Murray Bookchin henüz 9 yaşındayken katıldığı Genç Öncüler örgütünden yaşamının sona erdiği 85 yaşına kadar devrim için çabalamış, kendini devrime adamış ve her yönüyle devrime kafa yormuş bir düşünür. Doğaldır ki bu 76 yıl boyunca devrime bakışı değişmiş ve giderek daha olgunlaşmış. 1950'lere kadar işçi sınıfının öncülüğünde tipik bir proleter devrime inanırken, 1960'larda toplumsal ekoloji düşüncesine dayanan "kıtlık sonrası anarşizmi" geliştirmek ve buna uygun bir devrime yönelmek gerektiğini savundu. 1990'ların sonunda ise düşünsel olarak anarşizmden kopup geliştirdiği düşünceleri komünalist çerçevede yeniden formüle etti.

 Bu yazıda Bookchin'in devrime bakışını özellikle kaynaklandığı temeller itibariyle ele almaya çalışacağım. Bookchin aslında geliştirdiği yaklaşımlarla devrime bakışta devrim yapmış bir düşünür. Kendisinden önceki Marksist, anarşist ve diğer devrim anlayışlarını incelemiş ve sonuçta yeni bir sentez üretmiş durumda. Bu sentez bazı yönleriyle Marx'dan kaynaklı, bazı yönleriyle anarşist olarak nitelenebilir, ama bütün olarak ele alındığında her iki anlayışı da aşan özgün bir yaklaşım.

 

Devrim Nedir?


Analize başlamadan önce devrimi tanımlamaya çalışmakta yarar var. Toplumsal devrim, geniş yığınların harekete geçmesi sonucu toplumsal ve politik kurumların yıkılıp yerine yeni kurumların ortaya çıkması ya da kısa bir sürede bu kurumların köklü bir şekilde değişmesi olarak tanımlanabilir. Bunu "politik devrim" olarak adlandırılan, yığınların harekete geçmesi sonucu siyasi rejimin ya da hükümetin zorla veya yığınsal gösteriler sonucu değişmesi ile karıştırmamak gerek. Özellikle son dönemlerde yaşanan "turuncu devrim"ler ya da Arap baharının yol açtığı devrimler özünde toplumsal devrimler değildir, yalnızca politik yapıda değişime yol açmışlardır.

Hanna Arendt'in modern devrim anlayışı burada daha uygun olabilir: Tarihin daha önce yaşanmamış bir şekilde yeni bir değişime tanık olması(1). Tabii burada insanlık tarihinden mi, yoksa belirli bir ülkenin tarihinden mi söz ettiğimiz de önemli. Sözgelimi 17. yüzyılda İngiliz devrimi ve 18. yüzyılda Büyük Fransız devrimi tüm insanlık için böyle bir değişime yol açtı. Bu devrimler yalnız diğer devrimlere örnek oluşturmadı, yarattıkları düşünsel dönüşüm o ülkelerin sınırlarının ötesine geçti ve dünyanın her yerinde yeni düşüncelerin oluşmasına yol açtı ve diğer ülkelerdeki politikaları da etkiledi. 20. yüzyıldaki Sovyet ve Çin devrimleri için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunları söylerken de yalnız olumlu etkilerin değil, tepkisel olumsuz etkilerin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Bu noktada bir çok düşünürün devrim denilince yalnız modern dönemin devrimlerini ele aldığını belirtmekte yarar var. Oysa modern devrimlerin hedefi olan özgürlük ve eşitlik gibi düşünceler antik dönemde formüle edilmiş ve yazıya dökülmüştür. Murray Bookchin "Kentsiz Kentleşme" adlı kitabında antik Atina'da yaşanan değişimden şöyle söz eder:

"İktidar, doğum yoluyla üst tabakaya yerleşmiş küçük bir sınıfın ayrıcalığı olmaktan çıkıp kitlesel bir etkinlik haline geldi. Galeyana gelen halkın çıkardığı isyanlar ile aristokrasi, tiranlık ve kısıtlı halk hükümeti arasında gidip gelen ani dalgalanmalar, milattan önce beşinci yüzyılın son yarısına dek Atina tarihine damgasını vurdu; ancak bu tarihten sonra son derece radikal bir nitelik taşıyan ve karşılıklı (yüz yüze) ilişkiye dayanan bir demokrasi oluşturularak Atina'daki politik yaşamın istikrar kazanması sağlandı." (2)

Bunun yazılı tarihte eşsiz bir gelişme olduğunu belirten Bookchin, şöyle devam eder:

"Atina demokrasisini model olarak alan daha sonraki yurttaşlık idealleri, orijinali ile karşılaştırıldıklarında, bitmemiş, olgunlaşmamış bir yapıdadır. ... bu idealler, demokratik polis'teki ideale yaklaşan politik özgürlük modelleri yaratmaya yönelik, etkileyici çabaları içerir; ortaçağdaki kent-devletleri ile Amerikan ve Fransız devrimleri bunlara örnek olarak verilebilir. Bu çabalar çoğunlukla içgüdüye dayanmıştır." (3)

Modernleşmenin ortaya çıkardığı sorunlarla meşgul olan düşünürlerin yurttaşlık ideali üzerine geliştirdiği düşünceler antik Atina'da geliştirilen düzeyde değildir. Bunun sonucu olarak bir devrimin başarısının ya da tamamlanmış olup olmadığının kıstasları büyük ölçüde Atina'da yaşanmış olan doğrudan demokrasi deneyimine bakılarak saptanabilir. Bookchin bunu yaparak üçüncü devrimi gerçekleştirmeyen devrimleri bir anlamda tamamlanmamış devrimler olarak görür.

Bu yaklaşımları yazının ilerleyen bölümlerinde açmaya çalışacağım, bu noktada devrimin bir günde olup biten bir olay olarak algılanamayacağını, bir süreç olduğunu vurgulamakta yarar var. Yalnızca politik bir devrimden değil de bir toplumsal devrimden söz ediyorsak, bu kendi içinde farklı devrimleri içermek durumundadır ve yarattığı yeni değer yargılarıyla izleyen dönemde de toplumsal yaşamı köklü bir şekilde değiştirecektir.

Antik Atina'da Doğrudan Demokrasi

Antik Atina'da doğrudan demokrasi, burada detaylarına giremeyeceğimiz, uzun bir döneme yayılan ayaklanmalar, toplumsal çatışmalar ve bunları çözmeye yönelik politik dönüşümler sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu demokrasiyi önceki dönemlerde ortaya çıkan kabile demokrasilerinden ayıran özellik yalnızca ayrıntılı olarak yazıya dökülmüş yurttaşlık kavramı değil aynı zamanda kan bağına dayanmayan bir demokrasi olmasıdır. Başlangıçta eski kabile meclisleri yürütme gücü olmayan, ancak yasa çıkarmak konusunda gücü olan kurumlar olarak yeniden canlandırılmıştır. Ardından Atinalıların köleleştirilmesi yasaklanmış ve tüm Atinalılara yurttaşlık hakkı verilmiştir. Bu demokratikleşme sürecinin nihayetinde ise tüm yurttaşları kapsayacak bir demokrasinin işlemesi için kurgusal yeni bir kabile yapısı oluşturulmuş ve bu şekilde toplumun farklı kesimlerinin kendisini ifade ederek politik kararlara katılmaları sağlanmıştır.

On yıllarca yürürülükte kalmış bu sistemde yürütme gücü tüm yurttaşların katılımına açık olan halk meclisi içinde kura yoluyla seçiliyordu. Kurayla seçilen beş yüz kişilik yürütme konseyi (boule)  bir yıllığına halk meclisinin çıkardığı yasaları ve aldığı kararları uygulamakla yükümlüydü. Bu amaçla kendi içinde işbölümü yapıp farklı alanlardan sorumlu olan kurulları oluşturuyorlardı. Kurayla yapılan seçim her yurttaşın yönetimde rol alabileceğine ve alması gerektiğine olan inançtan kaynaklanıyordu. Yönetim için gerekli beceriler ise halk meclisinde yapılan konuşma ve tartışmalar sırasında kazanılan mantık yürütme ve düşünce üretme yeteneklerine dayanıyordu.

"Atinalılar, ekklesia adı verilen meclislerde yalnızca izlenecek yolları belirleyip karar almak için toplanmazdı; bu toplantılar sırasında, adil bir şekilde hareket edip politik boyuttaki doğru ve yanlış ideallerini genişletmek amacıyla birbirlerini eğitirlerdi. Günümüzdeki basmakalıp deyişi kullanacak olursak, o dönemde uygulanan "politik yöntemlerin", mutlaka kurumsal ya da idari boyut taşıması gerekmezdi; bu yöntemler, oldukça süreçsel bir yapıya sahipti; politika, düşünsel, etik ve kişisel gelişmeye (paideia) yönelik olan bitip tükenmez nitelikteki günlük bir "ders programı"nı kapsıyordu; paideia yurttaşların etkin bir şekilde kamu işlerine katılmalarını sağlıyor, polis ve polis'in gereksinimleri için ellerinden geleni yapmaya teşvik ediyor, özel yaşamlarını topluluğun en yüksek etik standartlarına uygun şekilde sürdürmeye yöneltiyordu."(4)

Antik dönemde demokrasi nufüsun yaklaşık yüzde onunu oluşturan erkek yurttaşların katılımına açıktı. Kadınların, kölelerin ve göçmenlerin yurttaşlık hakkı olmaması daha geniş bir katılıma olanak vermiyordu. Bu haliyle antik demokrasinin bugün için bir model olarak alınamayacağı açıktır. Ancak buna dayanarak orada yaratılan yurttaşlık kavramını ve demokratik mekanizmaları küçümsemek de çok anlamlı değil. Çünkü unutmayalım ki köle alım satımı o dönemde tüm Ortadoğu'da bin yıldan uzun bir süredir olağanlaşmış durumdaydı ve Avrupa'da 19. yüzyılın başına, ABD'de 1865'e kadar yasaklanmadı. Kadınların eşit olarak politik yaşama katılması ise ancak 20. yüzyılda gerçekleşti. Dolayısıyla modern devrimler de aynı kısıtlı "eşitlik" ve katılım anlayışı içinde gerçekleşti.

O dönemin somut günlük yaşamı içinde bakacak olursak erkek yurttaşların meclis toplantılarına katılması büyük ölçüde kadınların evin ve çocukların sorumluluğunu üstlenmeleri ve genelde merkezi boyutta olmasa da üretim ve özellikle hizmetler alanında kölelerin kullanılması sayesinde gerçekleşti. Kadınlar kölelerin çoğunu oluşturan ev hizmetçilerinin yönetimini de üstlenmişlerdi. Antik Yunanistan'da Roma'da olduğu gibi latifundialar (köle emeğine dayanan büyük çiftlikler) yoktu. Bununla birlikte kölelerin tahminen onda birine yakın bir bölümü madenlerde çok kötü koşullarda çalışıyordu. Halkın çoğu kendine yeterli üretimi evinde ve çiftliğinde gerçekleştiriyordu. Her ne kadar antik dönem insanı çok daha basit bir yaşam sürdürse de eviçi üretime giysiler ve bugün piyasadan aldığımız bir çok tüketim maddesi dahildi. Tarımsal üretim esas olarak çiftçi yurttaşların emeğiyle gerçekleşiyordu. Ancak ne evde ne de tarımda mekanik aletlerin kullanılmadığı bu dönemde kölesi olmayan insanların yaptıkları üretim ancak yoksul bir yaşam sağlıyordu. Bunun en önemli nedeni de o dönemde saldırgan imparatorluklara ve komşulara karşı savunma zorunluluğuydu. Pers İmparatorluğu Yunanistan'daki kentler için sürekli bir tehdit unsuruydu. Atina güney komşusu Sparta ile de sürekli savaşmak durumunda kaldı. Sparta esas olarak yerli halkın köle olarak üretim yaptığı ve Sparta yurttaşlarının neredeyse tüm zamanlarını savaşa hazırlanmaya ayırdığı bir kentti. Zengin Atinalılar savaşa atlarıyla, orta halli olanlar kendi zırhlarını getirerek katılırken, yoksul Atinalılar sıra neferi olarak ya da gemilerde kürekçi olarak destek veriyorlardı.(5)

Göçmenler ise genelde ticaret veya zanaatla uğraşıyorlardı. O zamanki anlayış içinde ürettiği ürünü veya kendi üretken emeğini satsa bile geçimi için piyasaya bağlı olan bir kişi politik olarak bağımsız kararlar alamazdı. Piyasadaki çıkar ilişkileri onun bağımsız bir şekilde tüm topluluğun çıkarlarını düşünmesine engel olurdu. Bugünkü "demokrasi" anlayışımıza ne kadar ters gelse de gerçek bir demokrasinin ancak böyle bir yaklaşımla kurulabileceğini kabul etmek gerek. Toplumun genel çıkarlarından farklı olarak bireysel ekonomik çıkarları olan insanlar her zaman bu bireysel çıkarlara öncelik vererek topluluğun kısa ve uzun vadeli çıkarlarını gözardı edebilirler. Atinalılar ideal bir yurttaşın ekonomik olarak kendi kendisine yettiğinde demokrasi içinde otonom olarak karar veren bir katılımcı olacağını düşündüler. Antik Atina'da ticaret ve zanaat türü işlerin ağırlıklı olarak yurttaş olmayan göçmenler ve kölelere bırakılmasının büyük ölçüde bu anlayışın sonucu olduğu düşünülüyor.

Bookchin bunu şu cümlelerle ifade ediyor: "Bir çok Yunanlının gözünde zengin tüccar, kendisinden mal alan insanların koruması altında ve onlara bağımlıydı; aynı şekilde, büyük beceriye sahip zanaatkârlara, sanatçılara ve şairlere, ürettikleri ürünlere yönelik istikrarsız talebin köleleri gözüyle bakılırdı. Eğer kişinin temel gereksinimleri, özyeterliliğe sahip üreticilerden oluşan ve paylaşıma ağırlık veren bir grup içinde karşılanmıyorsa, bir Atinalı için özgür olmanın pek bir anlamı yoktu.... Ne kadar iyi bir konumda olursa olsun maddi ilişkileri itibariyle koruma altında ve bağımlı bir kişi, dış otorite ve çıkarları dikkate almadan bir yargıda bulunamaz, akıl yürütemez; çünkü kendi yaşamı bu unsurlara bağlıdır." (6)

Modern Çağ ve Fransız Devrimi

Atina demokrasisi önce Makedonyalıların sonra da Romalıların işgaliyle çöktü. İzleyen dönemlerdeki ilk doğrudan demokrasi deneyimi Rönesans öncesinde yükselen İtalyan kentlerinde ortaya çıktı, ardından Orta Avrupa, Hollanda ve çevresine yayıldı. Ancak aradan geçen yüzyıllarda kent ile kır birbirinden iyice ayrışmış, kırsal kesimde ağır bir feodalite hakim olmuştu. Kentler çok geniş bir yoksul yurttaş kesimini barındırıyordu ve bu kesim demokrasi içinde yer almadı. Bu anlamda bu demokrasiler antik Atina demokrasisisi kadar kapsayıcı değildi, üstelik zenginleşen ve güçlenen burjuvaziyle diğer halk kesimleri arasındaki çelişkiler arttıkça cumhuriyetlere dönüştüler. Temsili meclislerle yönetilen bu kentler ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte önemlerini yitirdiler.

Ulus devletler başlangıçta kralların keyfi yönetimleri altındaydı. Yaratılan bürokrasiler büyüdükçe bu keyfi yönetimin koyduğu vergiler tüm halk kesimleri için ağır bir yük oluşturmaya başladı. Gerek kırsal kesimde gerek kentlerde yoksulluk çok geniş kesimleri etkilemeye başladı. Ayrıca  toprağa bağlı feodalite ortadan kalkmış olsa da soylulara karşı feodal yükümlülükler yeterli toprağı olmayan köylüler üzerinde büyük bir yük oluşturuyordu. Modern dönemdeki Avrupa devrimleri geçmişteki özgürlüklerin hatırlanıp yeniden talep edilmesini içerse de büyük ölçüde yoksulluğa ve asalak sınıflara karşı bir tepki olarak gelişmişti. Geçmiş dönemlerde sahip olunan özgürlükler ise çoğunlukla üst sınıflardan gelen aydınlar tarafından dile getirilmişti. Bu kesimler demokrasiyi ayaktakımı yönetimi olarak görmüş, bu yüzden onun yerine temsili cumhuriyet sistemlerini hedef olarak benimsemişlerdi.

Fransa'da kriz 18.yüzyıl boyunca yaşanan savaşlar sonucu krallığın büyük bir borç yükü altına girmesi ve bunu ödemek için yeni vergilere ihtiyaç duymasıyla başladı. Soylu sınıfların bu yeni vergilere karşı direnmesi, 1614'ten beri toplanmamış olan Sınıflar Meclisinin (Estates General) toplanmasını zorunlu kıldı. Bu meclisin temsilcileri soylular, ruhban sınıfı ve geri kalan sınıflar için (Üçüncü Meclis) ayrı ayrı seçiliyor ve bazen hep birlikte bazen ayrı ayrı toplanıyordu. Soylular ve ruhbanların temsilcilerinin seçimi daha kolay bir süreçti. Ancak Üçüncü Meclis çok daha geniş kesimleri temsil ettiği için seçim çok dolaylı bir şekilde, seçmenlerin seçilmesi aşamaları şeklinde yapılıyordu. Bu durum geniş halk kesimlerini harekete geçirdi. Yapılan toplantılarda şikayetler ve talepler dile getirildi, formüle edildi ve seçilen temsilcilerin bu talepleri meclise götürmesi istendi.

Bu şikayet ve talep listeleri meclisin "kraliyet ve bakanlık despotizmini yıkması gerektiği, kralın haklarını kısıtlayacak bir anayasa ihtiyacı ve düzenli toplanacak ulusal bir meclisin yaratılması gerektiği konusunda uzlaşıyordu".(7) Nitekim Üçüncü Meclis toplanınca kralın yetkilerini kısıtlayacak bir Fransa Anayasası çıkarana kadar toplanma kararı aldı. Diğer iki meclisten de önemli bir destek geldi ve böylece Ulusal Meclis ortaya çıktı.

Krallık ile anayasal bir yönetim bekleyen halk arasındaki gerilim Paris'te yaygın bir ayaklanma ile sonuçlandı. Ayaklanan halkın 14 Temmuz 1789'da Bastille'deki tutukluları serbest bırakması kralın gücünün kırılması açısından dönüm noktası oldu ve bu tarihi olay Birinci Devrim olarak kabul edildi. Ancak izleyen yıllarda Kral XVI. Louis gücünü yitirmiş dahi olsa Fransa Anayasası konusunda uzlaşmaz bir tavır aldı, hatta Fransa'nın savaştığı Avusturya ve Prusya gibi monarşist güçlerle gizli bir işbirliği içine girdi.

Bu arada kırsal kesimde köylüler ayaklanıyor şatoları yakıyor ve feodal ayrıcalıkları belgeleyen arşivleri yok ediyordu. Paris'te ise Üçüncü Meclis'e gönderilecek temsilcileri seçen seksiyon meclisleri bu görevi yerine getirdikten sonra da düzenli olarak toplanmaya devam ettiler. Paris'in 60 bölgesini temsil eden bu seksiyon meclisleri kendi bölgelerindeki halkı örgütleyen ve harekete geçiren yapılara dönüştüler. Giderek radikelleşen seksiyonlar verdikleri kararların Ulusal Meclis tarafından uygulanması için geniş halk kitlelerinin Ulusal Meclis'e yürüyüşlerini örgütlediler. Her bir yürüyüş devrimi daha radikal bir noktaya getirdi. 10 Agustos 1792'de gerçekleşen yürüyüş ise Kralı koruyan İsviçreli Muhafızların katledilmesi ve Krallığın ortadan kaldırılması ile sonuçlandı. Böylece İkinci devrim başlamış oldu.

Ardından yapılan seçimlerle 20 Eylül'de Ulusal Konvansiyon toplandı. Bu Konvansiyon ağırlıkla Paris'i temsil eden Jakoben'lerle eyaletleri temsil eden Girondenler arasındaki gerilimlere tanık oldu. Başlangıçta ılımlı olan Girondenler ağır bastı ve Ekeyi yönetti. Ancak onları hainlikle suçlayan ve Paris seksiyonlarının örgütlediği yürüyüşleri arkasına alan Jakobenler 2 Haziran 1793'te gerçekleşen yığınsal bir yürüyüşün Konvasiyon'u kuşatması ve tehdit etmesi sonucu Girondenleri tasfiye edip ülke yönetimini ele aldı.

Fransız Devriminde Doğrudan Demokrasi

Kısaca özetlediğim bu olayların arkasındaki dinamiklere de bakmakta yarar var. Kimileri bu devrimi (ya da genel olarak devrimleri) kendiliğinden bir çıkışla gerçekleşmiş gibi sunmayı tercih eder. Oysa yukarıdan aşağıya bir örgütlenme olmamakla birlikte Fransa devrimi büyük ölçüde Üçüncü Meclise temsilci seçmeye yönelik örgütlenmelere dayanmıştır. Bu kurullar yalnızca şikayetleri ve talepleri formüle edip dağılmamış, taleplerin yerine gelmesi için halkın örgütlendiği yapılara dönüşmüşlerdir. Bunun öncesinde de eşitlikçi ve Cumhuriyetçi görüşleri tartışan ve yayan klüpler yıllarca etkinlik göstermiştir. Bu görüşler kahvelerde yaygın olarak tartışılmış, binlerce broşür yayınlanmıştır.

Bir diğer tartışmalı konu da Fransız Devriminin bir burjuva devrimi olduğu düşüncesidir. Bookchin bunu bir çok açıdan ele alarak doğru bulmaz. Her şeyden önce ayaklanan halk asalak feodal sınıflara karşı olduğu kadar burjuvaziye karşı da ayaklanmıştır. Bunun maddi nedenlerini Bookchin şöyle özetlemiştir:

"Lonca ustaları, kendi çıraklarını ve gündelik işçilerini korumakla yükümlü tutuluyordu ve bir bütün olarak, köylerden, dermansız veya fakirleşmiş olan sakinlerini koruması bekleniyordu. Kapitalizm, en azından ticaret kasabalarında, bu köklü ilişkileri parçalamaya yönelik bir tehditti, bunların yerine, herhangi bir toplumsal sorumluluğu olmayan serbest bir pazar ekonomisinin soğuk kayıtsızlığını koyuyordu. Hem zanatkârlar hem de köylüler, yiyecek kıtlığında fiyatları acımasızca yükselten ve fakirlerin şanssızlıklarından devasa kârlar elde eden kalpsiz işverenlerin, tahıl stokçularının, spekülatörlerin ve toprak gaspçılarının merhametine terkedilmişti." (8)

Bunun ötesinde kasabalardaki ve kırsal kesimdeki burjuvazi devrimden en az feodaller kadar korkuyor ve oluşturdukları milis güçleriyle kırsal ayaklanmaları bastırmaya çalışıyorlardı. Ulusal Meclisteki burjuva temsilciler ise Paris halkının örgütlü yürüyüşleri olmasaydı Kralla uzlaşmak konusunda hiç bir kararsızlık göstermeyeceklerdi. Sonuçta feodalizmin tasfiye edilmesinden en az yoksul köylüler kadar kazançlı çıkmış olsalar da bu konuda hiç bir zaman onlar kadar zorlayıcı olmadılar.

1792'de gerçekleşen İkinci Devrime kadar Paris seksiyonları bir yandan devrimi ileriye götüren büyük yürüyüşleri orgütlerken bir yandan da kendi meşruiyetlerini kazanmaya çalışıyorlardı. Çünkü gerek Ulusal Meclis gerek o dönemdeki ılımlı Paris Komünü (yerel yönetimi) seksiyonların güçlenmesini istemiyordu. Daha önce sayıları 60 iken bu sayı 48'e indirilerek zayıflayacakları düşünüldü. Ancak bu, seksiyonların politik sorunları tartışarak verdikleri kararlar doğrultusunda eyleme geçmelerine engel olmadı. Her seksiyon kendine özgü bir yerel kültür geliştiriyordu. Kimisi daha radikalleşiyor, daha zengin mahalleri kapsıyon seksiyonlar ise ılımlı bir çizgide kalıyordu.

Krallığın ortadan kaldırılmasıyla birlikte Paris Komünü yeni bir yapıya kavuştu. Artık Komün seksiyonların üzerinde bir güç olma çabasında değil, seksiyonların eşgüdümünü sağlayan ve oralarda verilen kararları uygulayan bir idari yapıya dönüştü. Buna paralel olarak seksiyon meclisleri daha önceki kısıtlamalar kaldırılarak tüm yurttaşların katılımına açık bir yapı kazandı. Birinci Devrimden bu yana yiyecek ve güvenlik gibi konularda komiteler oluşturarak günlük yaşamı organize ediyorlardı. Bu komitelere daha önce Komün atama yaparken İkinci Devrimle birlikte komite üyeleri seksiyonlar içinden seçilmeye başlandı. Böylece antik Atina'dakine benzer bir doğrudan demokrasi tüm Paris çapında yaşama geçirildi. O dönemde Paris'in nüfusunun 600 bin olduğu düşünülürse bu çok daha geniş bir yurttaş topluluğunun doğrudan demokrasiyi yaşaması anlamına geliyordu.

Avrupa'nın monarşist güçleriyle gelişen savaş Paris seksiyonlarının alması gereken sorumlulukları artırıyordu. Daha önce Paris'in güvenliğini sağlayan Ulusal Muhafızlar cepheye gitmişti. Bunun sonucunda her seksiyon kendi askeri milis gücünü oluşturdu. Bu gücün komutanları seksiyon meclisinde tüm yurttaşlar tarafından seçiliyordu. Yoksullukla başa çıkmak, askeri mühimmat sağlamak ya da üretmek gibi amaçlarla yeni komiteler oluşturuldu.

Ancak Paris'te bunlar olurken eyaletlerde Kralcı gericiler örgütleniyor ve Cumhuriyetçileri ezmeye çalışıyordu. Böylesi bir ayaklanma ortamında Paris'te ortaya çıkan ikili iktidar çok uzun süre devam edemezdi. 2 Haziran 1793'teki  yürüyüşle Girondinlerin tasfiyesi bu ortamda gerçekleşti. Jakobenler Paris seksiyonlarını arkalarına alıp Konvasiyonun gericilikle uzlaşmaya yatkın ılımlı kanadını böylece tasfiye ettiler. İzleyen dönemde ise büyük bir terör başlatarak yalnız gericileri değil kendilerine muhalif herkesi giyotine gönderdiler. Bu, seksiyonlar içindeki radikal unsurların da eğer giyotine gitmedilerse hapsedilerek ya da baskı altına alınarak tasfiye edilmesi anlamına geliyordu. Bu durumu öngören kimi radikaller 2 Haziran'dan önce Konvansiyonu ortadan kaldırarak seksiyonların doğrudan demokrasisini tek iktidar yapacak bir Üçüncü Devrim için çabaladılar. Ancak bunda başarılı olamadılar. Üçüncü Devrime yönelik daha sonraki çabaların da bir ayaklanmaya yol açmaması Paris'teki seksiyonların merkezi iktidar karşısında gücünü yitirmesine ve sönümlenmesine yol açtı. Merkezi yönetim giderek daha otoriter ve askeri bir yönetime dönüştü. Bu sürecin sonunda Napolyon bir darbeyle iktidara geldi ve İmparatorluğunu ilan etti.

1917 Rus Devrimi

19. yüzyıl bir çok devrime tanık olmakla birlikte bunların hiç biri Büyük Fransız Devrimi kadar kalıcı etkiler yaratamadı. Bu devrimler bir Üçüncü Devrim umudu yaratmaktan çok Fransız Devrimi ile başlayan feodal yapıların tasfiye edilmesi ve temel demokratik hakların geliştirilmesi sürecini hızlandırmakla sınırlı etkileri oldu. Belki burada 1848 devriminin kızıl bayrakların açıldığı ve sosyalist düşüncelerin yüksek sesle dile getirildiği ilk devrim olarak bir Üçüncü Devrim umudu yarattığını söyleyebiliriz. 20. yüzyıl ise halkın aşağıdan yukarıya örgütlenmesi ve kendi yaşamına ilişkin kararları vermesi konusunda daha ilk yıllarından başlayarak yeni umutlar verdi. Bu arada sanayileşme tüm Avrupa'ya yayılmış ve kentlerdeki nüfus içinde fabrika işçileri ağırlık kazanmıştı. Başka bir deyişle Fransız devrimlerine sahne olan zanaatkârların ağırlıklı olduğu dönem tarih olmuştu.

1905 Rus Devrimi bu anlamda Sovyet örgütlenmesinin ortaya çıkışıyla önemliydi. Fabrika işçileri seçtikleri temsilcileri St. Petersburg İşçi Sovyetine gönderdi ve bu konsey grev ve diğer eylemlerin örgütlenmesinde merkezi bir rol oynadı. Çarlık polisi bu örgütlenmelere göz açtırmadıysa da diğer bazı kentlerde de İşçi Sovyetleri ortaya çıktı.

1905 devrimi bastırılmasına karşın geniş halk yığınları üzerinde önemli izler bıraktı. Birinci Dünya savaşı Rusya'yı sanayide çok daha ileriye geçmiş Almanya karşısında hazırlıksız yakaladı. Soğuk bir kışın ardından ortaya çıkan yiyecek kıtlığı geniş yığınların huzursuzluğunu doruk noktaya taşıdı. Şubat 1917'de önce grevler tüm St. Petersburg'a yayıldı, ardından ayaklanan kadınlar, işçiler ve onlara destek olan askerler Çarlığa son verdi. Bu süreçte Menşevikler işçileri St. Petersburg Sovyeti oluşturmak için fabrika temsilcileri seçmeye çağırdı. Bolşevik kent komitesi başlangıçta buna sıcak bakmasa da Viborg bölgesindeki Bolşevikler bunu destekledi.

Menşevikler Sovyetleri daha çok liberal burjuva hükümete destek olacak bir araç olarak görüyorlardı. Ancak Sovyetler başka kentlerde ve köylerde de oluşmaya başladı ve yiyecek dağıtımı, güvenliğin sivil milisler aracılığıyla saglanması gibi bir çok işlevi üstlendiler. Böylece ikili iktidar yapısı oluştu. Sovyetlere paralel olarak fabrika komiteleri de oluştu. Bu komiteler en politikleşmiş işçilerden oluşuyor ve üretimin organizasyonunda doğrudan belirleyici oluyorlardı.

Ağustos'ta gerici general Kornilov'un St. Petersburg'a girme ve kenti kontrol altına alma girişimine karşı kentin direnişine Bolşeviklerin aktif olarak katkısı onların desteğini artırdı. Eylül ayına gelindiğinde Menşeviklerin uzlaşmacı politikalarına karşı, savaş karşıtı ve devrimi ileriye götürecek politikaları savunan Bolşevikler işçi Sovyetlerinde çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Bu arada radikalleşen köylü Sovyetlerinde de Sol SR'ların (Sosyalist Devrimciler) gücü artıyordu. St. Petersburg asker Sovyetinde de Sol SR'lar çoğunluğu oluşturuyorlardı.

Ekim ayında Rusya'nın çoğu bölgesinde Bolşeviklerin ve Sol SR'ların Sovyet seçimlerini kazanmalarıyla, daha önce Lenin'in önerisiyle "tüm iktidar Sovyetlere" sloganını benimseyen Bolşevikler için bunu uygulamanın zamanı gelmişti. Merkez komite uzun süre Kerensky başkanlığındaki geçici hükümeti devirme düşüncesine karşı çıksa da sonunda Lenin'in önerisini benimseyip tüm iktidarı Sovyetlere vermek için harekete geçti. Bunun için en uygun zaman olarak tüm Rusya Sovyetler Kongresinin toplanacağı tarih olan 7 Kasım (eski takvimle 25 Ekim) benimsendi.

2. tüm Rusya Sovyet Kongre'sinden bir gün önce başbakan Kerensky'nin Bolşevik basını kapatmaya çalısması kentteki devrimci askeri güçleri harekete geçirdi ve o gece kilit hükümet binalarını ele geçirdiler. Kerensky başkenti terk etti. Bu gelişmeler ertesi günkü kongreye damgasını vurdu. Uzlaşmacı politikaları benimseyen Menşevikler ve sağ SR'lar geçici hükümetin devrilmesini protesto ettiler ve Sovyetlerin iktidarı almasına karşı çıktılar. Bolşevikler Sol SR delegelerin desteğiyle bu yönde karar çıkartarak İkinci Devrimi ilan ettiler.

İzleyen günlerde geçici hükümetle mücadele, Kerensky'nin Sovyet iktidarına karşı askeri güçleri harekete geçirmesiyle iç savaşa dönüştü. Bu arada Almanya ile yapılan barış politik anlaşmazlıklara yol açtı. Politik farklılıklara Bolşeviklerin tepkisi Sol SR'lar başta olmak üzere diğer politik güçleri Sovyetlerden uzaklaştırmak ve baskı altına almak oldu. İç savaş Kasım 1920'de Kızıl Ordunun Beyaz Orduya karşı nihai başarısıyla sonuçlandı. Ancak bu arada yürütülen savaş komünizmi hem tarımda hem sanayide üretimin çok düşmesine ve ekonominin çökmesine yol açtı.

Sovyet Devrimi ve Doğrudan Demokrasi

Sovyetler her ne kadar iktidarın geçici hükümetten halkın doğrudan seçtiği temsilcilerden oluşan Sovyet konseylerine geçişini sağlamış olsa da gerçekte yaygın bir doğrudan demokrasi deneyimi olarak ele alınamaz. Başlangıçta kurulan Sovyetler bu yönde bir örgütlenme olarak ortaya çıkmıştı. Ama daha sonra özellikle büyük kentlerde genelde tabanda seçilen delegelerin aralarından bir yürütme kurulunu seçtiği ve politik kararların alınmasını bu kurula bıraktığı yapılardı. Yürütme kurulu tabandaki eğilimleri tamamen gözardı etmeye başlayınca yeni bir seçime zorlanıyordu. İşçilerin, köylülerin ya da askerlerin günlük yaşamında da Sovyetler çok belirleyici bir yer tutmuyordu.

Ancak toplumun en radikal kesimleri farklı alanlarda doğrudan demokratik kurumlar oluşturdu. Özellikle St. Petersburg'un Viborg bölgesinde etkin olan fabrika komiteleri bunlar arasındaydı. Bu komiteler fabrikalarda çalışan tüm işçiler tarafından seçiliyordu. Fabrikada üretimi örgütlemenin yanı sıra işçileri ilgilendiren her konuda kararlar alarak uyguluyorlardı. İşçiler her konuda yardım ve fikir almak için bu komitelere başvuruyorlardı. Komiteler işçi alımında ve işten çıkarmada belirleyici oluyordu. İşverenlerin terk ettiği kimi fabrikaları ise tümüyle bu komiteler yönetiyordu. Fabrika komiteleri en önemli kararları fabrikada çalışan tüm işçilerin katıldığı toplantılarda alıyordu.

Ekim devrimiyle birlikte daha önce kent düzeyinde ortak örgütlenmelere girişen fabrika komiteleri daha etkin birlikler oluşturmayı umdular. Ancak Bolşevikler fabrika komitelerini gerektiğinde zor kullanıp etkisizleştirerek önce sendikalara, sonra da kendi denetimlerinde olan Sovyetlere tâbi kıldı. 1921 yılına gelindiğinde gerek ekonomik zorluklara gerek politik olarak etkisizleştirilmeye tepki olarak ortaya çıkan grevler acımasızca bastırılıyordu.

Bir diğer doğrudan demokrasi örneği Kronştad denizcilerinin örgütlenmesiydi. Kronştad, devrimi ileriye doğru sürükleyen en radikal askerlerin örgütlendiği üs idi. Önemli politik kararları hep birlikte tartışarak ve oylayarak alıyorlardı. Kronştad üssü kendi kendi yöneten bir komüne dönüşmüştü. Şubat 1921'de yükselen grevler ve Bolşeviklerin bunları baskı altına alması karşısında Kronştad St. Petersburg'daki durumu yakından inceleyecek bir grup delege gönderdi. Bu delegelerin incelemeri sonucu 15 talep içeren bir karar oylandı ve ezici bir çoğunlukla onaylandı. Bunlar  işçilere, köylülere, anarşistlere ve sol sosyalistlere basın, ifade ve örgütlenme alanlarında özgürlük sağlanması; Sovyet seçimlerinin özgür bir ortamda yapılması gibi taleplerdi.

Bolşeviklerin buna tepkisi Kronştad delegelerini tutuklamak, ultimatom vermek ve bir saldırıya hazırlanmak şeklinde oldu. Nitekim Kronştad denizcilerine St. Petersburg'daki işçilerle dayanışma örgütleme fırsatı vermeden 60 bin asker üsse saldırdı. Kronştad direnişi 12 gün sürdü, sonuçta her iki taraftan binlerce kişi yaşamını verdi veya yaralandı. 6-8 bin kadar direnişçi Finlandiya'ya sığındı, binlercesi de tutuklandı. Böylece Sovyetleri doğrudan demokrasiye dönüştürebilecek Üçüncü Devrim tamamen bastırılmış oldu, sonuçta Bolşevik liderlerin çoğunun da yaşamına mal olacak Stalinci diktatörlüğün yolu açılmış oldu.

Sonuç Yerine

Antik Atina demokrasisini yaratan devrim süreci esasen aristokrasinin yoksullaşan küçük çiftçilere önce borç verip sonra bu borcu ödeyemeyenlerin topraklarını gasp etmeleri ve hatta onları köleleştirmelerine tepki olarak halkın ayaklanmasıyla başlamıştı. Ancak o dönemde sözgelimi Fransız Devrimindeki kadar yaygın bir yoksulluk ve sefalet sözkonusu değildi. Belki de sınıf farklarının bu kadar derinleşmemiş olması demokratik kurumların oluşmasına daha fazla olanak yaratmıştı. Ancak daha önemlisi öncelikle borçlanma sorununa çözüm bulunması ve Atinalıları borç yüzünden köleleştirmenin yasaklanması demokrasinin kurulmasını olanaklı kıldı. Çok daha derin sınıf çelişkilerinin bulunduğu Modern çağda devrimlerin yoksulluk ve sefalet sorununa dahi çözüm bulamaması bu açıdan önemli bir ayrımı ortaya çıkarıyor.

Bunun bir istisnası esas olarak İngiltere'den bağımsızlığı amaçlayan Amerika devrimi idi. Orada zaten bu ölçüde derin bir yoksulluk yoktu. Ancak o dönemim yükselen burjuvazisi yeni oluşan devleti şekillendirmekte belirleyici oldu. Dolayısıyla ABD bir demokrasi olarak değil mülk sahiplerinin temsilcilerini seçtiği bir Cumhuriyet olarak doğdu. Daha sonra genel oy hakkı vererek "demokrasi" olduğunu iddia etti. Sovyet devrimi ise sonuçta yoksulluğu ortadan kaldırdı, ancak bunu özellikle köylülerin baskı altına alındığı politik özgürlüklerin tümüyle ortadan kalkığı, tüm ülkenin adeta bir çalışma kampına  dönüştürüldüğü bir ortamda gerçekleştirdi. Tüm kararların Komünist Parti liderliğini oluşturan dar bir seçkin tabaka tarafında alınması sonuçta bu devletçi sistemi çöküşe götürdü.

Ancak Bookchin'in tüm analizlerinde vurguladığı gibi insanların politik yönelimleri ekonomik koşullardan çok daha fazla, sahip oldukları kültür ve kendilerini nasıl gördükleri tarafından belirlenmiştir. Antik Yunanistan'da ortaya çıkan kendine yeterli küçük çiftçi kültürü ve onların  geliştirdiği erdemler demokrasiyi olanaklı klımıştır. Bu kültürdeki babaerkil değerler ya da çoğu köleye çamaşır makinası, fırın ya da hesap makinası gibi bakılması ve daha fazla değer verilmemesi tabii ki benimsenemez. Bununla birlikte o kültürdeki pazar ilişkileri içinde başkalarına bağımlı yurttaşların bağımsız karar alarak demokrasiye katkıda bulunamayacakları düşüncesi çok önemlidir.

Antik dönemden bu yana yaşanan diğer demokrasi deneyimleri de yurttaşların kendi bağımsızlıklarına ne kadar önem verdiklerinin önemini göstermektedir. Büyük Fransız Devrimi sırasında rol oynayan en radikal unsurlar henüz sanayi işçisine dönüşmemiş zanaatkar işçilerdi. Bunlar köy yaşamından yeni kopmuş oldukları için henüz büyük kentlerin isimsiz yurttaşları haline gelip kendilerine güvenlerini kaybetmemişlerdi. Köylerindeki topluluk ruhunun bir benzerini yaşadıkları mahallerde yaratıyorlardı. Gerek bu topluluk dayanışmasının gerek sıradan bir bant işçisi değil zanaatını uygulayan bir işçi olmanın verdiği kendine güveni taşıyorlardı. St Petersburg'da devrime öncülük eden işçilerin önemli bir bölümü de benzer özellikler gösteriyordu. Büyük fabrikalarda çalışsalar da henüz bant işçisine dönüşmemişlerdi, zanaatlarını tezgah başında uygulamaya devam ediyorlardı.

Hızlı bir sanayileşmenin yaşandığı Almanya ile İngiltere'de ve 20. yüzyılın ikinci yarısında tüm Batılı ülkelerde ise artık fabrikanın bir dişlisi haline gelmiş işçiler vardı. İçinde bulundukları koşullar onların zanaatkar işçinin duyduğu kendine güveni duymasına olanak vermiyordu. Bu koşullarda içinde bulundukları eşitsizliğe ve güçsüzlüğe bir çözüm bulmak yerine ekonomik koşulları ve çalışma koşullarını iyileştirmek hedefleriyle yetiniyorlardı.

Peki kendine güven duyan bu devrimciler neden Üçüncü Devrimi başaramadılar? Bunun yanıtını tam olarak vermek olanaksız olsa da öncelikle o dönemde bunu gerçekleştirecek olgunlukta örgütlerin ortaya çıkmadıklarını saptamak gerek. Üçüncü devrimi başarmaya belki de en yaklaşanlar 1936'da faşist saldırıyı Barselona'da bastıran sendikalistlerin CNT-FAI örgütüydü. Ancak iktidarı ele almayı devleti ele geçirmekle karıştıran bir bakış açısıyla, iktidar kendi ellerindeyken bunu kurumlaştırmak yerine merkezi hükümete bırakmayı tercih ettiler. Merkezi hükümet ise ilk  bulduğu fırsatta Üçüncü Devrime yönelişin önünü kesmek için onları ezmeye yöneldi.(9)

Bu son örnekte gördüğümüz gibi eğer Üçüncü Devrim başarıya ulaşacaksa her şeyden önce bunu gerçekleştirecek halkın devlet, iktidar ve güç gibi kavramları netleştirmesi gerekiyor. Antik Atina'da demokrasinin başarısı büyük ölçüde halkın bürokratik bir yönetime yani devletleşmeye karşı duyarlı olmasının sonucudur. Onun yerine yurttaşların idari görevleri sırayla yapması benimsenmiştir. Bu şekilde profesyonel yöneticilerden oluşan bir devlet yapısının ortaya çıkması ve toplum üzerinde hegemonya kurması engellenmiştir. Rusya'da ise merkezi bir gücün gericilere karşı savaşta ve ekonomik sorunları çözmede daha başarılı olacağını düşünen devrimcilerin nereye vardığını biliyoruz.

Dolayısıyla bu örnekleri değerlendirdiğimizde bir yandan bürokratik merkezi bir iktidara karşı çıkarken iktidarsız ya da politik kararları alacak kurumları olmayan bir toplum olamayacağını da unutmamalıyız. Barselona örneğinde görüldüğü gibi iktidar boşluk tanımaz. Eğer doğrudan demokrasiyi amaçlayan halk güçleri kendi kurumlarını yaratıp iktidarı almazlarsa sınıf ya da devlet tahakümünü hedefleyen bir güç bu boşluğu dolduracak ve iktidarı alacaktır. Bu gücün egemen sınıflara karşı olması onların bir devlet tahakkümü yaratmayacakları yönünde bir işaret olamaz. Bir başka deyişle halkın gücü bu gücü uygulayacak ve kalıcı kılacak ademi-merkeziyetçi demokratik kurumları yaratamazsa buharlaşıp gidecektir.

Geçmişteki devrimleri günümüz açısından değerledirecek olursak, o dönemde harekete geçen yığınların bugün gündemde olan sorunlara göre daha dar bir kesimin sorunlarına odaklandığını saptamamız gerek. Kapitalizmin geçen yüzyılda dünyanın her köşesine ulaşması ve her türlü doğal varlığı alınıp satılacak bir metaya dönüştürmesiyle ortaya çıkan ekolojik ve toplumsal krizin bugün vardığı boyut, bu krizi aşacak bir dönüşümü çok acil kılıyor. Doğa katliamlarının, fosil yakıt tüketiminin, suyun, toprağın ve havanın kirletilmesinin bu hızla devam etmesi durumunda dünyanın insan yaşamına uygun bir gezegen olmaktan çıkacağı giderek daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Sürekli daha fazla kâ}r ve sermaye birikimini her şeyin önüne koyan kapitalizm, yalnız birinci doğayı değil insan doğasını da ekonomik çıkarından başka bir şey düşünemeyen robotlara dönüştererek bozuyor.

Yaşanan bu çok boyutlu krizin çözümü birbiriyle iç içe geçmiş sınıf, cins, devlet, ulus tahakkümlerini ve doğayı ele geçirme gibi diğer tahakküm düşüncelerini tümüyle yok edecek bir bakış açısıyla örgütlenecek bir Üçüncü Devrimde. Günümüzde teknolojinin vardığı nokta böyle bir devrimin "tek-boyutlu işçiyi çok yönlü yurttaşa"(10) dönüştürerek toplumsal yönetimin ve değişimin aktörü haline gelmesine olanak sağlıyor. Geçmişteki devrimlerin aksine kadınlar ve ötekileştirilmiş  diğer azınlıklar bu bütünlüklü bakış açısıyla yeni bir toplumun kuruluşunda en az erkekler kadar rol alabilecektir. Bu anlamda günümüzün devrimci ütopyası da geçmişteki ütopyaların çok ötesine geçmek durumunda.

-----------------------------------------------

  1. Hanna Arendt, On Revoltion (Devrim Üzerine), Penguin Books, sf 28.
  2. Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, Sümer Yayınları, sf 87
  3. a.g.y. sf 147. Burada kullanılan "polis" sözcüğü kentli halk ve onların oluşturduğu kurumlar anlamında kullanılmaktadır.
  4. Murray Bookchin, a.g.y. sf 115
  5. Daha geniş bilgi için H.D.F. Kitto, The Greeks, Pelican Books
  6. a.g.y. sf 120
  7. Murray Bookchin, Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, 16. bölüm
  8. a.g.y.
  9. Murray Bookchin, The Thırd Revolution (Üçüncü Devrim), Cilt 4, 65. bölüm
  10. a.g.y. sf 267