Geçen yazımda kişisel olarak verdiğimiz kararların kendi yaşamımızda ve toplumsal değişimde önemine değinmiştim. Ancak, aslında daha önemli olan bir noktayı sonraya bırakmıştık. O da yaşamımızı etkileyen bir çok kararın toplumsal olarak alınıyor oluşu. Bunlara politik kararlar da demek mümkün, ama bu kararların birçoğu bizden çok uzaklarda ve hatta politik karar verme mekanizmalarının da dışında bir takım mekanlarda veriliyor. Yine daha önceki bir yazımdan örnek verecek olursak, taşıt araçlarını geliştirmeye yönelik araştırmaların fosil yakıtlara mı, yoksa yenilenebilir enerji kaynaklarına mı dayanacağına Ford, GM gibi bu alanda tekel haline gelmiş bir kaç şirket karar veriyor. Hükümetler bu konularda teşvik politikaları uygulayarak bir yön vermeye çalışır gibi görünse de, bu teşvik politikalarının belirlenmesinde bu tekeller çok etkili oluyor. Bir başka örnek de tohum ve tarım ilaçları üreten şirketler. Bunlar bizim adımıza karar verip genetiği değiştirilmiş bitkilere yatırım yapıyorlar ve riskleri kolayca gözardı ediyorlar.

 

Oysa bizim yaşamımızı kendi aldığımız kararlardan çok, kollektif olarak alındığı varsayılan bu kararlar etkiliyor. Bu kararların kollektif kararlar olduğu varsayımından söz ediyorum, çünkü sözde bu kararlar bizim çıkarlarımız için, bizim adımıza alınıyor. Daha sağlıklı ve güvenli bir yaşam için bu kararların alındığı iddia ediliyor. Politikacılar, seçim dönemlerinde bu doğrultuda çalışacaklarını iddia ederek bizden oy istiyorlar. Şirketler bize en iyi ürünü sundukları iddiasındalar. Ama nedense anayasa değiştirilirken referandum yapılıyor da, yaşamımızı doğrudan etkileyecek en kritik kararlarda bile kimse bize ne düşündüğümüzü sormuyor. Biliyorlar ki sıradan insanlar bu tür konularda kafa yormaya başlarsa mevcut sistem temelinden sarsılmaya başlar. Çünkü sistem, yalnız küçük bir elitin sistemin devamı doğrultusunda kararları oluşturması, geri kalan çoğunluğun ise bu kararları sessizce onaylaması üzerine kurulu. Bu Kapitalizmde başından beri böyle olduğu gibi, daha önceki tahakküm sistemlerinde de böyleydi.

Öte yanda insanlığın düşünsel ve kültürel alanlarda en önemli atılımları yaptığı dönemlere bakacak olursak, bu dönemlerin aynı zamanda bu seçkinci yaklaşımın aşıldığı dönemler olduğunu görürüz. Antik Yunan kentleri bunun ilk örneğidir. Antik Atina, toplumu ilgilendiren tüm kararların tüm yurttaşların katılımı ile alındığı bir politik sistem ile yönetildi. Her ne kadar o dönemde yurttaş olamayan kadınlar, köleler ve yeni göçmenler bu sisteme dahil edilmediyse de, bu sisteme demokrasi denildi. Roma İmparatorluğu döneminde demokrasi temsili hale getirilerek özünden uzaklaştırıldı.

Modern çağa bakacak olursak, ilk doğduğu şekliyle doğrudan demokrasinin Amerika’nin bağımsızlık mücadelesi sürecinde yeniden ortaya çıktığını görürüz. Her bölgede görülmemişse de İngiltere’ye karşı savaşımın en yaşamsal olduğu Kuzey bölgesinde halk, kent meclislerinde örgütlendi. Bağımsızlık savaşı boyunca tüm yurttaşların katıldığı toplantılarda sorunlar tartışıldı, kararlar alındı ve bu gelenek kimi eyaletlerde halen devam ediyor.

En yığınsal doğrudan demokrasi örneğini ise Fransız devrimi sırasında Paris’te görüyoruz. “Section” denilen Paris’in 48 bölgesinde örgütlenen halk meclisleri aracılığıyla yaşama geçirilen bu politik yapı, doğrudan demokrasinin bir federasyon yapısı içinde etkili bir şekilde uyugulanabilir olduğunu da kanıtlıyor. Bu meclisler Fransız devrimi boyunca 1793’e kadar düzenli olarak toplandılar. Halkın kendi yaşamını organize etmesinin aracı olan bu meclisler tüm Paris’i ilgilendiren kararlar için delegeler seçtiler ve bu delegeler meclislerde verilen kararlar doğrultusunda ortak kararlar oluşturdular. Ancak delegeler, temsilci kavramından farklı olarak, yerel bölge meclisinde tartışılmamış konularda fikir yürütüp kendilerini seçen yurttaşlar adına politika oluşturmadılar. Yalnızca kendilerine verilen yetki çerçevesinde ortak kararların oluşması için çalıştılar. Delegeler çözüm bulamadığında yeniden bölgesel halk meclislerine danışılarak sonuca gidildi.

Çoğunluğun iradesini hiçe sayıp küçük bir seçkin azınlığın bizim yaşamımızı belirlediği günümüzdeki sisteme göre çok daha etkin olan doğrudan demokrası, bizim için ilham kaynağı ve gerçekleştirilmesi gereken bir hedef olmalı. Tekellerin tüm dünyada yaşamın her alanını denetim almaya çalıştığı, toplumsal adaletsizliğin giderek derinleştiği ve doğanın her geçen gün daha fazla tahrip edildiği bu süreçten başka bir çıkış yolu görünmüyor. Çeşitli güçlüklerin aşılmasını gerektiren bir süreç olsa da doğrudan demokrasi, halkın iradesinin belirleyici olduğu bir toplumun önkoşulu.

 

Sydney, 27 Haziran 2004

* Bu yazı Avustralya'da haftalık Dünya gazetesi için yazılmış ve orada yayımlanmıştır