Endüstriyel Hayvancılık Sürdürülemez
Türkiye’de bitkisel üretim ve hayvansal üretim (birlikte tarım diyoruz); hem ekolojik hem de ekonomik çifte bir krizle karşı karşıya. Dünya’da da benzer sorunlar var. Ancak ülkede yürütülen para politikası sonucu durum bizde daha da ağırlaştı. Türk Lirasının aşırı değer kaybı, yem hammaddelerinin ithal edilmek zorunda kalınması sonucu hayvansal üretim maliyetleri çok hızla arttı. Hayvansal üretim büyük ölçüde kesif yeme (sanayi yemi) dayalı olarak yapılıyor. Meralarımız geliştirilmedi ve çeşitli şekillerde maden, konut, turizm vb. nedenlerle tahrip oluyor ve küçülüyor. Bu ise hayvan beslemeyi kesif yeme dayalı olmak zorunda bıraktı. Sanayi yemi hammaddelerinin önemli bir kesimi ithal ediliyor. Döviz kurlarındaki hızlı artışlar bu nedenle sanayi yemi maliyetlerini de çok hızlı arttırdı.
Diğer yandan kamuya ait yem sanayinin, Süt Endüstrisi Kurumunun, Et ve Balık Kurumunun özelleştirilmiş olması yem, süt ve ürünleri, et ve ürünlerinde özel şirketlerin hegemonya oluşturmasına yol açtı. Üreticiler yem fiyatlarına giderek daha yüksek fiyatlar öderken, süt ve et için ellerine geçen fiyatlar daha az artıyor. Bu durum hayvansal ürün üreticisi çiftçilerin ikili bir makas arasında ezilmesine yol açıyor. Buna karşılık perakende sektöründe de benzer bir yoğunlaşma var ve bu da tüketicilerin hayvansal ürünlere çok yüksek fiyatlar ödemelerine neden oluyor. Kısacası; tüketici tüketemez, üretici üretemez hale gelmiştir. Küresel iklim değişikliği hayvancılığı da etkilemektedir. Ot verimi düşmektedir. Bu durum böyle devam edemez. Tarım değişen iklim koşullarına uyum göstermek zorundadır. Hayvansal üretimde çok köklü değişimler yapmak zorundayız. Bitkisel üretimle bütünleşmiş agroekolojik bir hayvancılık çıkar yoldur. Bu yazıda hayvancılığın nasıl bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini irdeleyeceğiz.
Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin seyir defteri: Cumhuriyet'in ilk yüzyılı
Dumbledore, "Önümüzde karanlık ve zor zamanlar var," dedi Harry'ye, "Çok yakında hepimiz, doğru olan ile kolay olan arasındaki seçimle yüzleşmek zorunda kalacağız."
Dünyadaki ve Türkiye’deki ekoloji hareketlerinin karanlık ve zor zamanlarda her zaman olmasa da çok kez doğru olandan yana tavır aldıkları söylenebilir.
Ekoloji hareketlerinin ilk olarak ABD ve Avrupa’da 1960’lı yılların sonuyla 70’lerin başında ortaya çıktığını görüyoruz. Bu dönemde ekoloji hareketlerinin yükselişi öğrenci hareketi, nükleer karşıtı hareket ve barış hareketi gibi farklı bileşenlerden oluşan daha geniş toplumsal hareketlerin bir parçası olarak gelişti. Ardından “büyü ya da öl” ikilemindeki kapitalizmin iktisadi ilişkileriyle, insansız doğayı ve toplumsal ilişkileri tarumar etmesi sonucu hareketin tabana dayalı mücadelelere evrildiğine tanık olduk, oluyoruz. Elbette bu denkleme devletlerin halklar üzerinde kurduğu tahakkümü de eklemek gerekir.
Toplumsal Ekoloji Açısından Teknoloji
Toplumsal ekoloji bir çok toplumsal ve ekolojik sorunla birlikte doğayla uyumlu bir yaşamın nasıl gerçekleştirileceği sorusunu gündeme getiriyor. Burada öne çıkan önemli konulardan birisi de teknolojiye bakış açısı. Kimileri teknolojiyi tümden reddederken kimileri de ekolojik krizden kurtuluşu yalnızca teknolojik yeniliklerde görüyor. Bu yazıda teknolojiye toplumsal ekoloji açısından bakmaya ve kimi temel sorulara yanıt bulmaya çalışacağım.
Toplumsal Ekoloji Perspektifinden Ekolojik Yaşam Ne Demektir?
-Doğayla Uyumlu Yaşamanın Toplumsal Hali-
“Pek çok yeşil tarafından geliştirilmiş 'Biz ne sağız ne de sol, öncüyüz' sloganı tarihsel olarak naif ve politik olarak ölümcüldür…Ekoloji tek başına, eleştirel toplumsal çerçevenin dışında, tehlikeli bir şekilde belirsizdir.”1
“İnsanlığı doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi yıkımına ve ulusların yok oluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık ancak hayatın bütünüyle yeniden eklenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu tek başına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünüdür düşüncenin odağı… Hayatın bütünlüğü ile bağlantı kurmaya yönelik çabalar, içine doğduğumuz doğanın kendisi ile birlikte………………………… düşüncesinin en derin ve doğru özüdür.”2
Bir an durun ve yukarıdaki alıntıdaki boşluğu doldurun lütfen. Buraya daha sonra yeniden geleceğiz.
Marksist Sol, Ulus Devlet İle Milliyetçiliğin, Temsili Demokrasi İle Parlamentonun Esiri Oldu
Burjuvalar, bilimi ve üretim tekniklerini sahiplenerek imparatorlukları parçalayıp ulus devletler inşa ederlerken; temsili demokrasi ve buna bağlı olarak parlamentoyu koydular kitlelerin önüne. Milliyetçiliği ise ulus devlet dini olarak pazarlamayı başardılar. Öyle ki, zamanla semavi dinler yetmiyormuş gibi, milliyetçilik ulus devletlerin en güçlü dini haline getirildi.
Marksist sol ise, komünizm adına proletarya diktatörlüğü söylemi hariç herhangi bir proje üretmeden proletarya kanalı ile burjuvazinin devletini ele geçirerek komünizmin inşa edilebileceğini öne sürdü. Komünizme geçildiğinde devlet sönümlenecekti. Bunları öne sürdü, ama devletlerin sönümlenmesi, sınırların kaldırılması neticesinde kentler, kasabalar, köyler nasıl yönetilecek? Üretim dağıtım, paylaşım nasıl ve kimler tarafından planlanacak? dünya bir merkezden mi yönetilecek? (Ki, bunu iddia edenler var.) Yanı sıra proletarya haricindeki sınıf ve katmanlar komünizm inşasında yer almayacaklar mı? Bu sınıflar proletaryaya mı tabi olacaklar? Proletarya diktatörlüğü sürecinde zorla mı komünist yapılacaklar? Hatta Marks “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” derken, Dünya’nın diğer bölgelerinde ne kapitalizm ne de proletarya mevcut değildi. O bölgeleri de zorla komünist mi yapacaklardı? Çünkü beklenti, Avrupa devriminin dünyayı da komünistleştirebileceği idi.