarikat desteği getirerek bildik formüllerin yeni yöntemlerle daha etkili uygulanmasına yardımcı oluyor. Psikolojik savaşa verdiği ideolojik destekler de olayın bir başka boyutu. Böylece ordu içindeki darbeci unsurların tasfiye edilmiş olmasından doğan boşluk dolduruluyor.
Bununla birlikte Türkiye'de muhalefet 2002'de olduğu noktada değil. Kürt özgürlük hareketi kendi içinde hedefleri ve bu hedeflere nasıl ulaşacağı konusunda netleşmiş durumda. Farklı siyasi eğilimlere sahip muhalif unsurlar blok oluşturmak ve birlikte davranmak konusunda çok mesafe almış durumdalar. Muhalefet tutukevlerini ve cezaevlerini doldurarak önü alınamayacak bir boyuta erişti. Üstelik Mecliste güçlü bir grubun bulunması geniş yığınların gözünde meşruiyeti artıran bir etken oluyor.
Bu koşullarda baskıcı rejimin yeni unsurlarla restorasyonu ne kadar başarılı olabilir bunu bir kaç yıl içinde göreceğiz. Eğer başarılı olursa Türkiye'nin de bir Putin'i olacak demektir. Ancak Türkiye'nin Rusya gibi engin petrol ve doğalgaz kaynakları olmadığını gözönüne alınca aynı istikrarın sağlanamayacağı açık. İstikrar için dayanılacak tek güç ABD olacak. Kendisi ekonomik sorunlar içinde boğuşurken onun bu konuda ne kadar yardımcı olabileceği kuşkulu.
Sonuç olarak baskıcı rejimi tarikat desteğiyle restore etme çabasını fiyaskoya dönüştürmek emekçilerin ve aydınların elinde. Güçler bu doğrultuda tutarlı taktiklerle birleştirilirse kazanma şansımızın yüksek olduğunu düşünüyorum. Aydınlık yarınlara ulaşma umuduyla.
(1) "Avrupa Nereye? Türkiye Nereye?", Reha Alpay-Emet Değirmenci, Toplumsal Ekoloji Dergisi Sayı 2, Sayfa 7
http://www.ekoloji.org/dergi/sayi2/02_01TE_avrupa_nereye.pdf
(2) a.g.y.
Bu yazı 23/11/2011 tarihinde kuyerel.org’da yayınlandı