Batı Hegemonyasının Çöküşünden Sonra Toplumsal Ekoloji
Toplumsal ekoloji düşüncesi Murray Bookchin tarafından 1960'lardan itibaren şekillenmeye başladı. Bookchin'in 1990'larda yayımladığı kitap ve makalelerle son şeklini aldı diyebiliriz. Bu dönem aynı zamanda Batı merkezli dünyanın sonsuza kadar süreceği gibi bir anlayışın hakim olduğu bir dönemdi. Her ne kadar toplumsal ekoloji Avrupamerkezci bu düşünce yapısına köklü bir eleştiri getirse de özelde Batı hegemonyasını tartışmadı, yalnızca genel olarak tahakkümün ortadan kalkacağı bir dünyaya nasıl ulaşabileceğimizi gündeme aldı. Oysa her ne kadar II. Dünya savaşı sonrasında sömürge sisteminin çöküşü yeni-sömürgeciliği geliştirmiş olsa da sermaye birikim döngülerinin günümüzde geldiği nokta Batı egemenliğinin çöküş sürecine girdiğimizi gösteriyor. Dolayısıyla toplumsal ekoloji düşüncesi de Batı egemenliğinin hep var olacağını varsayan bir söylemden sıyrılıp bu hegemonya sona erdikten sonraki dünya için de geçerli olacak bir söylem geliştirmek durumunda. Bu da her anlamda Avrupamerkezcilikten arınmayı, sınıf tahakkümünün ve kapitalist devletin ötesinde her türlü devlet geleneğinin yarattığı tahakkümleri vurgulayan bir toplumsal ekoloji söylemini geliştirmeyi gerektiriyor.
Avrupamerkezcilik iki temel kriterle tanımlanabilir: 1. Çizgisel tarihsel gelişme anlayışı, 2. Kalkınmacılık. Ancak her ne kadar bu iki kriterin sonucu olsa da üçüncü bir unsur olarak kapitalist modernitenin kökenlerini, esasen Avrupa'ya özgü içsel gelişmelerin ürünü olarak görmeyi de eklemekte yarar var. Toplumsal ekoloji ilk iki kritere göre Avrupamerkezciliğe alternatif bir düşünce geliştirmiştir. Ancak o dönemin yaygın tarih yaklaşımının bir sonucu olarak kapitalist modernitenin kökenlerini, esasen Avrupa'ya özgü içsel gelişmelerin ürünü olarak gören bir anlayışın izlerini taşımaktadır. Toplumsal ekoloji düşüncesi daha çok ekolojik sorunlara yoğunlaşarak buna alternatif yaklaşımlarla ilgilenmemiş, bunun sonucu olarak da günümüzdeki tahakküm sorunlarının bir bölümünü gözardı etmiştir. Daha önemlisi önümüzdeki dönemde giderek öne çıkacak olan dünya düzeni sorununa ve farklı devlet geleneklerinin buna etkisine dokunmadı. Bu toplumsal ekoloji düşüncesi açısından önemli bir boşluk yaratmış durumda.
“Sınırlı bir Dünya’da Sınırsız Büyümeyle Nereye...”
Fikret Başkaya ile Son Kitabı Üzerine Söyleşi
Emet Değirmenci: Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek kitabınız için kutlarım. Kitap gerçekten konuyla ilgili serinin bir toparlaması niteliğinde olmuş. Sizinle ekoloji ve toplum temelinde yaptığım bu beşinci söyleşimizde kapitalizmin son iki yüz yılını kapsayan endüstriyel dönemde insan-doğa ilişkisi üzerine yoğunlaşmayı öneriyorum. İnsan sadece yeryüzündeki doğanın değil, kozmolojik bütünlüğün de bir parçası iken tüketim toplumunun uzattığı aldatmalara kandı. Nitekim kendine yabancılaştırılması ürkütücü sonuçlara ulaştı. Artık sadece insan merkezli yaşamın (Antroposen) vurgusu değil, kendinin bir özelliği olan alet yapması onu teknolojik üstünlüğüyle neredeyse robotların dünyasına hapsetme aşamasına geldi. Kitabınızda halihazırdaki sosyal, ekolojik ve ekonomik (çok boyutlu) krizi kapitalizmin son krizi olarak nitelendiriyorsunuz. Bir başka deyişle bu krizden çıkamaz çünkü dünyanın kaynakları bitti demek anlamında sanırım. Bu çöküşün en önemli yansıması ise etik ve ahlâk alanında görünüyor. O halde bizi sadece kapitalizmin büyü ya da öl düsturu keskin çizgilerle ayırmıyor. Aynı zamanda kendi elleri ve aklıyla yaptığı bu tekno-fetişizmin bataklığına da batmış insan, tekrar nasıl insani değerlere kavuşabilir?
Fikret Başkaya: Paradigmayı değiştirmek gerekiyor ama fazla geç kalmamak kaydıyla... Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Paradigmayı değiştirmek de düşünce tarzımızı, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı ve doğayla ilişkimizi değiştirmeyi gerektiriyor. Geride kalan dönemde iki “kopuş” söz konusuydu: Varlıkla-bilinç ayrımı ki bu dinlerin eseriydi. Beden ruhtan ayrı sayıldı, insanın kötü yanı hayvanlara fatura edildi; ikincisi, modern çağın başlarında doğaya, Kartezyen bir yaklaşım egemen oldu: İşte “insan doğanın sahibi ve efendisidir” saplantısı… Bence bu iki kopuşa dair kafa yormak gerekiyor. Bu ikili kopuşun bugünkü tablonun ortaya çıkmasında önemli bir payı olduğunu düşünüyorum…
Feminist Enerji Sistemleri Tasarlamak: 'İstihdam' ve 'Bebeklerin' Ötesinde İklim Politikaları
Yazar: The Mayapple Enerji Dönüşümü Kolektifi 1
(Cara N. Daggett, Christine Labuski and Shannon Elizabeth Bell)
Cara daha önceki iki (bkz: https://autonomy.work/?s=cara) yazısında kadın düşmanlığı, fosil yakıtlar ve yeşil tekno-vizyonlar arasındaki ilişki hakkında yazmıştı. Bu enerjik erkeklikler – petro, ekomodern ve benzerleri- dünyaya yönelik çıkarcı bir yaklaşımı yansıtmaktadırlar: Sınırsız miktarda ucuz yakıt arayan ve bu nedenle adil bir geçiş bir yana, gerçekten sürdürülebilir bir geçiş sağlayamayan bir yaklaşım. Bu tür zorluklarla yüzleşirken, bu yazıda soruyoruz: Alternatif bir feminist enerji sistemi neye benzeyebilir? Dünya çapında feminist akademisyenlerin ve aktivistlerin bilgeliğinden ve pratiğinden yararlanan bir sistem neye benzeyebilir?
Feminizm ve enerji planlamasını bir araya getirmeye çalışmak şaşırtıcı görünebilir ancak durum böyle olmamalı. Feminist bir merceği benimsemek, 'iktidarın' nasıl işlediğine dair onun özgün uzmanlığından yararlanmamızı sağlar: erkek-kadın veya doğa-kültür gibi doğallaştırılmış, ikili karşıtlıkların yarattığı adaletsizlikten tutalım da; engellilik, ırk, sınıf ve cinsellik gibi baskı kategorilerinin çoklu ve iç içe geçmiş olarak kesişimsel bir anlayışa kadar.
Toplumsal Ekoloji ve Enerji Sorunu
Küresel ısınmanın büyük ölçüde fosil yakıtların aşırı kullanımından kaynaklandığının ortaya çıkmasından bu yana enerji sorunu çevreciler ve ekolojistler arasında yoğun olarak tartışılıyor. Bu ısınmanın yarattığı iklim krizi giderek daha çok can kaybına, kentlerde ve kırsalda devasa yıkımlara yol açıyor. 2030'lara vardığımızda bu zararların artık sigorta edilemeyeceği yıllar önce yazıldı ve o noktaya doğru gidiyoruz. Zaten yoksul yığınlar için bu sigortaların da bir yararı yok. Onun ötesinde de biyoçeşitlilik kaybı tüm karmaşık canlılarla birlikte insan yaşamının varlığını tehdit edecek noktaya doğru gidiyor. Bu iklim felaketlerinin önüne geçebilmek için en yaygın dile getirilen çözüm, fosil yakıt tüketimine yenilenebilir enerjiye geçilerek son verilmesi. Ancak endüstriyel kapitalizmin dayattığı mevcut tüketim toplumunu sürdürerek böyle bir çözümü yaşama geçirmek mümkün mü? Ya da ABD ordusunun yılda 78 milyon varille, 5 buçuk milyon nüfuslu Norveç'ten ya da 20 milyon nüfuslu Romanya'dan daha fazla petrol tükettiği bir dünyada bunları konuşmak anlamlı mı? Bu yazıda bu sorunları ve ekolojik alternatifleri farklı boyutlarıyla tartışmaya çalışacağım
Gıdanın Cinsiyetçi Politikası ve Hayatta Kalma Mücadelesi
Yazar: Vandana Shiva
Tarım, yani gıda yetiştiriciliği, başta kadınlar olmak üzere dünya insanlarının büyük çoğunluğu için hem en önemli geçim kaynağı hem de ekonomik hakların en temeli olan gıda ve beslenme hakkıyla ilgili bir alandır. Kadınlar, gıda zincirinde yaptıkları iş bakımından dünyanın ilk gıda üreticileridir ve Küresel Güney'deki gıda üretim sistemlerinin merkezinde yer almaya devam etmektedirler. Dört ila beş bin yıl boyunca evrilen bilge kadının tarım bilgisinin yirmi yıldan kısa bir süre içinde bir avuç beyaz erkek bilim insanı tarafından dünya çapında yok edilmesi, kadınları sadece uzman olarak hiçe saymakla kalmamış, aynı zamanda uzmanlıkları doğanın yenilenebilirlik sistemine dayandığı için, doğanın süreçlerinin ekolojik yıkımı ile kırsal bölgelerdeki yoksul insanların ekonomik yıkımıyla birlikte ilerlemiştir. Tarım kadınlar tarafından geliştirilmiştir. Dünyadaki gıda üreticilerinin, çiftçilerin çoğu kadındır ve kız çocuklarının çoğu geleceğin çiftçileridir; tarlalarda ve çiftliklerde çiftçilik becerilerini ve bilgilerini öğrenirler. Kadınlar aynı zamanda dünyadaki gıdanın yarısından fazlasını üretmekte ve gıda güvencesi olmayan hane ve bölgelerdeki gıda ihtiyacının yüzde 80'inden fazlasını sağlamaktadır.