Yazar: Murray Bookchin

Hiç tartışmasız dünya çapında bir ekolojik krizle boğuşuyoruz ve bu kriz belli ki gezegenimizin acımasızca sömürülmesi ve kirletilmesinden kaynaklanıyor. Bu krizin toplumsal kaynaklarını haklı olarak insanlık da dahil yaşam dünyasının bütünlüğünü zaafa uğratan rekabetçi bir piyasa ruhuna, alınıp satılabilir nesneleri, kâr ve ekonomik yayılma için satılmak üzere etiketlenmiş metalara atfedebiliriz. Bu ruhun ideolojisi malum piyasa deyişinde gayet güzel ifade edilmiştir: “Büyü ya da öl!” Bu sınırsız büyümeyi “kalkınma” ile ve “doğaya hakim olmayı” “medeniyet” ile özdeşleştiriyor. Bu sömürü ve kirletme dalgasının sonuçları gezegenin tam bir yıkımına ilişkin ciddi mesajlar verecek kadar ciddidir; toprağın, ormanların, suların ve atmosferin yıkımı o derecedir ki türümüzün tarihinde bir eşi daha yoktur.

Bu bağlamda, Pazar yönelimli toplumumuz, büyümeye ve egoizme hiçbir sınır koymamasıyla öteki toplumlarla zıtlık içindedir. “Sıkı bireycilik”in toplumsal gelişmenin birincil itici gücü ve rekabetin de toplumsal ilerlemenin motoru olduğu anti-sosyal ilkeler, diğerkamlığı insan soyluluğunun sahici emaresi ve işbirliğini toplumsal erdemin sahici kanıtı olarak gören, bu ödüllendirilen vasıflar ihlal edildikçe onlara daha çok değer verip onurlandıran geçmiş çağlarla kesin çizgilerle ayrılıyor. Bizim piyasa toplumumuz aslında eski zamanların en kötü özellikleri alıp kendisinin en saygın değerleri haline getirmiş ve bu yüzyılın küresel savaşlarında tarihin kötülüklerinin yanında masum görüneceği kadar gaddarlık sergilenmiştir.

Yazar: Murray Bookchin

Yirminci yüzyıl başlarına kadar, Sol olağanüstü bir düşünsel kapsamlılığa ve örgütsel olgunluğa erişmişti. O zamanlar solculuk denildiğinde, genellikle, değişen ölçülerde Karl Marx'ın çalışmalarından etkilenmiş sosyalistler anlaşılırdı. Orta Avrupa'da durum özellikle böyleydi, fakat sosyalizm Doğu Avrupa'da popülist fikirlerle ve Fransa, İspanya ile Latin Amerika'da sendikalizmle de iç içe geçmişti. Birleşik Devletler'de ise bu fikirlerin tümü birbirine karışmıştı, Eugene V. Debs'in Sosyalist Partisi'nde ve Dünya Endüstri İşçileri Sendikası'nda (IWW) olduğu üzere.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde solcu fikirler ve hareketler o denli gelişmişti ki, kapitalizmin ve hatta bizzat sınıflı toplumun varlığına ciddi olarak meydan okuyan bir güce sahip göründüler. Enternasyonal'de geçen "işte bu nihai çatışmadır" sözü yeni bir somutluk ve doğrudanlık kazandı. Kapitalizm, dünyanın sömürülen sınıflarının, özellikle de endüstri proletaryasının ayaklanmasıyla karşılaşmış göründü. Aslında İkinci Enternasyonal'in kapsamı ve devrimci hareketlerin Batı'daki gelişimi göz önüne alındığında, kapitalizm emsalsiz bir uluslararası toplumsal ayaklanmayla karşı karşıya gibiydi. Birçok devrimci, politik olarak olgun ve iyi örgütlenmiş bir proletaryanın toplumsal yaşam ve gelişim üzerindeki bilinçli kontrolü en sonunda ele alacağına ve varlıklı bir azınlığın seçkinci çıkarları yerine çoğunluğun genel çıkarlarını sağlayacağına ikna olmuştu.

Yazar: Erol Malçok


Dünyadaki canlı yaşamın bütünü artık insanın yapıp ettiklerini kaldıramaz hale geldi. Doğa tarihine baktığımızda, insanın doğaya müdahalesi ve tahribat yaratması hep var olan bir olguydu. Ancak geçmiş çağlarda doğa bu tahribatı ve tüketimi telafi edebiliyordu, çünkü yaratılan tahribat da gene doğal araç ve yöntemlerle gerçekleşiyordu; üstelik dünyanın büyüklüğü ve nüfusun azlığı düşünüldüğünde tahribat küçük ölçekli kalıyordu. Günümüzde ise bambaşka bir manzarayla karşı karşıyayız. Sanayi devriminden bu yana geçen yıllarda ve özellikle yaşadığımız çağda, doğa tahribatı neredeyse tümüyle nitelik değiştirdi denebilir. Toprağı, havayı ve suyu zehirleyen, bunların kendini yenilemesini zorlaştıran ve kimi zaman imkânsızlaştıran, teknolojik gelişmelere dayalı kimyasal bazlı büyük bir kirlilik, dünya çapında devasa boyutlarda tüketimle birleştiğinde, ekolojik kriz dediğimiz ağır bir manzara çıkıyor ortaya. Bu manzara karşısında irkilen ve dehşete düşen insanlar ise ekolojik mücadele hamlesiyle karşı durmaya çalışıyorlar. Dünya genelinde faklı bakış açıları ve yöntemlerle devam eden ekolojik mücadelenin ya da ekolojik duyarlılığın kökleri uzun zaman öncesine dayanıyor. Söz konusu olan, Charles Fourier'den Murray Bookchin'e, oradan günümüz ekoloji hareketine uzanan bir fikirler ve mücadeleler tarihidir.

Gün geçmiyor ki bakir kaldığını düşündüğümüz bir doğa parçasına göz dikilmesin ve yeni bir yıkım projesi ortaya çıkmasın. Bu yeni bir maden, taş ocağı, enerji üretimine yönelik bir proje ya da bir altyapı projesi veya suyu kontrol etmeye ve tekel altına almaya yönelik bir HES olabilir. Küresel düzeyde bir yıkımla karşı karşıyayız. Bu bir yanda iklim krizinin derinleşmesi, öte yanda da giderek yok olan biyolojik çeşitlilik anlamına geliyor.

Fikret Başkaya, son kitabı Eko-sosyalist Paradigma'da bu yıkıma yol açan nedenleri analiz ediyor ve buna bir çözüm önerisi getiriyor: "komünist topluma giden yol". Öncelikle komünizme yeni bir tanım getiriyor. Geçmişteki ekonomik indirgemeciliği aşarak, "doğayla uyumlu", "paranın ve patriyarkanın, bugünkü anlamda devletin ... olmadığı ... bir üretim ve yaşam tarzını" içererek tanımı genişletiyor. Vurguyu devlet eliyle yukarıdan aşağıya kurulacak bir topluma değil; müştereklere, kaybedilen ortak yaşam alanlarının yeniden kazanılmasına yapıyor. 20. yüzyıl solunun kapitalist modernizmi sorun etmediğini söylüyor. Reel sosyalizmin, sosyalizmi üretim yarışına indirgeyerek bir ütopya zaafına yol açtığını ortaya koyuyor. Oysa "kapitalist barbarlık sadece sosyal kötülükleri azdırmakla kalmıyor, doğa tahribatını da derinleştiriyor. ... bir uygarlık krizi ortaya çıkarmış durumda."(1)

Bir dostum bir defasında, Marx ile ilgili bir şeyler yazmanın- hele hele bu hakim kabulun dışında bir şeyse - "sırat köprüsünden" geçmek gibi olduğunu söylemişti. O vakit pek dikkate almadığım bu kaygıyı şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Ama gene de bu "sırat köprüsü" kaygısının altını biraz deşmeye çalışsak iyi olabilir.

Türkiye’nin büyük bir ekonomik ve siyasi kriz yaşamakta olduğu bu günlerde Bergama direnişi 10.yılını tamamladı. Kimilerine göre siyasi krizin tetiklediği bir ekonomik kriz, kimilerine göre ise zaten uzun dönemdir Türkiye’nin bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin sonucunda oluşmuş bir siyasal kriz ile karşı karşıyayız. Daha azınlıkta olanlara göre ise kriz tamamıyla bir siyasal kriz niteliğinde. Her halükarda Türkiye büyük bir krizin içinde.

Giriş

AKP’li yıllar boyunca çevre politikasını değerlendirdiğimizde tüm resmi belgelerde ve yetkililerin söylemlerinde “sürdürülebilir kalkınma” lafzının hatırı sayılır bir ağırlığı olduğu görülmektedir. Dahası “sürdürülebilir kalkınma” söyleminin sadece retorikte kalmadığını AKP hükümetleri dönemindeki on yıllık bir süreçte uygulana-gelen neo-liberal politikalar ile çevre politikalarının bir nevi tamamlayıcısı olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz.

Fikret Başkaya ile çok boyutlu, bir çok konuyu konuştuğumuz bir söyleşi yaptık.

Emet Değirmenci: Bildiğim kadarıyla siz Türkiye'de ekolojik krizi toplumsal krizin bir parçası olduğunu dillendiren ilk Marksistsiniz. Bu farkındalığa çok önce nasıl vardınız?

Fikret Başkaya: 1960- 1970 onyılı Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ‘birinci kalkınma on yılı' ilân edilmişti. Poitiers Üniversitesinde [Fransa] doktora öğrencisi olduğum yıllardı. Birleşmiş Milletler Örgütü o zaman Kanada başbakanı olan Lester B. Pearson başkanlığında bir komisyondan ilk onyılın bir değerlendirmesini istemişti. Hocam Prof. Jean Gabillard da benden Pearson Raporu'yla ilgili bir çalışma yapmamı istemişti. Pearson Raporu ve Azgelişmişlik başlığını taşıyan bir memoire hazırladım. Yaptığım çalışma işlerin yolunda gitmediği, sarpa sardığı sonucuna varıyordu. Kalkınma sorunuyla ilk yüzleşmem o çalışmayla oldu. Bu yaptığım ilk akademik çılaşmaladan biriydi. Diğeri de ‘Küba'da Planlamaydı'. Daha sonra "Azgelişmiş Ülkelerde Sayayileşme" başlığını taşıyan bir dokora tezi hazırladım. Tez de, olup-bitenlerin eleştirel bir değerlendirmesiydi. Yaptığım çalışmalarda kalkınma sorununa eleştirel bakıyordum ama itirazım bizzat kalkınmaya değil, onun kapitalist sistem dahilinde imkânsızlığı üzerineydi. 1980'lerin başından itibaren "sosyalist" denilen kalkınma modelinin de kapitalist kalkınma modelinden bir farkı olmadığını düşünmeye başladım. Zira her ikisi de daha çok üretim daha çok tüketim hedefine kilitlenmişti, üstelik her ikisi de ekolojik veçheyi dikkate almıyordu. 1984 yılında François Partant'ın ünlü eseri Kalkınmanın Sonu'nu Türkçeye çevirdiğimde kalkınma konusundaki görüşlerim daha da netleşti. 1994 de "Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü adlı kitabı yazdım. O dönemden sonra kabaca şu düşüceye ulaşmıştım: 1. Mevcut haliyle ‘kalkınma' denilen bir yutturmacadan ibarettir, tam bir saçmalıktır ve mümkün değildir; 2. Ekolojik veçheyi dikkate almayan bir kalkınma mümkün ve arzulanır değildir; 3. Her seferinde daha çok üretmeyi ve tüketmeyi hedef alan bir insan toplumunun bir geleceğinin olması mümkün değildir. Velhasıl sosyal krizle ekolojik kirizin birbirini besleyip azdırdığı sonucuna vardım.

Yazar: Sezgin Ata 

EKOLOJİK KRİZİ BU KADAR ÖNEMLİ KILAN NEDİR?

Bugün hiç kuşkusuz tarihte görülmemiş boyutta bir krizle karşı karşıyayız: ekolojik kriz. Bu kriz, bir önceki kuşağa ait nükleer ve biyolojik Silahların gezegeni topyekûn imha etme tehdidinin kapsamını daha da genişleterek kıyametvari bir noktaya taşımıştır. Bu algı artık yalnızca bilim insanlarının ve düşünürlerin değil geniş insan kitlelerinin toplumsal bilincinde de gittikçe yer edinmeye başlamıştır.

 Yazar: Peter Staudenmaier

“İnsanlığı doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi yıkımına ve ulusların yokoluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık ancak hayatın bütünlüğüne yeniden eklemlenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu tekbaşına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünlüğüdür düşüncenin odağı… Hayatın bütünlüğüyle bağlantı kurmaya yönelik çabalar, içine doğduğumuz doğanın kendisiyle birlikte Nasyonal Sosyalist düşüncenin en derin ve doğru özüdür”(1).