İnsanlık kabile toplumlarından krallıklara ve kent uygarlıklarına geçtiğinde farklı etnik kökenlerden gelen insanlar birarada yaşamaya başladı. Krallıklarda bir kavim diğerlerini boyunduruk altına aldı, kimi kent uygarlığında ise farklı kavimlerden insanlar eşitlik içinde yaşadı. Bu dönemde kimi despot krallar ya da imparatorlar zaman zaman bir kavmi tümüyle yok etmeye çalışmışlarsa da genel olarak etnik kimlikler birbirlerinin dillerine, kültürlerine karışmadan yaşadılar. Roma İmparatorluğunda yıkılmaya yakın dönemde paganların zorla hıristiyanlaştırılması, İslamın zorla yayılması bunun diğer istisnaları olarak ortaya çıktı.


Osmanlı’da ve Asya’daki diğer imparatorluklarda yerel kültürlere ve dinlere saygı duyulduğunu görüyoruz. Aynı dönemde Avrupa’da bir çok yerel dil ve kültür yanyana aynı krallık altında ya da feodal veya kent yönetimine bağlı olarak yaşıyordu. Taa ki 16. yüzyıla kadar. Bu tarihlerde en belirgin olarak İspanya’da ortaya çıkan gelişmeler günümüze kadar etkisini sürdürüyor. Ticari kapitalizmin gelişmiş olduğu İspanya’da, kral egemenliğini pekiştirmek için çeşitli projelere girişti. Birini çok iyi biliyoruz: Kristof Kolomb, Hindistan’a Atlantik Okyanusu üzerinden gideyim derken Amerika kıtasını keşfetti. Aynı yıllarda uygulanan diğer bir proje ise çok iyi bilinmiyor. Bu proje tüm İspanya’da Kastilya dilini hakim kılmayı amaçlıyordu. O dönemde kendi dillerini her alanda kullanan Basklılar, Katalanyalılar ve diğer halklar kendilerini bir ulusun parçası olarak görmez, yalnızca kralın buyruğunda olduklarını bilirlerdi. Tüm İspanya’da tek bir dili resmi dil olarak okutmak ve bunu kamusal alanda hakim kılmakla yeni bir kavram “ulus” yaratılıyordu.

Böylece önce İspanya’da ve sırayla diğer Avrupa ülkelerinde ulusal diller ve uluslar yaratılmaya başlandı. Bu dönem aynı zamanda ticari kapitalizmin azgın bir şekilde bugünkü Üçüncü Dünyayı sömürgeleştirtirdiği, Latin Amerika’daki yerli halkların ve uygarlıkların ortadan kaldırıldığı bir dönemdi. Bu uygarlıkların biriktirdikleri altın ve gümüşler talan ediliyor ve Avrupa devletleri zenginleşiyordu. Ama o dönemde kimse ulus düşüncesinin insanlığın başına kimsenin hayal edemeyeceği boyutta bölünmeler, savaşlar ve felaketler getireceğini göremezdi.

18. yüzyıla gelindiğinde sömürgecilikte İngiltere İspanya’yi geride bırakti. İzlenen yol farklı değildi. Nitekim o dönem İngiltere’nin sömürgesi olan İrlanda’da bugün kendi dilini konuşan insan bulmak zor. İngiltere’de kapitalizm, mekanize olmaya ve sanayileşmeye yönelerek gücünü hızla artırdı ve tüm dünyaya hakim bir güç olmayı başardı. 20. yüzyıl ortalarından itibaren gerek çelişkilerin derinleşmesi sonucu gerek Sovyet devriminin verdiği destekle sömürgeler bağımsızlıklarını kazandılar. Ancak artık endüstriyel kapitalizm bir dünya sistemi haline gelmişti ve kendisine seçenek olma iddiasındaki Sovyetleri dahi ideolojik olarak belirler konumdaydı. Bağımsızlıklarını kazanan eski sömürgeler de aynı uluslaşma modelini izleyerek bir yandan kendi içlerinde çelişkiler ve gerginlikler yarattılar, bir yandan da insanlığın evrensel çıkarları doğrultusunda birleşme fırsatını kaçırmış oldular.

Yaşanan her yerde aynıydı: Farklı halklar yapay olarak geliştirilen bir tarih ve kültür kurgusu ile bir ulus olarak sunuluyordu. Kutsal bir ulusal birlik ile güçlü olunacağı teması insanların beyinlerine kazınıyordu. Bu arada yapay olarak yaratılan düşman uluslar, insanlığın evrensel birliği gibi arayışlara girenlere karşı en güçlü argüman olarak sunuluyordu. Böylece insanlık ezelden beri uluslar halinde yaşıyormuş ve bu çok doğalmış gibi bir imaj yaratılıp, ulus kavramının sorgulanması engelleniyordu.

Geçen onyıllarda kendi kültürlerine sahip çıkan halkların tepkileri sonucu neoliberalizm ulusal devletin ortadan kalktığı, artık çokkültürlülüğün yaşandığı gibi safsatalarla ulus kavramının yarattığı sorunlara çözüm bulmaya çalışıyor. Ancak sözü edilen değişimler bazı temel hakları sağlasa da ne ulus devletleri ortadan kaldırıyor ne de zayıflatıyor. Çünkü ulus devletlerin yarattığı bir sorun yerel dilleri ve kültürleri yok etmek ise, daha büyük sorun her konuya ulusal ekonomi açısından bakmaya yol açmış olması. Kapitalizm insanlara böylece insanlığın geri kalanını hiçe sayacak bir bakış açısı kazandırıyor. Bunun sonucunda da ulusal ekonomiyi düşünenler kolayca vahşi sömürgeci savaşları destekliyor, küresel ısınmaya karşı hiç bir şey yapılmamasına seyirci kalabiliyor.

 

Sydney, 17 Mart 2005

* Bu yazı Avustralya'da haftalık Dünya gazetesi için yazılmış ve orada yayınlanmıştır