Endüstriyalist kapitalizm gelişirken kentle kır arasındaki uçurumu gittikçe arttırdı. İnsanlar iş ve aş bulmak için kentlere göç etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda kentin kozmopolitan yapısı insanları özgürleştirir diye umuluyordu. Oysa kırdaki dayanışma ruhunun kentte yok olduğunu görmek uzun sürmedi. Bu bağlamda 19. yüzyıl başlarında örneğin, Charles Dickens’in romanlarında konu ettiği Londra’ya kırsaldan gelenlerin kültürel çatışmaları ve artık yalnızlaşmakta olan birey vardı.

Krismas Karol’un kasabaya ya da kente birkaç günlük de olsa cömertlik ve dayanışma ruhu getirmesi umut edilirdi. Türkiye’de ise özellikle 1990’lardan sonra politik, sosyal ve ekonomik nedenlerle Doğu ve Güneydoğu’dan ve hatta Anadolu’nun iç kesimlerinden İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlere olan göçleri göz önüne getirebiliriz. Oralardan gelenlerin kentin var olan elit dokusunu ‘çarpıklaştırdıkları’ konu edilir oldu.

İnsanlar nasıl düşünüyorlarsa çevreleri de öyle şekillendirirler. Burada insanın insan üzerindeki egemenliğinin kentleri de hasta ve atıl yapılar haline dönüştürdüğünü saptamalıyız. Buna örnek olarak Moskova’da gerek kapitalizmle yarış nedeniyle, gerekse devlet otoritesini yansıtan Stalin döneminde inşa edilmiş olan devasa betonarme yapılar gösterilebilir. Yanısıra Hitler’in totaliterliğini ve faşist ruhunu yansıtan bir dizi örnekler de sıralanabilir. Toplumsal ekolojist olarak kentin özgür ekolojik dönüşümünü sağlama konusunda son yıllardaki uzmanlık alanım olan bireysel ve toplumsal düzeydesürdürülebilirlik olarak tanımlayabileceğimiz ‘kalıcı kültür’ (perma culture) den yararlanacağım.

Bu konu özellikle yaşamaya henüz başladığımız küresel iklim krizi sorunuyla çok yakından ilişkili. Bunun yanında ekolojik sorunları toplumsal sorunlardan ayrı tutamayacağımız apaçık anlaşılmış durumda. Son yıllarda insanlar soruna çözüm olarak tersine göç, bır baska deyişle kentin sorunlarından kurtulmak için köye göçmeye başladılar. Oysa kararların ‘güçlü’ tarafından diğer insanları tahakküm altında tutmak için verildiği ortamda yaşadığımız yerin küçük ya da büyük olması neyi farkettirir? O halde ekolojik olarak karbon ayak izi üretmeyen, politik olarak da demokratik bir kentin nasıl olabileceği önemlidir. Endüstriyalist kapitalist toplumun eseri olan küresel iklim değişimi bir yandan insanları (gezegenin diğer canlılarıyla birlikte) susuzluk ve kuraklığa sürüklerken, aynı zamnda sel baskınları ve ekilebilir toprakların kaybına yol açarak kentin hastalıklı ve atıl yapısını arttırmaktadır. Nerede olursak olalım dünyamız iklim değişiminin getirdiği felaketlerle bizi geceğimizi kestiremez hale getiriyor. Elbette fakir ülkelerin insanlarının seçimi ise çok daha sınırlı durumdadır. İklim uzmanlarına göre sadece kuraklıktan dolayı 2020’ye kadar en az 200 milyon insan bulunduğu yeri terk etmek zorunda kalacaktır. Yine sırf kuraklık nedeniyle 2007’de Tahran yakınlarında 88 köy yerini terk etmek zorunda kaldığı belirtiliyor. Oysa hani bir zamanlar kırsalın ekolojik olarak kendine yeter yapısı vardı. Kentler ise kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin en keskin döndüğü yerler olup ekolojik krize en fazla katkıda bulunan yerler ola gelmiştir.

Kentin ekolojik ve toplumsal dönüşümünü sağlamak için kendimiz ve toplumumuz için verilecek kararlarda aktif rol oynayan bireyler olmamız gerekiyor. Çünkü ancak aktif yurttaşlar hayal ettikleri özgür ekolojik kentleri yaratabilir. Toplumsal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin ‘Kentsiz Kentleşme’ (Urbanization Without Cities) kitabında antik Yunan da Atinayı o dönemin olumlu örneği olarak ele alırken, kadınların ve kölelerin özgürlük eksiliğini dile getirir. Dolayısıyla özgür kentin ancak özgür yurttaşlarıyla birlikte şekillenebileceğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Kısacası nüfusun bir kesiminin aktif olmadığı bir kentin özgür olaması beklenemez.

Geleceğin özgür kentlerinde kentin var olan merkezi yapısının mahalleler düzeyinde doğrudan demokrasi vasıtasıyla yönetilebilir hale dönüştürülmesi gerekir. Özgür yurttaşlardan oluşan (ve yeri geldiğinde geri çağrılabilecek) mahalle meclisleri insanlara kendi yaşadıkları yer hakkında kendilerinin karar vermesini sağlaymalıdır. Bu meclislerden oluşan ağ doğrudan demokrasinin can damarlarını oluşturacaktır. Meclisler ise kentin diğer meclisleriyle organik bağını sürdürecektir.

Böylelikle hatta kendi bölgesindeki meclislerle Bookchin’in deyimiyle “komünlerin komününü” oluşturacaktır. Kent hakkında yapılacak herşey insani ölçekte olacağı için atıl yapılardan kaçılacak, kent devingen ve sinerjik bir yapıya dönüşecektir.

Böylelikle kent artık halkın dört yılda bir istemeyerek sandığa gittiği yerler değil, aktif yurttaşların şenlikli katılımıyla kendi yarını şekillendireceği, içinde yaşamaktan hoşnut olacağı organik bir organizmaya dönüşecektir.

Yaşam için yiyeceğin temel olduğu dikkate alınırsa, özgür kentin yiyecek üretiminin en azından yarıdan çoğu kentin kendi alanı ve çevresinden sağlanabilir. Gereksinimin geri kalan kısmı ise kültürel etkileşimi de içeren ve komünal olarak düzenlenen şenlikli takas pazarlarında tamamlanabilir. İnsan etkinliklerinin her birinin karbon ayak izi üretip iklim değişimine katkıda bulunduğuna göre günümüzde geliştirilmekte olan kent bahçelerinden, tohum değişim gruplarına, değiş-tokuş pazarlarına kadar bir dizi projenin bugünden toplum ve ekolojiye önemli katkılar sağladığını şimdiden görebiliriz. Küba’da Sovyetlerin petrol ambargosundan sonra olduğu gibi kullanılmayan yeşil alanların halkın organik yiyecek üretim bahçelerine dönüştürülmeli hatta kamu malı olup özelleştirilen yerleri geri istemeliyiz. Bu yolla toprağa atılan petro kimya menseli gübrelerin üretimi ve tüketimi de günden güne azalacağı için halk sağlığında büyük gelişmeler olacaktır. Çünkü kimyasalların üretilirken ve tüketilirken yalnızca direkt canlı vücuduna değil, suya, havaya ve toprağa kalıcı etkiler yaptığını anımsayalım. Böylesi bir yapıda sosyal problemler de günden güne azalacaktır. Direk demokrasinin islerdiği sokakları gece gündüz her ırk, cins ve sınıf için güvenli ve şenlikli hale gelmiş olacaktır. Benzeri modeller Arjantin’ in özellikle Patagonya bölgesinde ve Brezilya’nın bazı yerlerinde bugünden örnekleri yaratılmaya başlandı. Bugün Türkiye’de oluşturulmaya başlanan organik halk pazarları, takas şenlikleri ve kent bahçesi girişimleri bu hayalin tohumlarını oluşturabilir.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde gereksiz üretim ve tüketim gittikçe azaltılacağına göre devasa tüketim saraylarını (alışverişmerkezleri) da ne yapacağımızı göz önünde bulundurmalıyız. Bu noktada alışveriş ederken bir çift laf edip, halhatır sorabildiğimiz köşe bakkalına ya da hakim kültür altında etnik ya da azınlık olanların kendi renklerini ve tatlarını yansıttıkları küçük alanlara yeniden kavuşabileceğimizi hayal ediyorum. Çünkü ekolojik çeşitliğin toplumsal çeşitlilik olmadan yaşayamayacağı görüşündeyim. Aynı zamanda halk kendi işleteceği kooperatifler vasıtasıyla kendi radyo,televizyon ve diğer basın yayın organlarını işletebilme kapasitesi eceğini de düşünebiliriz. Kentin gereksinimi için ulus ötesi almak zorunda olduğumuz maddi manevi ürünler için hakkaniyetli alışveriş (fair trade) ağları bugünden oluşmaya başladı. Böylece üretenle tüketen artan düzeyde iletişim olanaklarına sahip olabileceği gibi, etik olarak üretenin emeği direkt desteklenmiş olacaktır. Elbette taşımacılığın da toplu taşımacılığa dayanan bir modelle ve her kentin konumuna göre enerjinin de yenilenebilir kaynaklardan üretilebileceği ve mümkün olduğunca atık üretmeyen bir kent yaratmayı da eklemek gerekir.

Sonuç olarak; ulusal ve ulus ötesi tekellerin kontrolünde tüketime dayalı kent yaşamını özgür ekolojik kente dönüştürmek için her düzeyde hiyerarşiden uzak katılımcı bir kültür yaratmamız gerekiyor. Bookchin’in geliştirdiği özgür yerel yönetimcilik anlayışını temel alarak, bu modeli kendi kentimizin somut gerçeğine göre şekillendirebiliriz. İşe önce insanın insan üzerindeki ve insanın doğa üzerindeki egemenliğine son verecek kültürü yaratmakla başlayabiliriz. Böylece birey ve toplum kendini doğanın bir parçası olarak görecek ve aktif olarak özgür kentin yapılanmasına coşkuyla katkıda bulunacaktır.

Bu özgür yerel yönetimler aynı zamanda yerel düzeyde konfederasyonlar oluşturacaklardır. Sözü özgür yerel yönetim fikrini ortaya atıp, aynı zamanda yaşadığı yerlerde (ABD’nin New York ve Vermont eyaletlerinde) ilgili deneyimleri başlatmış olan Bookchin’in kendi sözleriyle noktalarsak: “... konfederalizm vasıtasıyla toplumlar arasında karşılıklı bağlar sürekli korunur. Konfederasyonda toplumlar kendi kişiliklerini korur... Bu da kendi içinde çeşitliliği taşıyan ekolojik özgür bir toplum demektir.”
------------------

Bu yazı Politik Art da 2009 yılında yayınlanmıştır.

---
* Toplumsal proje geliştiricisi, araştırmacı ve aktivist