Erdoğan'ın kızlı erkekli öğrenci evlerini gündeme getirmesini nasıl okuyabiliriz? Aslında bu tür yaşam tarzına yönelik beyanatlar ve müdahalelerle yeni karşılaşmıyoruz. Özellikle seçim dönemlerinde toplumu geren, farklılıkları zenginlik olarak değil birer tehlike olarak gösteren beyanatlara sıklıkla tanık olduk, oluyoruz. Özellikle "Gezi" sürecinde bu tür açıklamaların bini bir para etmedi.
Erdoğan'a ailelerin yüzde 70’inin evlatlarının kızlı erkekli olarak aynı evde kalmalarından rahatsızlık duyduğunu söyleyen, basına da yakın dönemde yansıyan bir kamuoyu araştırılması verilmiş olabilir şüphesiz. AKP'nin ve tabi ki Erdoğan'ın toplumun bu yüzde 70'lik kesimini seçimlerde hedeflediği de ileri sürülebilir. Velev ki böyle olsun. Yine de Erdoğan'ın toplumun hassas sinir uçlarını kaşıyan bu tavrını seçimi kazanmak için uygulanan taktik bir manevra olarak gösterilip meşrulaştırılmak ne kadar doğrudur? Ya da mesele sadece başbakanın üslup sorunu olarak değerlendirilebilir mi? Ne yazık ki son yıllarda Erdoğan'ın otoriter tavrı ve kişiliğinin ekseriyetle "üslup" açısından eleştirildiğine tanık oluyoruz. Pardon eleştirmek ne haddimize, doğru kelime "konu etmek" olabilir. Özür. Ancak ne yazık ki üslup tartışmaları asıl tartışmamız gereken konuyu yani içeriği-özü karanlığa kolayca gömebiliyor. Erdoğan'ın gündem değiştirmedeki mahareti de buna eklenince olup bitenleri ya da olabilecekleri görmekte, kavramakta pekâlâ zorluk çekebiliyoruz.
O yüzden Erdoğan'ın son patlattığı gündemi biraz daha geniş ele alıp yorumlamakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Genel olarak yaşam tarzı tartışmalarının beden, özellikle de kadın bedeni üzerinden gündeme getirildiği herkesin malumu. Bu mecrada aile-namus-haysiyet-ahlak gibi kavramlar havada uçuşuyor. Bir de meşru-gayri meşru yaşamları ve birliktelikleri de unutmamak gerek. Kürtaj ve çocuk doğurma gibi konular çabucak toplum mühendisliği meselesi haline gelebiliyor. Yeri gelmişken nüfus kontrolünün totaliter rejimlerin sıkça kullandığı toplumsal bir kontrol aracı olduğunu hatırlamakta fayda var.
Bu minvalde, üç çocuk meselesine değinmek gerek. Geçenlerde bir programda AKP'nin mühim isimlerinden Nurettin Canikli sohbetteydi.
Söz yaşam tarzı müdahalesine geldi. Canikli başbakanın illa da üç çocukta ısrar etmesinin ardındaki mantığı anlattı. İstatistiklere göre nüfus artış hızımız böyle giderse 30 yıl sonra çalışacak insan gücü bulmakta zorlanacağımızı, o zaman da istihdam açığımızı yurt dışından değişik milletlerden karşılamak zorunda kalacağımızı söyledi. Tıpkı şu anda İngiltere, Almanya ve İtalya'nın yaptığı gibi. Böylece farklı yaşam tarzları ve kültürleri olan insanların yurdumuzda giderek çoğalacağından ve toplum yapımızın homojenliğinin tehlikeye gireceğinden; toplum yapımızın ve değerlerimizin erozyona uğrayabileceğinden bahsetti.
O yüzden toplumun geleceğini ilgilendiren bu denli hayati bir meselenin kişilere bırakılamayacak kadar mühim olduğunu, Devletin ve iktidarın bu meseleye müdahil olmasının yanlış olmadığını, bizatihi gerekli olduğunu vurguladı. Bu yaklaşım ile devlet erkinin ve siyasi iktidarın gerek gördüğünde toplumsal yaşamın her boyutunu kontrol edebileceği ve yönetebileceği savunulmuş oluyor. Bu açıkça totaliter bir bakış açısı değilse nedir?
Öte yandan AKP'nin Gezi olaylarında ve sonrasında sıkça karşılaştığımız "benden değilsen düşmanımsın" yaklaşımını daha acımasız ve pervasızca uyguladığına tanık olduk, oluyoruz. Kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayanları kolayca ötekileştirdiğini, hatta şeytanlaştırdığını, terörize ettiğini gördük, görüyoruz. Farklı olan derhal marjinal hatta gayri ahlaki olarak değerlendirilebilmekte, terörist olarak yaftalanabilmekte, hatta yargılanabilmektedir. Tıpkı 11 Eylül sonrası ABD'nin uyguladığı düşmanlaştırma ve yok etme politikası gibi.
Gezi'nin Erdoğan'ın dengesini bozduğu, şirazesini bozduğu sıkça dillendirildi. Gezi'nin dağıttığı bu şirazenin tamiratı için çıkarıldığı öne sürülen, demokrasi paketiyle de şirazenin düzeldiği söylenemez. Zira demokrasi paketinin bütününe baktığımızda devletin ve siyasi iktidarın engellemelerine rağmen, halihazırda mağdur toplumsal kesimler tarafından fiiliyatta hayata geçirilmiş olan pek çok hakkın muktedirler tarafından kabul edilmek zorunda olduğuna tanık olduk. Ancak siyasi iktidar, her zamanki gibi, bu hakları bizatihi kendisinin "bahşettiği" algısını yaratmaya çalıştı.
Demokrasi paketi yıllar önce "bu ülkeye komünizmi getirirsek biz getiririz" veciz ifadesinde kendini ifşa eden kadim devlet aklının rehberliğinde, halklara bir lütuf olarak sunuldu. Üstelik demokrasinin olmazsa olmazlarına hiç dokunulmadan. Seçim barajı, temsilde adalet ve eşitlik, örgütlenme hakkı ve özgürlüğü, protesto ve gösteri hakkı ve özgürlüğü, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gibi meseleler konu edilmeden...
Öte yandan AKP hükümetinin bugün, 11 Eylül sonrası ABD'nin yeni muhafazakarlarının icat ettiği ve dünyayı kana boğan önleyici savaş, önleyici müdahale doktrinini büyük bir iştahla sahiplendiğini ve uyguladığını görüyoruz.
Şöyle ki, ‘önleyici gözaltı’ uygulamasının ardından şimdi de, YÖK Disiplin yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile üniversitelilere yönelik ‘önleyici okuldan uzaklaştırma’ uygulamasıyla birlikte üç maddelik değişiklik Resmi Gazete ’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Disiplin Yönetmeliğinin ‘Soruşturmanın Yapılış Şekli’ başlıklı 14. maddesine eklenen yeni fıkrada, “Soruşturmacılar; zaruri gördükleri takdirde soruşturma süresince, soruşturulan öğrencilerin yükseköğretim kurumu binalarına girmesinin yasaklanması hususunda karar verilmesini disiplin soruşturmasını açmaya yetkili merciden isteyebilirler” denildi. Böylece öğrencilerin, haklarında kesinleşmiş bir ceza olmamasına rağmen okuldan uzaklaştırılabilmesinin yolu açılmış oldu. Yanısıra “Kınama cezasını gerektiren disiplin suçları" genişletildi. "Yükseköğretim kurumu içinde izinsiz afiş ve pankart asmak” ifadesine "izinsiz olarak bildiri dağıtmak" da eklendi.
AKP hükümeti bu yönetmelik ile, 12 Eylül dikta rejiminin ürünü olan YÖK'ü ortadan kaldırmayı bırakın âdeta perçinlediğini kanıtlamış oldu. Elbette totaliter bir zihin yapısının üniversiteleri sahipsiz, başı boş bırakması düşünülemezdi. Tıpkı 4+4+4 değişikliği ile ilköğretimin de bu zihniyet dünyasından muaf tutulmadığı gibi.
Hal böyle olunca mesele üslup meselesi olmaktan çıkıp, bu üslubun hangi zihin yapısından kaynaklandığı meselesine dönüşüveriyor. Oysa meseleyi sadece üslup sorununa indirgediğimizde ise resmin bütününü gözden kaçırma olasılığımız artıyor. Ve bu zihin dünyasının yaşamımızın her boyutunu en ücra alanlarına kadar denetim altına alma ve biçimlendirme arzusunu, düşüncesini ve çabasını kavramakta zorluk çekebiliyoruz. O yüzden biz sadece üsluba değil, aynı zamanda bu üslubu doğuran zihniyete de bakmalıyız. O vakit gördüğümüz düpedüz totalitarizm olacaktır. Üslup ise figüranı.
*Bu yazı Bianet’te yayınlanmıştır. (11 Kasım 2013)