Vicdan, ‘kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç’ olarak tanımlamış Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Gelin son zamanlarda ülke olarak yaşadıklarımızı vicdanımızın süzgecinden geçirelim. Belki de böylece kesif sis perdesiyle örtülü yaşamlarımızdan aydınlığa çıkma fırsatımız olur, kim bilir.
İlk olarak son dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmelere nasıl tepki ver(me)diğimizin muhasebesini yapmalıyız elbette. Ardından demokrasi, özgürlük gibi değerleri sadece bizim gibi olanlar söz konusu olduğunda değil, ‘öteki’leştirilen herkes için su gibi, ekmek gibi, hava gibi hayati bir değer olarak savunup savunmadığımızı tartmalıyız vicdanlarımızda. Son günlerde ülkemizde yaşadıklarımızı daha doğrusu yaşananlara verdiğimiz tepkileri vicdan imbiğinden geçirdiğimizde manzaranın iç acıcı olduğunu söylemek mümkün değil maalesef. Hükümetiyle muhalefetiyle siyasi partilerin çoğu gibi kamuoyu olarak, bizim de bu manzaradan muaf olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Örneğin, Polis vazife ve selahiyetleri kanunu ile ilgili değişiklik tasarısı geçen hafta mecliste yasalaştı. AKP’nin önerisi ve oylarıyla kabul edilen yasa, polisin yetkilerini aşırı ve kontrolsüz olarak arttırıyor. CHP’nin sözcüleri yasanın bu anti-demokratik ve özgürlükleri kısıtlayan öz-üne değil, yasanın yeterince radikal olmamasına ve özellikle jandarmanın yetkilerinin kısıtlanmasına karşı muhalefet etmeyi tercih ettiler. Demokratikleşme ve özgürlüklerin kısıtlanması konusunda ise AKP ile aynı yerde durduklarını söyleyebiliriz. CHP’nin oluşturduğu bu kutsal ittifak adı geçen yasayla sınırlı değil aslında. Biraz hafızamızı yokladığımızda benzer şekilde DTP’nin seçimlere bağımsız adaylarla girişini engellemek amacıyla oy pusulasının yeniden düzenlenmesinden, dünyada eşi benzeri olmayan, temsilde ciddi zaafları barındıran, yüzde 10 barajının korunmasına kadar birçok konuda AKP ve CHP’nin bir kutsal ittifak oluşturduklarını fark ederiz.
En ufak meselelerin bile mangalda kül bırakmayacak şekilde ‘tartışıldığı’, hatta tekme tokat ‘fikirlerin’ çarpıştığı mecliste hal böyle iken, kimilerince mağdur ve mağrur kabul edilen AKP ile ‘cuntacı’ kesimlerle ilişkisi ve askeri müdahale yanlısı tutumuyla eleştirilen CHP’nin oluşturduğu bu kutsal ittifak çoğu kez hak ettiği ilgiyi toplayamıyor maalesef. Oysa en az farklılaştıkları konular kadar belki de daha fazla, ortaklaştıkları noktalar üzerinde kafa yormalıyız. Zira bu mecra gelenekleri itibarıyla ezel-ebed birbirinin karşısında konumlandırılan AKP ve CHP’nin paylaştıkları temel bir zaafı faş etme potansiyeline sahip gibi görünüyor: demokrasi zaafı…
Açıkça şunu ifade etmeliyiz ki, aslında yukarıda mutabık kalınan konulara baktığımızda AKP ve CHP’nin kurduğu kutsal ittifak özellikle anti-demokratik ve özgürlükleri kısıtlayıcı konular söz konusu olduğunda ön plana çıkıyor gibi görünüyor. Örneğin geçen hafta ‘firesiz’ kabul edilen Polis vazifeleri ve selahiyetleri kanun değişikliği bu ittifak’ın son ürünüdür. Polisi olağan üstü yetkilerle donatan yasanın bireysel hak ve özgürlükleri ve demokrasiyi ciddi olarak kısıtlayacağını dile getiren
pek çok hukukçu, yasayı “polis devletine” aralanan kapı olarak yorumladı. Ne yazık ki, birkaç gazete ve köşe yazarı hariç medyanın çoğu bu habere pek rağbet etmedi. Hatta sivil demokrasi güçlerinin dahi sesinin gür çıktığını söylemek mümkün değil, maalesef. Bu tepki ise demokrasi zaafının sadece siyaset erbabıyla sınırlı kalmadığının alâmeti farikası olsa gerek…
Bu yasanın Ulus’taki patlamadan hemen sonra gündeme geldiğini dikkate aldığımızda, kimilerinin söylediği gibi Ulus katliamını Türkiye’nin 11 Eylül’ü olarak mı algılamalıyız? Güvenlik kaygısının ve korkunun hâkim olduğu bir yerde özgürlüklerin ve demokrasinin tırpanlanmasını normal mı karşılamalıyız?
Geçen haftalarda sevgili Mehmet Demir Radikal İki’deki ‘Amuda kalkmış demokrasi’ yazısında ‘amasız’ bir yaşama susadığını dillendirmişti (13.05.2007). Oysa yaşadığımız bu günlerde ne çok ama, lâkin ile başlayan cümle kuruyoruz. Halbuki nasıl ama(n)sız darbeye karşı durmalıysak, ama(n)sız demokrasiyi de savunmalıyız. Darbeye karşıyım ama(n) laiklik… ile ‘demokrasiyi savunuyorum ama(n) can güvenliğim… arasında fark var mı?
Bana öyle geliyor ki, korkunun akıllarımızı esir aldığı bu alaca karanlık kuşağında, vicdanlarımıza da ağır mı ağır bir darbe inmişe benziyor. Korku vicdanları esir aldığı an umuttan ve özgürlükten bahsetmek anlamsızlaşıverir. Ve o vakit “umut” hakikat gazetesinin üçüncü sayfasında kocaman bir manşetle tecavüz listesinde yerini alır.
*Bu yazı Birgün Gatezetesi’ nin 11 Haziran 2007 nüshasında yayınlanmıştır.