Herkes yaşamında öncelikle en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Bunlar yiyecek, barınma gibi maddi ihtiyaçlar olduğu gibi, güvenlik, bir topluluğun parçası olma, yaptıklarının onaylanması, saygı görme, sevme ve sevilme gibi ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlarını belirli bir düzeyde tatmin eden kişi, içindeki potansiyelleri yaşama geçirmek için kendisine hedefler koyar. Aslında bu hedefler de temel ihtiyaçların daha ileri boyutta tatmin edilmesine yöneliktir. Bir meslek edinme, bir sanat alanında yüksek bir başarıya ulaşmak ya da bilim adamı olmak gibi. Bir anlamda bu hedeflere ulaşarak kendimizi gerçekleştirmeye çalışırız. Sahip olduğumuz potansiyelleri eyleme geçirmek ve sonucunu görmek isteriz. Doğaldır ki konulan hedeflere ulaştıkça kendimizi daha fazla keşfeder ve daha ileri hedefler koyarız.

İlk yazımda insani insan yapan iyi özelliklerinden söz ederken iyi ile kötünün nasıl ayırt edildiğini daha sonra tartışacağımızı söylemiştim. Burada öncelikle neyin iyi neyin kötü olduğunun insan yaşamı karmaşıklaştıkça değiştiğini ve sürekli daha ayrıntılı bir şekilde belirlendiğini belirtmek durumundayım. İnsanlığın ilk dönemlerine dönecek olursak iyi ile kötünün yalnızca geleneklerle, töreyle belirlendiği bir dönemi görüyoruz. Bu dönemde bu değerler günlük deneyimler içinde oluşuyor ve ardından gelen kuşaklar bunları sorgulamadan kabulleniyorlardı. Sözgelimi kavimler içindeki kan bağının en önemli, hatta kutsal değerlerden biri olması. Bu durum farklı halkları kanlı savaşlara sürüklediği ve tüm taraflara çok zarar verdiği halde sorgulanmadan kabul ediliyordu. Yine doğaüstü güçlere inanç bu şekilde oluşmaya başladı, çünkü bir kere inanç oluşunca bunların sorgulanmasına karşı büyük bir tepki oluşuyordu.