Bazı kavramların kutsal bir halesi vardır. Bu kutsal hale o kavramı tarihin ve mekânın dışına itip, tartışmasız her daim “iyi” ve hayırlı bir anlamla yükler. Ne var ki kavramları bağlamından kopardığımızda, çoğu kez o kavramın birbirine zıt anlamlarla yüklenmesi pekâlâ mümkündür. Örneğin bugünlerde dilimize pelesenk olan “uzlaşmak” kavramını ela alalım. En basit tarifle uzlaşmak, tarafların karşılıklı olarak bazı taleplerinden vazgeçip, ortak bir noktada mutabık kalmaları anlamına gelir. İlk bakışta çok olumlu bir tavır olarak algılanan bu davranış, pekâlâ bir muharebenin ya da savaşın her hangi bir anında, komutanlar tarafından yapılmış taktik bir manevraya da işaret edebilir. Öte yandan nerede uzlaşılacağı ve bu uzlaşmanın doğuracağı sonuçlar da meselenin bağlamından bağımsız ele alınamaz. Sorunları çözmeyi değil ertelemeyi hedefleyen bir uzlaşmaya sırf taraflar uzlaştı diye sevinmeli, böylesi bir tavrı hayırlı bir işmiş gibi alkışlamalı mıyız? O yüzden uzlaşmadan bahsederken gerçekte neyi talep ettiğimizi, nelerden vazgeçeceğimizi ve nihayetinde tüm bunların toplumsal ilişkilerimizi ve kurumlarımızı daha adil, daha demokratik ve daha iyi bir noktaya taşıyıp taşımayacağını da düşünmeliyiz.
Bu noktada, havsalamız uzlaşma kelimesiyle bu denli boğulmadan önce, en azından bazı sol çevrelerde, toplumsal mutabakatın tesisi için önerilen ve sıkça tartışılan başka bir kavramı hatırlamakta yarar var: yüzleşmek ya da hesaplaşmak. Mithat Sancar’ın tabiriyle geçmişle yüzleşmek ya da hesaplaşmak "yakın ya da uzak geçmişte yaşanmış insanlık suçlarının veya ağır insan hakları ihlâllerinin varlığını kabul etmek; özellikle yakın geçmişteki suçların faillerini cezalandırmak; mağdurlara maddi ve manevi tatmin sunma; bu suç veya ihlâlleri yaratan nedenleri, yapıları ve zihniyeti sorgulamak; ihlâllerin 'bir daha asla' yaşanmaması için gerekli düzenlemeleri yapmak" anlamına geliyor. Uzlaşmak ile yüzleşmek/ hesaplaşmak kavramlarının ortak noktası her iki kavramın da tarafların mutabakatını tesis etmek için kullanılmasıdır. Bu ortak noktanın ötesinde bu iki kavramın ciddi farklılıkları vardır. Uzlaşmak daha çok çatışan tarafların karşılıklı tavizlerle bir birlerine karşı yeniden konumlanmalarını sağlar. Dolayısıyla tarafların kendi söylemlerini ya da düşüncelerini ya da zihniyetlerini yeniden düşünmelerini ve sorgulamalarını gerektirmez. Oysa uzlaşmadan farklı olarak bir sorunla yüzleşmek için tarafların bizatihi kendileriyle, o meseleye yönelik düşünceleriyle ve zihniyet dünyalarıyla da hesaplaşmaları gerekir. Uzlaşma sonucu taraflar sorunun bir bölümü üzerinde mutabık kalırken, sorunun özüne dokunmayıp sorunu erteleyebilir ya da görünmez kılabilirler. Oysa bir sorunla yüzleşmek için, ilk önce inkâr edilen ya da yok sayılan sorunu görünür kılıp kabul etmek gereklidir. Aksi takdirde sorunu odak alıp çözümüne yönelik yöntem geliştirmek mümkün olmaz.
Bugün geldiğimiz noktada, bir yanda “laikliğe karşı odak oluşturma” iddiasıyla AKP’nin kapatılma davası, diğer yanda devletin bünyesinde hukuk dışı bir şekilde örgütlenmiş, darbe planlarıyla ilişkilendirilen, kimilerinin “derin devlet” olarak nitelendirdiği bir yapıyı hedef alan, Ergenekon soruşturması var. Bu bağlamda elimizde daha demokratik ve adil bir toplumsal ilişkiyi ve kurumsal yapıyı kurmak için kullanabileceğimiz iki seçenek var: uzlaşmak ya da hesaplaşmak/yüzleşmek.
Ne var ki, “tarafların birer adım geri atması” formülüyle gündeme gelen uzlaşma önerisi ile sorunlarımızı çözemeyeceğimiz, olsa olsa erteleyebileceğimiz açık. Oysa gerçekten daha demokratik ve çoğulcu bir toplumsal-siyasal yaşamı ve kurumları inşa etmek istiyorsak, başta darbe girişimleri olmak üzere, 301’den Kürt sorununa, türban sorunundan demokrasi anlayışımıza kadar pek çok sorun ile yüzleşmemiz ve geçmiş(ler)imizle hesaplaşma sürecini başlatmamız gerekiyor.
Bu yazı Bianet te yayınlanmıştır( 12 Nisan 2008).