Türkiye'nin bugün geldiği çelişkilerle dolu politik konumu anlamak için geriye dönüp bakmakta ve AKP'nin 9 yıllık geçmişini değerlendirmekte yarar var. Bu yazıda bunu yapmaya çalışmadan önce devlet ve hükümet arasındaki ilişkiler konusunda genel bir analizle giriş yapmak istiyorum.
Devlet ve Hükümet
Temsili demokrasilerde siyasi partiler potansiyel bir devlet örgütlenmesi gibi kendilerini şekillendirir, politikalar oluşturur ve hükümet olarak devleti yönetmeyi hedefler. Merkezi örgütlenme ve güçlü liderlik bu örgütlenmenin anahtar noktalarıdır. Bu arada bir yandan değişime yönelik politikalar oluştururken bir yandan da devlete güvence vermek esastır. Yoksa devlet tarafından bir tehdit olarak algılanır ve baskı altına alınır ya da kapatılırlar.
Bir süredir liberal sol yazarlar Kürt sorununun çözümü ve AKP bağlamında farklı yaklaşımlar ortaya koyarak tartışıyorlar. Bir argüman Kürt özgürlük hareketinin çözüm için "derin devlet"le uzlaşmaya çalıştığı, AKP'yi düşman ilan ettiği şeklinde. Bir diğeri ise silahlı ve barış yanlısı iki PKK olduğu ve buna dayalı argümanlar.
Bu tartışmayı izlerken liberal düşüncenin devlet ve demokrasi kavramlarını nasıl ele aldığını gözönüne almadan argümanları anlamak biraz zor. Çünkü yazarlar Marksist kökenli olsa da liberal düşüncelerden büyük ölçüde etkilenmiş bir konumdalar.
Önceki yazımda büyükbaş hayvancılığın gerek Avustralya'nın doğasına verdiği zararlar sonucunda gerekse de küresel ısınmaya katkısından ötürü sürdürülemez olduğunu yazmıştım. Bunu yazarken sorunun küresel boyutuna girme şansım olmamıştı. Bugün somut verilerle konuyu biraz da bu yönden açacağım.
Günümüzde ortalama bir insan, tarihin hiç bir döneminde olmadığı düzeyde et tüketiyor. Çoğu insan her öğle ve akşam yemeğinde et yemeyi tüm insanların olağan bir alışkanlığı olarak görüyor. Hatta tarihin her döneminde böyle olduğunu varsayıyor. Oysa 19. yüzyılın sonlarına kadar her gün et yemek yalnızca soylulara ve zengin kentlilere özgü bir alışkanlıktı. Doğaldır ki bunun istisnaları vardı. Sözgelimi kimi göçebe topluluklar ve kutuplara yakın bölgelerde yaşayan halklar daha fazla et tüketiyordu. Ancak uygarlıkta ileri olarak kabul edilen gerek Avrupa gerek Asya halklarının yiyecek alışkanlığı etten çok sebze ve tahıla dayalıydı.
Geçen yıl ABD’de yaşanan Katrina felaketi ve Karaip denizinden gelen diğer fırtınalar küresel ısınmanın ne denli acil bir sorun haline geldigini gösterdi. Artık tüm bilim insanları doğal afetlerdeki artışın küresel ısınmadan ve özellikle deniz sularının ısınmasından kaynakladığını kabul ediyor.Radikal olmayan ana akım çevreci örgütler dahi küresel ısınmaya karşı acil önlemler alınması için sürekli olarak çağrı yapıyorlar. Uluslararası Doğal Hayatı Koruma Vakfı, gezegenin üretebildiğinden yaklaşık yüzde 20 daha fazla doğal kaynağın tüketildiği uyarısında bulunuyor. Vakfın yayınladığı “Yaşayan Gezegen 2004 Raporu”nda bunun sonucu olarak 1970-2000 yılları arasında denizde ve karada yaşayan canlı türlerinin nüfusunun yüzde 30, tatlı suda yaşayanların nüfusunun ise yüzde 50 oranında azaldığı bildiriliyor.[1]
Öncelikle ücretli çalışma sistemleri nasıl her yerde her dönemde birbirinin aynı değilse, değişim gösteriyorsa, kölelik sistemleri de aynı şekilde çok farklılıklar gösteriyor. Kölelik denince çoğu insanın aklına 19. yüzyılda ABD’de ve Latin Amerika’da Afrika’dan zincirlenmiş olarak getirilen köleler geliyor. Oysa Milattan Önce 5. ya da 6. yüzyılda Atina’ya gidecek olursak çok farklı bir köle görüntüsü ile karşılaşabiliriz.
İnsanlık kabile toplumlarından krallıklara ve kent uygarlıklarına geçtiğinde farklı etnik kökenlerden gelen insanlar birarada yaşamaya başladı. Krallıklarda bir kavim diğerlerini boyunduruk altına aldı, kimi kent uygarlığında ise farklı kavimlerden insanlar eşitlik içinde yaşadı. Bu dönemde kimi despot krallar ya da imparatorlar zaman zaman bir kavmi tümüyle yok etmeye çalışmışlarsa da genel olarak etnik kimlikler birbirlerinin dillerine, kültürlerine karışmadan yaşadılar. Roma İmparatorluğunda yıkılmaya yakın dönemde paganların zorla hıristiyanlaştırılması, İslamın zorla yayılması bunun diğer istisnaları olarak ortaya çıktı.
Şu anda bu yazıyı okuyan kaç kişinin haberi vardı bilmiyorum ama, 5 Kasım günü “İşe Yürüyerek Git” günüydü. Avustralya Yayalar Konseyi tarafından başlatılan bu olay her yıl duyurulup, kutlanmaya çalışılıyor. Kamuoyunda ne denli yankı bulduğu ise kuşkulu.
Kapitalizm başlangıçta diğer ekonomik sistemlerle birlikte varoldu. Tarım ekonomisi farklı kurallarla yürürken, zanaatkarların yaptığı üretim ve ticaret, pazar ekonomisi içinde sermaye birikimi yarattı. 18. yüzyıldan başlayarak endüstriyel kapitalizm dediğimiz makinalaşmış, merkezi üretime dayalı kapitalizm egemen olmaya başladı. İkinci Dünya savaşından sonra geliştirilen teknolojiler ise daha önce düşünülemeyecek boyutta bir otomasyonu ve üretim patlamasını olanaklı kıldı.
Herkes yaşamında öncelikle en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Bunlar yiyecek, barınma gibi maddi ihtiyaçlar olduğu gibi, güvenlik, bir topluluğun parçası olma, yaptıklarının onaylanması, saygı görme, sevme ve sevilme gibi ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlarını belirli bir düzeyde tatmin eden kişi, içindeki potansiyelleri yaşama geçirmek için kendisine hedefler koyar. Aslında bu hedefler de temel ihtiyaçların daha ileri boyutta tatmin edilmesine yöneliktir. Bir meslek edinme, bir sanat alanında yüksek bir başarıya ulaşmak ya da bilim adamı olmak gibi. Bir anlamda bu hedeflere ulaşarak kendimizi gerçekleştirmeye çalışırız. Sahip olduğumuz potansiyelleri eyleme geçirmek ve sonucunu görmek isteriz. Doğaldır ki konulan hedeflere ulaştıkça kendimizi daha fazla keşfeder ve daha ileri hedefler koyarız.
Geçen yazımda kişisel olarak verdiğimiz kararların kendi yaşamımızda ve toplumsal değişimde önemine değinmiştim. Ancak, aslında daha önemli olan bir noktayı sonraya bırakmıştık. O da yaşamımızı etkileyen bir çok kararın toplumsal olarak alınıyor oluşu. Bunlara politik kararlar da demek mümkün, ama bu kararların birçoğu bizden çok uzaklarda ve hatta politik karar verme mekanizmalarının da dışında bir takım mekanlarda veriliyor. Yine daha önceki bir yazımdan örnek verecek olursak, taşıt araçlarını geliştirmeye yönelik araştırmaların fosil yakıtlara mı, yoksa yenilenebilir enerji kaynaklarına mı dayanacağına Ford, GM gibi bu alanda tekel haline gelmiş bir kaç şirket karar veriyor. Hükümetler bu konularda teşvik politikaları uygulayarak bir yön vermeye çalışır gibi görünse de, bu teşvik politikalarının belirlenmesinde bu tekeller çok etkili oluyor. Bir başka örnek de tohum ve tarım ilaçları üreten şirketler. Bunlar bizim adımıza karar verip genetiği değiştirilmiş bitkilere yatırım yapıyorlar ve riskleri kolayca gözardı ediyorlar.
İlk yazımda insani insan yapan iyi özelliklerinden söz ederken iyi ile kötünün nasıl ayırt edildiğini daha sonra tartışacağımızı söylemiştim. Burada öncelikle neyin iyi neyin kötü olduğunun insan yaşamı karmaşıklaştıkça değiştiğini ve sürekli daha ayrıntılı bir şekilde belirlendiğini belirtmek durumundayım. İnsanlığın ilk dönemlerine dönecek olursak iyi ile kötünün yalnızca geleneklerle, töreyle belirlendiği bir dönemi görüyoruz. Bu dönemde bu değerler günlük deneyimler içinde oluşuyor ve ardından gelen kuşaklar bunları sorgulamadan kabulleniyorlardı. Sözgelimi kavimler içindeki kan bağının en önemli, hatta kutsal değerlerden biri olması. Bu durum farklı halkları kanlı savaşlara sürüklediği ve tüm taraflara çok zarar verdiği halde sorgulanmadan kabul ediliyordu. Yine doğaüstü güçlere inanç bu şekilde oluşmaya başladı, çünkü bir kere inanç oluşunca bunların sorgulanmasına karşı büyük bir tepki oluşuyordu.
Günlük yaşamımızda bir çok sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Bu sorunların önemli bir bölümü içinde yaşadığımız toplumun genel sorunlarının bir parçası ya da bize yansıması. Sözgelimi işsizlik sorunuyla karşılaşıyorsak, bu bizim kişisel olarak yaptığımız hatalardan çok hükümetin izlediği politikaların ya da küresel olarak gelişen ekonomik süreçlerin bir sonuçu. Çalıştığımız işyerinde bir sorun yaşıyorsak bu sorun genellikle işyerlerinde yerleşmiş kültürün bizim insani ihtiyaçlarımıza karşılık vermemesinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar daha ilk uygarlıklar oluştuğu günden bu yana toplumsal sorunların daha kolay çözüleceği bir toplumun nasıl olması, nasıl örgütlenmesi gerektiği üzerine kafa yordular. Antik Yunanistan'da düşünürlerin kafa yorduğu en karmaşık sorunu belki de bu oluşturuyordu.
Page 2 of 2