Ekonomi 21. yüzyıl insanı için kaçınılmaz olarak sürekli üzerinde düşünülen bir alan. Neredeyse her gün elimizdeki ya da kazandığımız parayı nasıl kullanacağımızı, neyi nasıl alıp tüketeceğimizi düşünüyoruz. Şu ya da bu ürün yerine diğerini alırsak ne kadar kazancımız olur? Ya da market yerine pazara gitmek bize ne kazandırır? ve diğer sorular. Eğer yeterli birikimimiz varsa işimiz daha da zor. Bu birikimi yatırım araçlarıyla mı değerlendireceğiz? Yoksa yeni bir bilgisayar, araba veya ev mi alacağız gibi sorular için saatlarce hatta günlerce düşünmemek elde bile değil. Çünkü geleceğe ilişkin belirsizlikler yanlış kararların çok pahalıya mal olmasına yol açabilir. Tüm toplumun bu gibi konulara harcadığı vaktin ekonomik değeri hesaplanabilmiş olsa belki de ulusal gelir ikiye filan katlanır.

 

Oysa kapitalizm öncesi toplumlarda insanlar bizzat tüketecekleri ürünlerin üretim sürecinin içindeydiler ve ekonomi üzerine bu şekilde kafa yormaları gerekmiyordu. Toplumsal ilişkiler ekonomiyi belirliyordu ve üretime ilişkin riskler tüm toplumca paylaşılıyordu. Belirsizliklere nasıl göğüs gerileceği bireysel değil toplumsal bir sorundu. Tabii ki paylaşım sorunu vardı. Devletin ya da toprak sahibinin üründen ne kadar pay alacağı dönem dönem isyanlara dahi yol açmıştı. Ancak bu günlük dalgalanmalarla belirlenen bir şey değildi. Ya da ekonomi toplumsal ilişkileri belirler durumda değildi.

 

Ekonominin toplumsal ilkileri belirlediği bu duruma yol açan etken kapitalizmin herhangi bir etiğe dayanmayan, en yüksek karı elde etmek için yapılan her şeyi meşru gören yapısıdır. Böyle bir toplumda herkes kendisini kollamak ve yaşamını sürdürmek için gerekli önlemleri almak durumunda. Böyle olunca da mevcut sistemin nasıl çalıştığını, "zengin"liğin nasıl artırılıp, nasıl dağıtıldığını, sömürü mekanizmalarını anlamak ister istemez önem kazanıyor. Daha önemlisi artık herkesin bildiği artı-değer sömürüsü gibi kavramların bugünkü kapitalist toplumda nasıl işlediğini anlamak sistemin gelecekteki eğilimlerini görmek açısından önemli. Oluşturulacak ya da benimsenecek politikalar da bu gelecek öngörülerine dayanmak durumunda.

 

Günümüzde radikal solun dahi 19. yüzyılda geliştirilmiş olan kavramlarla içinde yaşadığımız kapitalizmi eleştirirken, bu kavramların şu anda taşıdığı anlamlar üzerinde çok fazla kafa yormadığı kanısındayım. Özellikle çoğu Marksist sanki 150 yıl önceki kapitalizmin sömürü mekanizmaları olduğu gibi kalmış ya da o sömürüyü yaşayanlar çoğunlukla benzer koşullarda yaşıyormuş gibi politika yapıyor. Burada meta, değişim değeri veya artı-değer gibi kapitalizmin temel mekanizmalarını açıklayan kavramları tartışmaya getirmiyorum, bu kavramlar tabii ki 150 yüzyıl önceki kadar gerçekler. Ancak sözgelimi Marx'ın bu kavramları detaylandırdığı dönemde artı-değerin neredeyse tümü kol gücüyle çalışan emekçiler tarafından ve büyük bir ağırlıkla günlük yaşam için gereken temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir çalışma içinde üretiliyordu. Bir başka deyişle kapitalizm kendi endüstriyel üretim tarzını yaygınlaştırıyor olsa da henüz tüketim için tüketime yönelik ürünler piyasayı sarmış değildi. Artı-değer esas olarak fabrikalarda yaratılıyordu.

 

Günümüzde ise artı-değer ağırlıkla teknoloji üretimi, satış ya da finansman süreçleri içinde yaratılıyor. Kapitalistler karlılığı çok düşmüş maddi üretim alanı yerine bu alanlara sermayenin büyütülmesi ve karın artırılması için yoğunlaşıyorlar. Bu alanlarda sermayenin büyütülmesi ise spekülatif sektörlerin büyütülmesiyle iç içe gidiyor. Sonuçta da üretim ve dağıtımın örgütlenmesi açısından son derece verimsiz ve akıldışı bir toplum ortaya çıkıyor. Tüm bunları bir makale içinde açıklamak olanaklı değil, ama bu yazıda bu süreçleri daha iyi anlayabilmemizi sağlayacak soruları ortaya koymaya çalışacağım.

 

Geçmişte ve Günümüzde Artı-Değer

 

Üretim sürecine ekonomik temelde bakınca üç temel bileşenden söz edilir: Cansız emek de denilen sermaye, hammadde ve işgücü. Çok şematik olarak bakarsak, işgücü yatırılan sermaye ve hammadde maliyeti üzerine bir artı-değer yaratır ve bunun karşılığında çalışanlara ücret ödenir. Ancak ödenen ücret yaratılan artı-değerin tam karşılığı değildir, çünkü sermaye sahibi bu süreci işgücünün yaratacağı artı-değere el koymak için başlatmakta ve sürdürmektedir. Dolayısıyla yaratılan artı-değerin önemli bir bölümüne sermayedar tarafından el konulur. İşçi sınıfı burjuvaziye karşı esas olarak artı-değerin daha büyük bir bölümünü ücret ve diğer haklar olarak almak için sınıf mücadelesi yürütür. Her ne kadar sınıf mücadelesinin kapsamı çalışma koşullarının iyileştirilmesi, örgütlenme ve siyaset yapma haklarını genişletmek gibi çok daha kapsamlı olsa da burada dar anlamıyla ele alınacak.

 

19. yüzyıl koşullarında sermaye ve hammadde diye adlandırdığımız üretimin diğer bileşenleri genelde daha kolay analiz edilebilir bir yapıdaydı. Ancak günümüzde bu bileşenler daha detaylı bir analizi hakkediyor. Hammadde genelde bir çok yarı mamulü içeriyor ve bunlar yüksek teknoloji ürünleri olabiliyor. Sermaye ise genelde yalnızca üretimin yapıldığı bina ve makinaları değil, aynı zamanda üretim lisansları, son derece karmaşık ve pahalı teknolojileri, ve bir çok yazılımı da içeriyor. Zaten üretim pazarlama, satış, ürün geliştirme, finansman gibi diğer işlevleri de yerine getiren bir bürokrasi tarafından yönetildiği için sermaye denildiğinde bu işlevleri yerine getiren birimlerin ihtiyaçları da gözönüne alınmak durumunda.

 

Üretim merkezileştikçe ve daha yüksek teknolojiler kullanıldıkça ihtiyaç duyulan sermaye artar ve kaçınılmaz olarak yatırılan sermayeye göre elde edilen artı-değer ya da karlılık oranı düşer. Ancak bu kaçınılmaz bir süreçtir, çünkü rekabet sürekli olarak küçük şirketlerin kapanmasına daha büyüklerin güçlenmesine neden olur. Küçük şirketler yeni teknolojiler için gerekli sermayeyi bulamazlar ve yok olurlar. Dolayısıyla kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi için bu merkezileşme eğiliminin yarattığı karlılık düşüşünün sürekli sermaye artışı ile dengelemesi gerekir. Bir başka deyişle yeni teknolojiler kullanıldıkça ve üretim merkezileştikçe daha çok sermaye yatıracak alan bulunmalı, böylece başka alanlarda yeni kar yaratma olanaklarıyla toplam karın düşmesi engellenmelidir.

 

Başlangıçta bu durum üretime daha fazla sermaye yatırılmasına ve toplam üretimin artmasına yol açıyordu. Günümüzde ise bu süreç öyle bir noktaya geldi ki artık gerçek üretim sektörlerine (imalat, madencilik, tarım gibi) yatırım yapılarak toplam artı-değerde kayda değer bir artış sağlanması sözkonusu değil. Aksine doğrudan üretim için yapılan yatırımlar karlılığın daha da düşmesine yol açıyor. Bu çok önceden öngörülmüştü, hatta kapitalizmin bu yüzden üretici güçlerin gelişmesi önünde engel olacağı tahmin edilmişti. Ancak bu tahmin gerçekleşmedi.

 

Onun yerine sermaye daha önce artı-değer kaynağı olmayan yeni sektörler yaratarak kendini büyütmeyi başarıyor. Bunu örneklemek gerekirse şu anda istihdam açısından en büyük sektörlerden birisi haline gelmiş olan satış sektörüne bakabiliriz. Bundan yüz yıl önce satış tümüyle bakkal, manav, manifaturacı gibi kendi dükkanında bu işi yapan kişilerce yürütülürdü. Emek gücünün sömürü sürecinde yer almayan bu insanlar fabrikada ya da tarlada üretilen artı-değerden küçük bir pay almak karşılığında satışı gerçekleştirirlerdi. Günümüzde ise bu küçük işletmeler neredeyse tümüyle ortadan kalkmış durumdalar. Onların yerine satış sürecini üstlenen devasa şirketler "satış hizmeti"ni "üretiyorlar". Artık bu hizmet üretim olarak algılanıyor ve kendi içinde artı-değer üreten bir sektör haline gelmiş durumda.

 

"Hizmet" Üretimine Akıl Temelinde Bir Bakış

 

Geçmişte yalnız toptan satış işiyle uğraşan şirketleri kapsayan satış sektörü bugün yeni iş yaratmakta, sözgelimi imalat sektöründen daha büyük bir sektör haline gelmiş durumda[1]. Yalnız Batılı ülkelerde değil gelişmekte olan ülkelerde de yaşanan bu durum ne gibi sonuçlar yarattı? Bunu genel olarak hizmet sektörünün büyümesine bir örnek olarak incelemek, kapitalist büyümenin ardında yatan mantığı ve sonuçlarını anlamak açısından kafa açıcı olacaktır.

 

Geçmişte hali vakti yerinde esnaflar olarak bilinen perakende satıcıların yerini bugün iki tür çalışmayı yapan insan grubu aldı. Birincisi düşük bir ücrete süpermarketlerde ya da alışveriş merkezlerinde çalışan işçiler. Bunlar üretimden kopuk oldukları gibi genelde iş güvencesinden de yoksun olarak çalışıyorlar ve satış sektörünün istihdam ettiği kesimin ezici çoğunluğunu oluşturuyorlar. İkinci kesim ise devasa boyutlara ulaşan satış şirketlerindeki yöneticiler ve bunlara mali işer, finansman, planlama gibi alanlarda yardım eden bir bürokrasi. Bunlar genelde daha iyi ücretlerle ofislerinde çalışıyor ve günlerini bilgisayar başında rakamlarla uğraşarak geçiriyorlar.

 

Böyle bir yapılanma ister istemez üretimi de daha merkezileşmeye zorluyor. Sözgelimi dokuz bine yakın hipermarketle toplam iki milyon işçi çalıştıran Wallmart'ın küçük üreticilerle uğraşmak istemeyeceği açıktır. Aksine büyük üreticilerle ve onları da sürekli fiyatları düşürerek kendisiyle çalışmaya zorlamaktadır. Böylece bir yandan düşük ücretli işçi çalıştırarak bir yandan da üreticiye düşük fiyatlar dayatarak müşterilerine daha ucuz alışveriş olanağı sunmaktadır.

 

Toplamda bakacak olursak bir kesime dayatılan düşük ücretin daha geniş bir kesim için ucuz yiyecek, giyecek şeklinde avantaja dönüşmesi gerekir. Ancak fiiliyatta böyle de olamıyor. Bu yalnızca büyük satış firmalarını birbiriyle karşılaştırdığımızda böyle görünüyor. Öbür yanda birincisi, merkezileşen üretim özellikle taşıma giderlerini artırıyor. Hele ki Walmart gibi bir çok ürünü Çin'den getiren şirketler için böyle. İkincisi merkezileşme ister istemez onu yöneten ve yönlendiren bürokrasinin maliyetinin son satış fiyatına yansımasına yol açıyor. Büyük kentlerin gökdelenlerinde çalışan bu insanların aldığı yüksek ücretler satılan her ürüne yansıyor. Ayrıca devasa binalar haline gelen alışveriş merkezlerine arabasız gitmek de çoğu kişi için olanaksız. Bu durum özel araba kullanımını artırıyor ve görünmeyen bir maliyet artışına yol açıyor. Bu arada gerek malların çok uzaklardan gelmesi gerek alıcıların arabayla mala ulaşmasının yarattığı ek ulaşımın yol açtığı sera gazlarını da gözönüne almak durumundayız. Bu sera gazlarının yarattığı küresel ısınmanın maliyeti hiç bir zaman fiyatlara yansımıyor, ama bunu tüm insanlık olarak ödüyoruz ve de ödeyeceğiz. Yalnız ulaşım değil alışveriş merkezlerinin havalandırma, ışıklandırma ve donmuş yiyecekleri saklamak için sürekli elektriğe ihtiyaç duyması da sera gazlarını artıran önemli etkenlerden biri[2].

 

Bu mantık yürütmeye şu anda mevcut bakkallarda ya da küçük dükkanlarda ürünlerin genelde pahalıya satıldığı gerekçesiyle bir itiraz gelecektir. Ancak bu durumu toptan satış yapan şirketlerin de bu devasa satış şirketlerinden çok bağımsız olamayacağını gözönüne almadan objektif değerlendiremeyiz gibi geliyor. Nitekim doğrudan üreticilerle çalışan kimi yerel dükkan ve mağazalar daha ucuz fiyatla satış yapabiliyor. Daha önemlisi bu sektörün nasıl şekillendiğine kafa yormak ve alternatif üretmek. Merkezi üretim ve dağıtım yerel halkın kendi ekonomisi üzerinde söz söyleme hakkını da ortadan kaldırmıyor mu? Yerel bir satış ağı tercih edilerek yerel üretim teşvik edilse, o yereldeki halkın ekonomiyi denetlemesine de olanak yaratılamaz mı?

 

Mevcut tablonun bütününe baktığımızda "ucuz" ürünleri ayağımıza getirerek önemli bir "hizmet" üreten satış sektörü yerel halkın ekonomiyi kontrol etmesini olanaksız kılmaktan öte gerçek üretimle ilgisi olmayan milyonlarca kişiyi seferber ederek artı-değer üretiminin daha karlı bir alanını yaratmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu anlamda sistemi ayakta tutmak dışında bir işlevi olmayan yapay bir sektör olarak nitelenmeyi hak etmemekte midir?

 

Finans Sektörü

 

Satış sektörüne bir örnek olarak baktıktan sonra belki de en çok katma değer yaratan "hizmet"leri "üreten" finans sektörüne de bakmakta yarar var. Geçmişte bu sektör bireylere ya da şirketlere kredi sağlayan bankalar ile borsa üzerinden şirketlere finasman sağlamayı amaçlayan menkul kıymet şirketlerinden oluşuyordu. Günümüzde ise hem işlevler daha çeşitlendi hem de devasa yatırım bankaları ortaya çıktı.

 

1990'lı yıllar finans sektörünün büyük atılımlar yaptığı yıllar oldu. Daha önce bu sektörün amacı esas olarak makul bir maliyetle bireylere ve şirketlere finansman sağlamakken, artık amaç tersine dönmeye başladı. Onun yerine bu piyasaya yatırım yapanlara en üst düzeyde gelir sağlamak temel amaç olmaya başladı. Aslında bunu kaçınılmaz kılan bazı etkenleri gözardı edemeyiz. Bunlardan belki de en önemlisi emeklilik fonlarının yaygınlaştırılması ve özellikle Anglo-Sakson ülkelerde toplumun çok geniş bir bölümünün buna bağımlı hale getirilmesi oldu.

 

Spekülatif alım satımlarla yatırılan paranın değerini artırmaya dayanan yatırım şirketlerinin günümüzdeki işlevine geçmeden önce, bireysel kredi piyasasının da körüklenen aşırı tüketimle birlikte kredi kartları aracılığıyla önemli bir artı-değer yarattığını belirtmekte yarar var. Burada tüketime teşvikten öte, bir tür tuzak hazırlanmakta ve ödeme güçlüğü içine düşen bireyler çok büyük ceza faizlerine katlanmak durumunda kalmaktadır. 2000 ile 2007 arasında ABD'de ev kredileri de benzer bir işlev gördü. Düzenli geliri dahi olmayan insanlar düşük faizle daha büyük ya da lüks evler almaya teşvik edildiler. Ancak ekonomi yavaşladığında bu insanlar aylık ödemelere yetişemez hale geldi. Aylık ödemeleri aksatanların sayısı arttıkça devasa finansman kuruluşları sırayla batmaya başladı. Asıl mağdurlar ise evlerine el konulan insanlardı.

 

2008'de ABD'de başlayan krizden etkilenen diğer mağdur kesim ise emeklilerdi. Emeklilik fonlarının borsadaki hisse senetlerine ağırlık veren fonlara yönlendirilmesi 1990'lardan itibaren çok başarılı oldu. Bir süre borsalardaki yükselişten yararlanan emeklilik fonları değerini artırdı ve emeklilere daha yüksek aylık gelir umudu verdi. Ancak krizle birlikte kazançtan kayba dönüş oldu ve emeklilerin geleceği belirsiz bir hale geldi. Burada sorulması gereken soru neden emeklilik fonlarının bu şekilde spekülasyona araç edildiği olmalı.

 

Bunun yanıtını tüm bu iniş çıkışlardan kimin karlı çıktığına bakarak bulabileceğimizi sanıyorum. Emeklilik fonlarının borsaya yönlendirilmesi ile borsanın, yatırılan paranın en yüksek kazancı getirmesi için sürekli spekülatif alım satım yapılan bir pazar haline gelmesi aynı döneme denk düşüyor. Bu spekülatif alım satımlar menkul kıymet şirketlerini ve yatırım bankalarını finans sektörünün önemli bir bölümü haline getirdi. 2008'de başlayan kriz esas olarak bir finans krizi olsa ve önemli sayıda finans kuruluşu batsa da diğerleri için bu bir fırsat dönemiydi ve nitekim bazıları da tam aksine batan ya da ucuzlayan şirketleri satın alarak büyüdüler.

 

Peki Anglo-Sakson dünyada yaşanan bu değişim bizi nasıl etkiliyor? Bu böylesi krizler yaşanmadıkça yalnız onları etkileyen bir değişim diye düşünebilir miyiz?

 

Bu sorulara detaylı yanıtlar bulmak bence çok önemli, çünkü akıllı cep telefonları, video oyunları gibi bir çok teknoloji ürününe çok geniş bir kesim para yatırıyor ve bunların fiyatları o ülkelerde belirleniyor. Bu ürünler genelde Çin gibi emekgücünün ucuz olduğu ülkelerde üretiliyor. Ancak ödenilen maliyetin yüzde 4-5 gibi çok küçük bir bölümü bu ülkelerde yapılan nihai imalata ya da montaja gidiyor. Teknoloji geliştirme ve bunun finansmanı maliyetin en önemli unsurları haline gelmiş durumda. Bunlar ise büyük ölçüde ABD ya da diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşiyor. Yüksek teknoloji gerektiren kritik parçalar yine bu ülkelerde üretiliyor.

 

Bu maliyet kalemlerinin yüksek olması ise temel olarak bu işlerin gerçekleştiği kentlerde yaşamın çok pahalı olmasından kaynaklanıyor. Dünyanın en pahalı kentleri Zurih, Londra, New York, Hong Kong, Sydney gibi finans merkezleri. İleri teknolojilerin geliştirildiği Silikon Vadisi gibi yerler de buralardan geri kalmıyor. Bu kentleri bu denli pahalı yapan en önemli etken ise emlak piyasasındaki spekülatif fiyatlar. Bu kentlerde teknoloji ve finansman şirketlerinde çalışanların ücreti arttıkça emlak fiyatları artıyor. Emlak fiyatları arttıkça da ücretler artıyor. Sonuçta bu sarmal ister istemez teknoloji ürünlerinin fiyatını artırıyor ve toplam maliyet içinde gerçek imalat maliyetinin oranını düşürüyor.

 

Sonuçta dünyanın her tarafında bu ürünlere ödenen paralar büyük ölçüde dünyanın en pahalı kentlerindeki emlak spekülasyonunu desteklemiyor mu? Bu soru tabii yeni çıkan modellere ödenen fiyatlar için geçerli. Yoksa sözgelimi 5 yıl önce çıktığında 100 dolara satılan bir cep telefonunu bugün 15 dolara almak mümkün. Çünkü onun teknoloji geliştirme ve finansman maliyeti artık ödenmiş durumda.

 

Sonuç Yerine

 

Üzerinde düşündüğümüz bu iki sektöre ek olarak emlak sektörünü ya da özellikle finans sektörüne hizmet eden "profesyonel hizmetler" sektörünü de aynı şekilde incelemek mümkün. Kaçınılmaz hizmetleri içeren eğitim, sağlık gibi sektörlerde maliyetlerin neden bu kadar yüksek olduğunu incelemek de mümkün. Detaylara girdikçe hepsinin altından artı-değeri artırmak için yaratılan akıldışı örgütlenmelerin ve süreçlerin çıkacağı açık değil mi?

 

Gerçek ihtiyaçları karşılamaya yönelik maddi üretim süreçlerinde yaratılan artı-değerin büyütülememesi günümüz kapitalizmini giderek daha akıldışı süreçler geliştirmeye, daha geniş yığınları yalnız para hesabı yapmak, ya da bir şeyler alıp satmak için istihdam etmeye yöneltiyor. Giderek daha fazla sayıda insan gerçek üretim süreçlerinden uzaklaşıyor ve anlamsız bürokrasilerin parçası olmak için gökdelenleri dolduruyor ya da o bürokrasilere hizmet eden işlerde çalışıyor. Milyonlarca insanın yaşadığı New York, Londra gibi finans merkezlerinde "hizmet" dışında çok bir şey üretilmiyor. Kapitalizm yarattığı bu asalak metropollerin maliyetini ise çeşitli yollarla tüm dünyanın sırtına yüklüyor.

 

Kapitalizm tüm bu gelişmeleri bize büyüme olarak sunuyor. Oysa büyüyen yalnızca sermaye ve toplam artı-değer. Toplumun refahı anlamında ya da gerçek insani ihtiyaçların karşılanması anlamında büyüme değil gerileme sözkonusu. Sıradan insanlar için bu büyümenin anlamı artan fiyatlara yetişmek için daha çok çalışmak, iş bulabilmek için metropollere taşınmak, oradaki pahalı yaşama ayak uydurmak v.b.

 

Üstelik böyle bir büyüme stratejisi doğanın sermaye tarafından sonuna kadar tüketilmesine yol açacak bir sürece yol açıyor. Merkezi üretim yerel üretime göre doğal kaynakların çok daha fazla kullanılmasına, taşıma için sürekli artan miktarlarla fosil yakıtların tüketilmesine neden oluyor. Yaratılan şirket bürokrasilerinin metropollerde neden olduğu sorunlar da olayın bir diğer boyutu: Her gün işlerine arabayla giden milyonlarca insanın yarattığı hava kirliliği ve aşırı fosil yakıt kullanımı, verimli toprakların asfalt ve betonla kaplanması v.d. Bunlar aşırı tüketime dayalı günümüz kapitalizminin yarattığı doğa yıkımını katmerleştiriyor.

 

Böyle bir toplumda anaakım muhalefet ise "sistem istihdam yaratmıyor, işsizlik artıyor" ve benzeri argümanları kullanıyor. Oysa bu sistemin yarattığı istihdamın giderek daha çok üretimden kopuk, gerçek yaşama yabancılaşmış bir istihdam olacağı açık değil mi? Onun yerine özellikle "yapay" olarak nitelenebilecek sektörlerde daha az istihdam, buna karşılık daha çok sosyal güvence talep etmek daha akıllıca değil mi? Daha önemlisi ise asıl çözümün bu akıldışı sürece bir son vermek olduğunu savunmak değil mi?

 

Notlar:

 

[1] Burada özellilke istihdam açısından duruma bakarsak, gelişmiş ülkelerde satış sektörü en çok işgücü istihdam eden sektör durumuna gelmiş durumda. Ancak gelişmekte olan ülkelerde de durum çok farklı değil. Sözgelimi Çin'de 1980'de bu sektörde çalışan sayısı 13.6 milyon iken kapitalistleşme süreci sonucu 2001'de 47.4 milyona çıkmış ve bu ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 18'i demek. İmalat sektörü için bu oran yaklaşık yüzde 28. Bknz: http://www.allcountries.org/china_statistics/appendix_1_2_labor_force_and_employment.html

 

[2] Küresel ısınmayı hızlandıran etkenler ve sonuçları için: "Küresel Isınma ve Ekolojik Felaketler", Reha Alpay, Özgür Üniversite Forum Sayı: 31, http://ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=339:kueresel-isnma-ve-ekolojik-felaketler-&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5