Milas'ın İkizköylüleri dört yıldır sürdürdüğü haklı yaşam mücadelesine daha da derinden hançer yedi!

24 Temmuz sabahı erken saatlerde, beşli çeteden Limak'ın kesim ekipleri, jandarma ve TOMA'lar eşliğinde Akbelen Ormanı'na girip ağaç kesim işlemine başladı. Gerekçe, ekonomik ömrünü tamamlamış Kemerköy ve Yeniköy kömürlü termik santralleri için ham madde sağlamak!

İkizköylüler, uzun süredir verdikleri hukuk mücadelesiyle ve son iki yıldır da bizzat 24 saat nöbet tutarak 740 dönümlük Akbelen Ormanı'nı korumaya çalışıyorlar. Türkiye ekolojisi açısından kalan bu neredeyse tek yerel kızılçam dokusunun korunmasının neden hayati önem taşıdığını ekolojistler açıklamıştı: "Akbelen, bölgenin yağmur toplama havzasıdır. Köylüler topraklarını satmasa bile su varlıkları ortadan kalktığında bu arazilerde tarım yapma imkânı da ortadan kalkacak."[1] Bilindiği gibi Milas zeytini, kalitesiyle Avrupa çapında coğrafi işaret almayı hak etmiş durumda. Kesilmek istenen ormanlık alanın bir kısmı da zeytinlik. Zeytin ise köylülerin başlıca geçim kaynağı.

Yazar: Fikret Başkaya

Turizmin ‘bacasız sanayi’ olduğu, dünya barışına hizmet ettiği, farklı kültürleri birlerine yaklaştırdığı, yoksulluğun çaresi olduğu, yoksul ülkelerin kalkınmasının bir aracı olduğu… söyleniyor. Gerçekten öyle mi?

Turizm (seyahat) XVIII’inci yüzyılda soylular sınıfının (Aristokların), XIX’uncu yüzyılda da burjuvaların bir etkinlik alanıydı… XX’inci yüzyılda, daha çok yüzyılın ikinci yarısında işçi sınıfının ücretli izin hakkını kazanmasıyla, özellikle emperyalist ülkelerde ‘kitle turizmi’ de olanaklı hale geldi ve hızla yaygınlaştı… Aslında kitle turizmi işçi sınıfının, bir bütün olarak da emekçi kitlelerin ‘boş zamanına’ kapitalistler tarafından el konulmasıydı… Kitle turizmiyle birlikte turizm (seyahat) varlık nedenine yabancılaştı…

Ekolojik Krizin Sosyal Psikolojisi: Ekolojik Krizin Ortaya Çıkışında ve Çözülüşünde Sosyal Psikolojik Süreçlerin Rolü Üzerine Kısa Bir Not 1

Giriş

Bugün insanlar olarak birbirimizle ve doğayla kurduğumuz ilişkinin sorunlu olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Yüzümüzü nereye çevirsek toplumsal ve ekolojik sorunlarla karşılaşıyoruz. Bir yanda sosyal eşitsizlik, yoksulluk ve sömürü, öte yanda biyoçeşitliliğin kaybı ve iklim krizinin yarattığı toplumsal ve ekolojik sorunlar. İçinde yaşadığımız kapitalist sistemi bu krizlerden ayıramayacağımız gibi “doğaya hükmetme düşüncesine” neden olan hiyerarşik sistemleri ve tahakküm ilişkilerini de denklemin dışında tutamayız. Zira doğayı kaynak deposu olarak kabul eden ve insanın “refahı” için doğayı sömürmeyi ve tahakküm altına almayı meşrulaştıran toplumsal ve politik ilişkileri sorgulamadan bu krizden çıkamayacağımız açık.

Adam Aron: Ekolojik ve iklim krizine odaklanma yolundaki kişisel yolculuğunuz neydi?

Brian Tokar: New York'ta, şehrin her yerinden çocukların sınavla girebilecekleri bir liseye gidecek kadar şanslıydım. Bu lisenin çok kültürlü ve politik bir ortamı vardı. Sonra 70'lerin başında Boston'da üniversiteye gittim ve çeşitli hareketlere aktif olarak katıldım. Savaş ve militarizm karşıtlığı ile nükleere karşı konular ana odak noktalarımızdı. Nükleer güce karşı ABD aktivizmi, gerçekten burada, New England'da, başladı ve bütün ülkeye yayıldı.

Doğu Karadeniz’de Rize ve Artvin çevresinde geçtiğimiz günlerde meydana gelen sel felaketi ve Konya göller bölgesindeki Meke Gölü’nün kuruması bize neler söylüyor?

Başlıkta büyük harfleri özellikle yazdım. Çünkü bir süredir Antroposen’e (insan merkezli yaşam) kafa yoruyorum. Yalnızca küresel iklim değişikliği kapsamında değil, aynı zamanda insanın doğayla iletişiminde nelerin etken olduğunu düşünmeye çalışıyorum. Çünkü doğa pasif bir özne değil. Kendi içindeki evrimi insan eliyle hızlandırılabiliyor ya da yavaşlatılabiliyor. Doğanın kendi etkileriyle olan devinimi; endüstri devrimi sonrası ve özellikle son 60 yıl içindeki insan faaliyetleri sebebiyle oldukça tahripkar bir şekilde ilerlemiş durumda.

Uzun yıllardır toprak ve gıda ilişkinmi yaşadığım her yere taşıyorumgittiğim her ülkeye taşıyor ve mümkünse ilk elden öğrenmeye çalışıyorum. Yazıma Brezilya Topraksızlar Hareketinden (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra) genç akademisyen bir kadın Janaina Stronzake'nin geçen sene Seattle'daki bir konuşmasıyla başlamak istiyorum. Ben bir Topraksızlar Hareketi çocuğuyum . 2011 yılı itibariyle Brezilya da 350 000 topraksız köylü aile var.

Bir yandan Katrina, Rita, Wilma, Alfa derken şimdi de Beta kasırgası, diğer yandan Latin Amerika ve Uzakdoğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde görülen seller  … Tüm bu “doğa felaketlerini” nasıl değerlendirmeliyiz? İlahi adaletin tecelli etmesi olarak mı? Yoksa Doğa Ana’nın intikamı olarak mı? Dahası bu olan biteni sadece sıradan “doğa” olayı olarak değerlendirmek yeterli mi?

Belki, Katrina ve Rita gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde olan ve ciddi yıkıma neden olan kasırgaları görünce, bazılarımız “oh iyi oldu. Allah’ın sopası yok ki…bu ilahi adalet olmalı…” gibi “gönül rahatlatıcı” düşünceleri bu mübarek Ramazan günlerinde içimizden geçirmişizdir.

Geçen yıl  ABD’de yaşanan Katrina felaketi ve Karaip denizinden gelen diğer fırtınalar küresel ısınmanın ne denli acil bir sorun haline geldigini gösterdi. Artık tüm bilim insanları doğal afetlerdeki artışın küresel ısınmadan ve özellikle deniz sularının ısınmasından kaynakladığını kabul ediyor.

Radikal olmayan ana akım çevreci örgütler dahi küresel ısınmaya karşı acil önlemler alınması için sürekli olarak çağrı yapıyorlar. Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Vakfı, gezegenin üretebildiğinden yaklaşık yüzde 20 daha fazla doğal kaynağın tüketildiği uyarısında bulunuyor. Vakfın yayınladığı “Yaşayan Gezegen 2004 Raporu”nda bunun sonucu olarak 1970-2000 yılları arasında denizde ve karada yaşayan canlı türlerinin nüfusunun yüzde 30, tatlı suda yaşayanların nüfusunun ise yüzde 50 oranında azaldığı bildiriliyor.[1]

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil

Tarihi o zamana dek süregiden akışında kesintiye uğratan, ya da daha farklı bir mecraya sokan, algılarımızı ve yaşamımıza dair herşeyi değiştirebilme potansiyeline sahip olan… Amerika Birleşik Devletleri ve dünya tarihinde 11 Eylül saldırıları ve ardından yaşadıklarımız böyle bir “tarihi olay”dır örneğin. Olay ABD’de gerçekleşmiş olsa da etkisi tüm dünyada, hatta en “ırak” köşelerde bile acı ve ızdırap içinde yaşanmaktadır. Başka bir “tarihi olay”da gene ABD’yi vuran “Katrina” kasırgasıdır. Etkisinin 11 Eylül saldırılarının yarattığı çapta olup olmayacağını bilemiyoruz ancak, şimdiye dek en az onun kadar “yankı” bıraktığı gözükmektedir. Benzerlikleri ve farklılıklarıyla bu iki olayı nasıl okuyabiliriz? Her ikisinin de Eylül ayında ve ABD’de olması dışında ne gibi ortak noktaları vardır?