Gezi Parkı protestolarına yönelik AKP deki farklı sesleri bir kenara koyarak, hükümetin ve Başbakan’ın tavrını bir bütün olarak değerlendirmek gerek. Her ne kadar süreçte otoriter bir figür olarak Tayyip Erdoğan arz-ı endam ettiyse de, bu süreci sadece bir siyasi lider üzerinden okumak ve değerlendirmek doğru değildir. Aksi takdirde bu yaklaşım Gezi’nin ruhunu, “herkes için” ve “hep beraber” daha özgür daha demokratik ve daha onurlu bir yaşam talebi üzerinden şekillendirildiğini göz ardı etmek olur.
Başbakan’ın şahsında ete kemiğe bürünmüş olan, aslında sadece otoriter bir yönetim anlayışı değil; aynı zamanda doğayı ve kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayan farklı yaşam tercihlerini “ötekileştiren” zihin yapısıdır. Zira bu iki ayda yazılı-görsel basında onlarca muhalif yazar ve gazetecinin işinden olduğuna, NTV Tarih gibi tarih dergilerinin dahi yapmakla görevli oldukları asli işi yapmaya çalışırken “yayından kaldırıldığına” tanık olduk. Bir de bu otoriter-baskıcı atmosferin insanlar üzerindeki oto-sansür etkisini de not etmek gerekir.
Yanı sıra on-bir yıllık iktidar süreci değerlendirildiğinde AKP’nin, amasız fakatsız iktisadî aklın emrinde neo-liberal iktisadi amentüye uyarak “durmaksızın yoluna devam” ettiği görülebilecektir. Devleti iktisadi bir işletme olarak yöneten bu zihniyetin, doğayı kaynak deposu, yurttaşları da hem müşteri hem de işçi olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. O yüzden Gezi parkı protestolarıyla başlayan süreçte, AKP iktidarının amentü olarak kabul ettiği neo-liberal zihniyeti ve sınırsız pragmatizmiyle Başbakan’ın söylem ve tavırlarını ayrı, hatta birbirinin zıttı olarak değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum.
Bundan dolayı, Gezi protestolarına ve direnişine yönelik Başbakan’ın tavrının, her sözünün ve hatta beden dilinin dahi bilinçli bir tercih sonucu vuku bulduğunu ileri süreceğim.
Gezi hadisesinin başından itibaren Başbakan’ın kullandığı dilin ve üslubun, toplumu ve milleti birleştirmediğini, aksine farklı yaşam biçimlerinin ve inanışların üzerinden ötekileştirici bir üslubun hâkimiyetine defaten tanık olduk. İlk günlerden itibaren hâkim siyaset anlayışıyla kavranamayan Gezi ruhu, bu bilinmezlik ve panik havası içinde bir çırpıda komplo teorileri ve faiz lobisi ile rabıtalandırılmaya çalışıldı. Darbe kartı kullanıldı. Gezi ruhuna hâkim olan şiddet karşıtlığı ve sivil itaatsizlik eylemleri ve mizah karşısında, muktedir, uyguladığı devlet şiddetinin meşruiyetini açıklamakta oldukça zorlandı. Yalan yanlış bilgiler ve haberlerle hareket terörize edilmeye çalışıldı. Tüm bunlarla birlikte geziyi itibarsızlaştırma- kriminilanize etme hareketi eş zamanlı olarak devreye sokuldu.
Başbakani Milli İrade mitinglerinde başladığı “toplumu kutuplaştırma” siyasetine iftar yemeklerindeki konuşmalarıyla devam etti; üstelik şiddetini arttırarak. “Bize karşı onlar” söylemi temelinde kullandığı dilini, kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan ve kendisine muhalefet eden tüm kesimleri ötekileştirme- itibarsızlaştırma siyasetini inşa etmek üzerine kurdu. Duran adam eylemlerinde olduğu gibi, sivil itaatsizliği temel alan protestoları aşağıladı. Ellerinde karanfillerle öldürülen gençleri anmak için yürüyen ve basın açıklaması yapan insanların üzerine basınçlı su sıkan, biber gazı ile “düşman”a saldırır gibi saldıran polisi ve şiddetini savundu. Hatta polisi(ni) bu tavrından dolayı mükâfatlandırdı da.
Mısır’daki darbenin ardından yaptığı konuşmalarda ise, sık sık Gezi ile Tahrir arasında bir ilişki varmış gibi konuştu. Oysa aynı Başbakan değil miydi ki Mısır’daki Arap Baharı ile Türkiye’deki Gezi olaylarını karşılaştırmamak gerektiğini söyleyen. Evet, bizce de Gezi Tahrir değildi, değildir. Tıpkı Mısır’ın Türkiye olmadığı; Mursi’nin de Erdoğan olmadığı gibi.
Peki ne oldu da, Başbakan daha bir ay önce söylediğinin tam tersini söylemeye başladı? O zaman Gezi Tahrir’e benzemiyordu da şimdi mi benzedi? Örneğin iftar konuşmalarının birinde Başbakan, Gezi protestoları esnasında ölen canlar için “bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor. Facebook ve twitterda kıyametler kopuyor. Mısır’da 300 kişi öldürülüyor kimseden ses çıkmıyor.” diyebiliyor. Ve ekliyor “şiddet şiddeti gerektirir.” Öyle anlaşılıyor ki AKP hükümeti bir süre daha, işine yaradığını düşündüğü oranda, toplumun fay hatlarını “şiddet”le kaşımaya devam edecek.
AKP hükümeti neden bu taktikte ısrar ediyor? Gezi olaylarının başlangıcında sergilenen bu kutuplaştırıcı tarz-ı siyaseti gevşemekte-dağılmakta olan kitlesini konsolide etme çabası olarak değerlendirmek mümkün. Ve bu konuda başarılı olduğu da söylenebilir. Ancak bu ötekileştirici, üsten bakan, kibirli ve nobran tavrın uzun süreli işe yarayıp yaramaması biraz da Gezi bileşenlerinin nasıl davranacağıyla da ilişkili. Şimdiye kadar Başbakan’ın ötekileştirici, ayrıştırıcı, buyurgan üslubunun karşısında birleştirici, işbirliğine dayalı ve diyalogu, özgürlüğü, demokrasiyi savunan dilin devamı çok önemli. Öte yandan polisin ve eli sopalı, palalı saldırganların uyguladığı terörün ve şiddetin karşısında, şiddete itibar etmeden “direnmenin” önemini her daim akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum. Zira Gezi bize mizahın ve sivil itaatsizliği kullanarak direnmenin ne kadar etkili bir yöntem olduğunu kanıtladı.
Muktedir elinde bulundurduğu şiddet tekelini kullanırken çoğu kez meşru bir zemin hazırlamak ister. Bu en azından kendisini demokratik rejim olarak gören-göstermeye çalışan iktidarlar için böyledir. Bu “meşruiyet zeminini” ise çoğu kez devlet kendi eliyle inşa eder. Ardından şeytanlaştırdığı muhalifleri toplum nezdinde itibarsızlaştırmakla kalmaz, hareketin kitleselleşmesinin de önüne geçiverir. Gezi ruhu şimdiye kadar provokasyona çok açık olmasına karşın, bu konuda azami dikkati ve özeni göstermiştir. Bundan sonra da bu konuda daha duyarlı olması gerektiği açıktır.
Başbakan’ın “şiddet şiddeti gerektirir” sözü her daim muktedirlerin şiarı olagelmiştir. Zira bu söylemle muktedir, kendi yasal şiddetini meşrulaştırabilmiştir. Bu bağlamda bu oyuna gelmeyen, “göze göz, dişe diş düşüncesi dünyayı kör edecektir.” diyen Gandhi’ye kulak vermek yerinde olacaktır. Bir de “doğrudan eylemin en radikali, insanların kendi hayatlarına doğrudan müdahil olmalarıdır.” diyen Bookchin’e.
O yüzden Gezi ruhunu daha da geliştirip yaygınlaştırmak gerekmektedir. Bu minvalde, Parklarda yapılan forumlarda halk, tüm farklılıklarıyla bir arada yaşabileceğinin kanıtladı. Zira birlikte yaşam ancak birbirini dinlemekle ve bir konu üzerinde fikir alış-verişinin zemini geliştirmekle, yani diyalogla başarılabilen bir faaliyettir. Ve özünde birbirini dinleme ve konuşma- ikna etme sürecini gerektirir. Her ne kadar emekleme safhasında olsa da; aslında parklarda tecrübe ettiğimiz tam da doğrudan demokrasi faaliyetidir. O yüzden Park forumları, yerleşik siyaset anlayışına alternatif bir siyasetin öğrenildiği agoralara dönüşme potansiyelini taşıyor. Beri yandan benzer bir şekilde Anti-Kapitalist Müslümanlar’ın öncülüğünde gerçekleştirilen, Yeryüzü Sofraları da yukarıda bahsettiğimiz neo-liberal- otoriter zihniyetin alternatifi bir toplumsal-siyasal-kültürel etkileşim alanı işlevi görüyor. Kısacası bir arada oldukça ve bir şeyleri paylaştıkça öğreniyor ve çoğalıyoruz.
İnsanların farklılıklarıyla bir arada yaşayabildiği ve doğrudan politika oluşturabilme olanağının daha görünür olduğu, bu tür zeminler inşa edilmesi, muktedirleri daha fazla korkutacaktır, şüphesiz. Zira, bu tür insanlık durumları, potansiyel olarak, muktedirin ukdesinde bulunan her şeyi baştan sona sorgulama ve değiştirme gücüne haizdir.
Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Kolayca ezebileceğiniz ve meşruiyetinin altını oyup kitleselleşmesinin önüne geçebileceğiniz bir şiddet hareketini mi? Yoksa ukdenizde olan kudreti yeni bir yaşam pratiğiyle elinizden alma potansiyeli taşıyan bir hareketi mi?