Ahlak ve Etik
İlk yazımda insani insan yapan iyi özelliklerinden söz ederken iyi ile kötünün nasıl ayırt edildiğini daha sonra tartışacağımızı söylemiştim. Burada öncelikle neyin iyi neyin kötü olduğunun insan yaşamı karmaşıklaştıkça değiştiğini ve sürekli daha ayrıntılı bir şekilde belirlendiğini belirtmek durumundayım. İnsanlığın ilk dönemlerine dönecek olursak iyi ile kötünün yalnızca geleneklerle, töreyle belirlendiği bir dönemi görüyoruz. Bu dönemde bu değerler günlük deneyimler içinde oluşuyor ve ardından gelen kuşaklar bunları sorgulamadan kabulleniyorlardı. Sözgelimi kavimler içindeki kan bağının en önemli, hatta kutsal değerlerden biri olması. Bu durum farklı halkları kanlı savaşlara sürüklediği ve tüm taraflara çok zarar verdiği halde sorgulanmadan kabul ediliyordu. Yine doğaüstü güçlere inanç bu şekilde oluşmaya başladı, çünkü bir kere inanç oluşunca bunların sorgulanmasına karşı büyük bir tepki oluşuyordu.
Özgürlük mü? Otorite mi?
Günlük yaşamımızda bir çok sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Bu sorunların önemli bir bölümü içinde yaşadığımız toplumun genel sorunlarının bir parçası ya da bize yansıması. Sözgelimi işsizlik sorunuyla karşılaşıyorsak, bu bizim kişisel olarak yaptığımız hatalardan çok hükümetin izlediği politikaların ya da küresel olarak gelişen ekonomik süreçlerin bir sonuçu. Çalıştığımız işyerinde bir sorun yaşıyorsak bu sorun genellikle işyerlerinde yerleşmiş kültürün bizim insani ihtiyaçlarımıza karşılık vermemesinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar daha ilk uygarlıklar oluştuğu günden bu yana toplumsal sorunların daha kolay çözüleceği bir toplumun nasıl olması, nasıl örgütlenmesi gerektiği üzerine kafa yordular. Antik Yunanistan'da düşünürlerin kafa yorduğu en karmaşık sorunu belki de bu oluşturuyordu.
Sürdürülebilir Kalkınma mı? Yaşam mı?
Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, kişinin ruhen, bedenen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Buradan hareketle birinin sağlıklı olması demek sadece sakat ya da hastalıklı olmaması demek değildir. Bedeni kadar sosyal ilişkilerinin ve çevre ile ilişkilerinin de sağlıklı olması demektir. Bundan dolayı, pek çok düşünür bir toplumu ya da yaşam biçimini değerlendirirken en iyi göstergelerden birinin sağlık hizmetleri ve sağlık parametreleri olduğunu düşünmektedir. İnsana ve doğaya verilen değer insanların birbirleriyle ve doğal çevreleriyle kurdukları ilişkiler, bu ilişkilerden beslenen ya da beslenmeyen toplumsal, politik ve iktisadi ilişkilerine ve kurumlarına yansır. O yüzden bu yazıda sağlık ve ekolojiyle ilgili sorunlardan yola çıkarak egemen kalkınma anlayışının irdelenmesi amaçlanıyor.
Küreselleşme, Yerel Yöneti̇mler Ve Sol
1980'lerin başından itibaren hızlanarak ilerleyen küreselleşme sürecinde kapitalizm neo-liberal iktisadi uyum yasalarını "uyumun toplumsal boyutları" nı hafifletecek toplumsal-politik kurum ve ilkeler ile tamamlamaya çalışıyor.
İktisadi uyum yasalarının vahşiliğine karşılık politik uyum yasaları olarak adlandırabileceğimiz bu yasaların öne sürdüğü kurum ve ilkeler kapitalizmin "insani vechesi" olarak sunulmaktadır. Bu şirin ve yaldızlı ambalajın üstünü hafifçe kazıyınca serbest piyasanın o bildik yüzüyle karşılaşırız; Kar maksimizasyonu ve sermayenin sınırsız, kuralsız yayılımı amacıyla halkların ve doğanın fütursuzca yok edilip tüketilmesi. Tüm bu politik ilkelerin ve taleplerin ne için, kimin için olduğu sorusunu sorduğumuzda tek bir yanıt alırız: çok uluslu şirketler ve sermaye için kalkınmanın "sürdürülebilir kalkınma" adı altında sorgusuz süalsiz bir şekilde devam ettirilmesi .
Hayır! Nükleer Enerji Bir Alternatif Değildir
Bugün insanlık, 1950’lerden itibaren, yaklaşık yarım asırdır nükleer enerjinin doğa ve insan üzerindeki telafi edilmesi mümkün olmayan etkileriyle yüz yüzedir. 1940’larda Hiroşima katliamı için düğmeye basan zihniyet, 1957’de İngiltere’deki Winscale, 1970'lerde Kuzey Amerika’daki Tree Miles İsland, 1986’daki Çernobil faciası ve en son 30 Eylül 1999'daki Tokamiura Kazasına da neden olan zihniyettir. Bu nükleer faciaların en sonuncusu Tokaimura kazasının, dünyanın en gelişmiş teknolojilerinden birine sahip olan Japonya’ da gerçekleşmiş olması, bir kez daha nükleer enerjinin en "ileri" teknolojilere sahip ülkelerde dahi ne kadar tehlikeli olduğunun canlı bir kanıtıdır.